“Mustang”, Amerikalıların vahşi atlara verdikleri isme sahip, Türkiye’deki bir kasabada geçen bir Fransız filmi. Bu cümleden yola çıkarak filmin yalnızca Türkiye’ye özgü bir öykü anlattığını söylemek yanlış olur. Bu filmde kadının yalnızca Türkiye’deki değil, tüm dünya tarihi boyunca çeşitli toplumlardaki serüveni özetleniyor. Beş kız kardeş üzerinden anlatılan hikaye, tutucu bir toplum yapısı içinde kadın olmanın ne demek olduğunu, çocukluktan ilk gençliğe kadarki yaş grubunu içine alarak aktarmaya çalışıyor.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
İlk başta “Önce rahattık, sonra birden her şey boka sardı” sözlerinin ifade ettiği gibi, çocukluk aşamasında kadın ve erkek tamamen eşitken hiçbir sorun yoktur. Ama kadın çocukluktan çıkıp kadın olmaya başlayınca her şey onun için boka sarar. Film, beş kız kardeşten üçünün çocukluğun güvenli sınırlarını aştıkları zamanda başlıyor. Hepsi de deniz kenarında erkek arkadaşlarıyla birlikte güle oynaya kaygısızca oynuyorlar ama bu oyun ailenin ve çevrenin kulağına gidince artık çocuk olarak değerlendirilmediklerini anlamış oluyorlar.
Anne babaları olmayan ve babaanneleriyle amcalarının gözetiminde yaşayan kızlar, bu yaptıkları için önce dayak yiyor, sonra bekaret kontrolüne götürülüyor, eve hapsediliyor, her türlü iletişim aracından yoksun bırakılıyor, okula devam ettirilmiyor. Kaderleri artık yalnızca amcanın kararlarına bırakılıyor.
Kızlara uygulananlar klişeye varacak düzeyde ama bu sahneler ne kadar bilindik olsa da hala pek çok evde belki aynı sözlerle ve aynı şekilde yaşandığı da bir gerçek. Film kadınlara uygulanan baskının kızgınlığını yaşarcasına; günbegün artan baskılarla, eve hapsetmelerle, bahçe duvarlarını yükseltmelerle, pencereleri parmaklıklarla örtmelerle kızların yaşadıkları hapishane şartlarını gözümüze sokarak görselleştirirken, bununla da yetinmeyip sözlerle de kızların “hapiste gibi” olduklarını yineliyor. Kızlardan birinin ağzından zaman zaman duyulan ve aslında filmin anlatımına zarar veren bu dış sesler hiçbir yeni bilgi vermeyip, zaten açıkça gördüğümüz şeyleri yalnızca tekrar dillendirmiş oluyor.
Kadın yüzyıllar boyunca ataerkil yapıdaki toplumlarda hapsedilmeye çalışıldı. Bu kadınların pek çoğu için hayatın en güzel yılları yalnızca çocukluk dönemi olarak kaldı. Fakat bu baskıların, bastırmaların başka yerlerden patlak verdiği, göz önünde değil de perde arkasında özgürlük yolları arandığı ortadadır. Ama baskılanan kadınların özgürlük arayışı yolunda başvurdukları çareler, ataerkil yapının pek düşünmek istemediği, hasıraltı ederek kurtulduğunu düşündüğü gerçeklerdir.
Doğa engellenemez. İnsan doğası da ihtiyaçlarını karşılama eğiliminden vazgeçmez. Beş kız kardeş için bu durum değişmiyor. Birisi sevgilisiyle özgürce buluşamasa da bunu gizlice yapıyor, bekaretini yitirmeme yolunda arka sokakları kullanmak zorunda kalsa da yine sevişiyor. Bunu yapamayan kardeşlerden biri, görücü usulüyle eşini tanımadan evlendirilmeyi kabulleniyor. Hapishaneden kaçış yolları sağlıksız da olsa sürüyor. Bir diğeri ise gördüğü baskılarla ruhsal dengesini yitiriyor ve kaçışı intiharda buluyor. Ama bu bile ailenin kendini sorgulamasını sağlayamıyor ve sıradaki kızı bir an önce evlendirmeye çalışıyorlar. Yaşadıkları kasabada toplum, kız çocuklarını patlamaya hazır bir bomba haline getiriyor. Aile, bomba patlayıp evi yok etmeden onu bir an önce ellerinden çıkarmaya bakıyorlar.
Filmde kızlar evlilikleri öncesi ev hanımlığına hazırlanıyor ve türlü türlü yemek tariflerini birinci elden uygulamalı öğreniyorlar. Kızların bu şekilde ev hanımı olarak yetiştirilmesi veya buna zorlanmaları, şartlandırılmaları tabi ki kabul edilemez. Fakat çeşit çeşit yemekler yapabilme eğitiminin kötülenmesinde genel olarak bazı sorunlar var. Öncelikle yemeye gelince bu şartlandırılmış, ev hanımı olarak yetiştirilmiş kadınların yaptıkları yemekleri kadın-erkek pek beğenerek mideye indiriyoruz. Bu durum filmde ve genel olarak feminist söylemlerde dile getirilmiyor. Oysa erkeklerin de, insanın en temel ihtiyaçlarından birini kendi başlarına karşılayabilmelerini sağlayacak aile içi eğitimden geçmeleri gerektiği dile getirilmeli. Erkeğin de bu yetiye sahip olması, kadının eşini çocuk gibi beslemek zorunda bırakılmasını, evde olmadığında “Aman bizimki aç kalacak” kaygılarını ve erkeklerin yumurta ve makarna mahkumiyetlerini de sonlandıracaktır. Yemek yapabilen erkeklerin yüksek okul için evlerinden ayrı kalmış kişiler arasında ve medyada görünür olmasına rağmen tüm toplum nüfusuyla karşılaştırıldığında sayılarının çok az olduğu ortadadır. Kızlara ev bakımı ve yemek eğitimi verilmesini kötülemek yerine kız ve erkeklerin bu eğitimi eşit olarak alması gerektiğini vurgulamak daha doğru olur.
Ailedeki en küçük kız böylece ablalarının tek tek yaşadıklarına tanık olarak ilerde başına neler geleceğini önceden görmüş oluyor ve geride kalan son ablasını da alıp kaçmaya girişiyor. Baskı gören, bunu kabullenmek zorunda kalan veya reddeden her kadının hayatında ne sıkıntılı maceralar yaşamak zorunda kaldığını görüyor ve çektikleri çileyi biz de hissediyoruz.
Filmin kurtuluş olarak gösterdiği hedef ise İstanbul olarak gösteriliyor. Oysa İstanbul şu anda dönüşmüş olduğu dev kasaba haliyle kızların hapishanesinden çok da farklı bir yer değil artık. Filmin “taşı toprağı altın özgürlük şehri” vurgusu çoktan eskimiş durumda ama bu eskide kalmışlık filmin başka sahnelerinde de hissediliyor. İnternetin her yere girmiş olduğu bir zamanda her türlü iletişimi kızlara yasaklayan, onları eve gerçek anlamda hapseden tutucu düşünce garip bir şekilde onlara hiç dinsel baskı uygulamıyor. Oysa şu anda Türkiye’de bu denli azgın bir tutuculuk yalnızca kadın ve kızları değil, 4-5 yaşındaki çocukları bile türbana, çarşafa sokuyor.
Mustang ailenin tutuculuğunu dine değil, toplumsal yapıya bağlıyor. Filmde sık sık camiler gösteriliyor ama dinin etkisinden bahsedilmiyor. Ailenin kızlara yaptıkları, en bilindik sözler ve sahnelerle göze sokulurken din etkisi cami görselleriyle geçiştiriliyor ve bu görseller cami minarelerinin mimari yapısını kısa süre inceleyebilmemizden başka bir işe yaramıyor.
Film kadının belli bir yaşa kadar yaşadıklarını gösterirken bunu evlenme çağında sonlandırıyor. Evlendikten sonra neler yaşandığıyla ilgilenmeyip bu baskılara boyun eğmiş kadınları babaanne ve komşu kadınlar özelinde görebiliyoruz. Bu kadınlar, kadınlığa düşman gibiler ve ataerkilliği sorgusuz kabullenmiş durumdalar. Bunun tek istisnası ise, kızların evden kaçıp maça gittiklerini kimse bilmesin, onları televizyonda görmesin diye kasabanın tüm elektriğini kesen Emine Teyze oluyor. Babaannenin koruma çabaları ise yine kızların amcası kızmasın diye oluyor. Erkek egemen yapının askeri haline gelmiş olan babaannenin alçaklığı, oğlunun kızlara uyguladığı cinsel istismarı sessiz uyarılarla geçiştirmesiyle açığa çıkıyor.
Mustang tüm bunlara bir de çözüm önerip, kaçıp kurtulunacak yer “öğretmen” yani eğitim diyor. Ama bunu kızların kendi çabalarıyla, bin bir macera atlattıktan sonra ulaşacakları ve kendi kararlarına bağlı bir çözüm olarak gösteriyor. Çözüm tabi ki eğitimde ama bu eğitimi yalnızca kızlar değil tüm bir toplumun alması gerekiyor. Eğer toplum bireylerin eğitim özgürlüğüne engel oluyorsa bu özgürlüğün devlet tarafından kesin olarak sağlanması zorunludur. Özgürlükleri için savaşabilecek koşullara sahip kadınların çabaları tabi ki sürecektir ama bunu her kadının başarmasını beklemek saflık olur. Bireyler özgürlüklerini kazanmak için savaşmalılar ama bu özgürlükler uzun vadede önce onların eğitilmesi, haklarını bilmesi, toplum ve aile baskıları söz konusu olduğunda buna karşı koyabilecek özgüvenin kazandırılmasıyla mümkündür.
Mustang, toplumun oluşturduğu baskı düzeneklerinin temellerini sorgulamıyor ama genel olarak, baskılanan insanın hapsedildiği sınırlardan fışkırıp taşan özgürlük isteğini, doğasının bunu zorunlu kıldığını göstermeyi başarıyor. İzleyiciye beş kız kardeş özelinde “elalem, çevre, konu komşu ne der” düşüncesinin çocuklara yaptığı eziyetin boyutlarını ve korkunç sonuçlarını bir kez daha hatırlatıyor. Aileler bu düşünceyi geleceğin yetişkinlerine aşılamaya devam ettikçe, toplumun tüm kesimlerine çağdaş bir eğitim politikası uygulanmadıkça ilkel ve sorunlu toplum yapısı insanları, en çok da kadınları algı hapislerinde tutmayı sürdürecek ve konuyla ilgili her gün bir başkasını görüp okuduğumuz trajediler asla sona ermeyecektir.