Mustang: At Üzerinde Ödül Avcılığı Yapmak!

1 Kasım 2015

Mustang’i izlediniz mi? Hani, şu Venedik, Cannes ve Toronto’da şişirilerek, en sonunda da Fransa’nın Oscar aday adayı yapılarak ülkemize kadar uçurulan balonu…

Vikipedi, Mustangler için, “genelde ABD’nin batı eyaletlerinde sahipsiz, başıboş gezen yabanileşmiş atlardır” diyor ama ben hiç bu kadar evcil bir şey izlememiştim! 

Senaryo-oyunculuk-yönetmenlik üçgeninin hangi köşesine gitsek elimizde kalacak bir film, sırf içerdiği oryantalist muhafazakârlık eleştirisi ile yere göğe sığdırılamaz bir başyapıt olarak iteklendi ancak ülkemizde de vizyona girdikten bir süre sonra hakikat en güçlü haliyle ortaya çıktı; Deniz Gamze Ergüven PR aşamasında çok başarılı ancak filmi iddiasının altında ezilip kalmış. Mustang taktiksel olarak doğru bir proje ancak bir sinema filmi olarak önem arz etmiyor. Bir ilk deneme olarak izlenir bir film ortaya çıksa da bu kadar alkışı hak eden bir başyapıt olmanın çok uzağında…

Mustang’i en iyi haliyle şöyle tarif edebilirim; sanki, hayatında hiç ülke dışına çıkmamış Meksikalı bir yönetmen Rus devrimi hakkında film çekmiş! Filmin şiddetle eleştirdiği Türk tipi muhafazakârlık ve ensest meselesini anlatırken gösterdiği her şey madden ve manen yanlış. Tahminler üzerinden üretilmiş, The Virgin Suicides’dan (Sofia Coppola, 1999) ödünç alınmış sekanslarla lolita erotizmi satarak kıymetlenmeye çalışan festival ayarlı bir yapım.

https://twitter.com/filmkafa/status/658761890701684736

Peki, ya diğerleri?

Ancak bu bir Mustang eleştirisi değil, buradan yola çıkarak festival sinemacılarının artık bu etkinlikleri tamamen bir pazar olarak nitelendirdiği ve tutacağı tahmin edilen formüllerle filmler üreterek ödül ve itibar peşinde koştuklarının altını çizmek istiyorum. İzlediğimiz tüm filmlerin ortak özelliğinin aynı olması, hepsinin eleştiriyormuş gibi görünen bir “şikayet sineması” yaparak, bunu da marifetmiş gibi göstererek hava atması artık dönüşü olmayan bir noktada olduğumuzu da gösteriyor. Bu şartlar altında direniş sineması yapılamaz, daha da fenası; ödül avcısı bağımsız sinema politik mücadeleye destek olamaz. Amaçlanan şey tam da bu zaten.

Market arabasına doldurulmuş bir cast... Dönüşte ödüller mi taşınacak?
Market arabasına doldurulmuş bir cast… Dönüşte ödüller mi taşınacak?

Sinemayı burjuva sanatına dönüştüren film festivallerinin fonlanmasındaki amaç, muhalif sinemacıların elindeki kitleyi uyandırma ve harekete geçirme gücünü yok etmektir. Ülkemizin en kıymetli iki sinemacısı olan Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’un son filmlerine baktığınızda bunu daha da net anlayacaksınız; direniş göstermeyen, yılmış, kabullenmiş, çöküntü ve yoksunluk içindeki kaybolmuş karakterlerle dolu filmler, bir tür afyon uykusu örnekleri…

Daha da acı olan; her yıl bir sürü ilk filmle karşımıza çıkan yeni sinemacıların yaşadıkları toplumu tahlil etmekteki beceriksizlikleri… Kafalarında oluşturup, olgunlaştırmadan senaryoya aktardıkları kurgu karakterler, mekânlar ve olaylar ülkenin gerçek yaşanmışlıklarından giderek uzaklaşıyor. Gerçek bir muhalefet amacı içermeden, işçiyi, öğrenciyi görmeden, sınıf mücadelesini ayaklar altına alarak, etnik kaşıyıcılıktan medet umarak ve bunu “kimlik mücadelesi” etiketiyle EFFF’ye yani evrensel festival filmleri formüllerine uygun olarak üretilmiş bu filmler gerçekten de yurtdışındaki eleştirmenleri-seyircileri büyülüyor olabilir ancak bizler, bizi gösterdiğini iddia eden bu projeksiyonların sahteciliğinin farkındayız.

Festivallerin politik sinemayı yükseltme gayretindeki jürilerinin, bunu yaparken sinemanın ABC’sini umursamaz tavırlar takınması da sahte politik film üretimi yapan isimlerin daha ilk filmleriyle aşırı kıymetlenmesine yol açıyor. Deniz Gamze Ergüven bundan sonra başka film çekmese dahi, büyük bir marifete sahipmiş gibi, birçok festivalde karşımıza jüri üyesi, panelist vs. olarak çıkacaktır, buna hiç şüphem yok.

Son söz; festival sineması üretim ve değerlendirme kısmında büyük bir aldanışla yeni bir pazar için ticaret arayışında ancak büyük resme de bakmalı; belki de tüm bu çabalar bilinçli bir sakatlama amacı gütmekte…

blank

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusudur ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. Ayrıca 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. Şen, "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı ve "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanıdır. Yazılarına Beyazperde ve Öteki Sinema'da devam etmektedir.

4 Comments Leave a Reply

  1. filmdeki -sizin deyiminizle- “sahteciliği” izlerken ben de hissetmiş olduğum için yorumlarınızı anlayabildiğimi düşünüyorum. ancak yönetmenin toplumunu tanımamasından kastınızı “örneğin şu şu sahnelerde” gibi açıklasaydınız çok sevinirdim. zira ben yapamadım.

  2. Yazıyı bir Mustang eleştirisine çevirmek istemedim. Ama madem merak ettiniz, o zaman o tanımlamaları yorum olarak yapayım.

    Bir kez olsun Karadeniz gezisi yapan ya da Karadenizli bir aileyi tanıyan herkesin fark edebileceği üzre;

    1- Film Doğu Karadeniz’de geçiyor ancak filmdeki kimse oralı gibi davranmıyor, küçük kıza yardım eden kamyonetçi dışında hiç kimse hem de… Şivelerine bakarsak aile sanki Nişantaşı’nda yaşıyor. Bölgenin folkloruna dair hiçbir referans yok…

    2- Anadolu tipi muhafazakarlık kızları belli bir yaşa kadar başıboş bırakıp o yaştan sonra birden kafese sokan türden bir muhafazakarlık değildir. Başlangıçtaki plaj sahnesi olmasa kızlar gayet rahat yaşıyormuş, giyim kuşamlarından o anlaşılıyor. Yönetmen burada doğada bildiği gibi yaşayan vahşi atların yakalanmasına atıfta bulunmuş ama o işler bizde öyle olmuyor.

    3- Karadenizli muhafazakar ailenin düğününde Alevi türküsü çalarken oynayan göğüs dekolteli gelinlikli kız şık bir resim ama sadece resim… O düğünler öyle olmuyor, olmadığını hepimiz biliyoruz.

    4- Babaannenin kızlara diktiği mutaassıp kıyafetlere ancak Sicilya’da rastlarsınız, Karadeniz’de asla…

    5- Babaannenin finalde taktığı bone türban yine o folklora ters.

    6- Kızlar İnebolu’da yaşıyor ve bir minibüse yetişerek Trabzon’a maç izlemeye gidiyorlar, aradaki mesafe git gel 1200 KM… Skandal!

  3. simdi cok daha net anladigimi soyleyebilirim. ben hic karadeniz’de bulunmadim, icinden bile gecmedim. ancak dedigim gibi sadece hissedebilmistim bunlari, filmi izlerken. aciklamalariniz icin cok tesekkur ederim.

  4. murat beycim bu konuda yorumunuzla ne anlatmak istediğinizi daha iyi anladın bu eleştirilerde haklısınız ama gelin görünki daha sinamadaki ilk veya ikinci denemesi olan genç ve cesur bir konuya kollarını sıvamış bir sinamacımız yıllardın amerika veya avrupa veya diyer ülke sinemacıları yıllardır kendi ütopik hayali yaşamlarını ve hayat tarzlarını izlettirirken bize ayit cesur ve yenilikçi bir sinemacımızı bukar karalamanızı hoş görmürum ve son olarkta türk sineması ve sinemacıları yeni yeni bir şeyler öğrenip kavarmaya başladı bence bunlar yeni sinemanın deneysel ve kendini geliştiren birer basamakları ilerleyen zamanlarda dört dörtlük işlerin cıkacagı ümüt ederek yorumumu sonlanrıyorum saygılar

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Soranlara “Sansürle Savaşıyoruz” Dersiniz!

Sansür bu ülkenin başının belası, başından beri hem de. Sansürlenecek,
blank

İntiharlar ve Trajediler: Bir Debussy Filmi

Bir cenaze sekansıyla açılıyor metin. Bestekarın sonu ama metnin başlangıcı…