Mutant Chronicles: Sinemada evrim değil, mutasyon
Ron Perlman, ne yaptın sen abi? Gülün Adı’nda (Der Name der Rose) Salvatore’ydin. Güzel ve Çirkin (Beauty and the Beast) dizisinin Vincent’ıydın. Dr. Moreau’nun Adası’nda (The Island of Dr. Moreau) Kanun Adamı olarak karşımıza çıktın. Blade II’de Reinhardt rolüyle Wesley Snipes’dan bile sahne çaldın. Star Trek: Nemesis’te kısacık rolünle gönlümüzde taht kurdun. Hellboy’u Hellboy yapan iki isimden biri oldun. Bu kadar filmde makyajlı gördük seni. Hiçbirinde kendini büyük bölümünde makyajsız oynadığın bu film kadar maymun etmemiştin. Ya sen Thomas Jane? Senin gibi bağımsız filmlerden gelen bir karakter oyuncusuna yakışıyor mu bu film? John Malkovic, hele sana söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Bu kadar mı parasız kaldın? Proje çok büyük umut vaat ediyordu da işler bir yerden sonra tepetaklak mı oldu?
İzlemeden önce hakkında biraz araştırma yaptım. Mutant Günlükleri (Mutant Chronicles) aslen bir masaüstü RYO oyunundan uyarlama. Hollywood çizgi-roman işini gayet güzel kıvırdı da, oyun uyarlamalarını hâlâ beceremiyorlar. Bilgisayar oyunlarından uyarlanan filmlerin büyük bölümü çöp. Bu konuda Paul W. S. Anderson’un işleri haricinde izlenebilir bir tane bile film görmedim. Masaüstü RYO oyunlarının uyarlamaları konusunda başarısızlık rekoru Zindan ve Ejderha (Dungeons & Dragons) filmine aitti. Mutant Günlükleri, Zindan ve Ejderha’nın tahtını sallayacak nitelikte bir film. Önem verdiğimden filan değil ama, IMDB puanı 5,4. İnanın, bu bile fazla.
Filmin çıkış noktası ümit vaat ediyor. Son buzul çağında Dünya’ya bir “Makine” düşüyor. O zamana kadar birbirlerini yiyen insan kavimleri, tuttuğunu mutanta çeviren bu makine karşısında Neachdainn isimli kahramanın önderliğinde bir araya geliyor. Neachdainn, makineyi alt etmeyi başarıyor ve onu Dünya’nın derinliklerine gömüyor. Üzerini de bir mühürle kapatıyor. Makineyle ilgili her şeyi kurduğu tarikatta yaşatıyor. Bu olaylar tarikatın Mutant Günlükleri’nde toplanıyor. Aradan yüzyıllar geçiyor ve 2707 yılına geliyoruz. İnsanlık neredeyse bitmiş, doğal kaynaklar hepten tükenmiş. 4 şirket Dünya’yı paylaşmış: Mishima, Bauhaus, Capitol ve Imperial. Zaten az olan kaynakların dağılımı için bu 4 şirket birbirleriyle sürekli savaş halindeler. Bu savaşlardan birinde, Bauhaus ve Capitol kendi aralarında çatışırlarken açılan top ateşi sonucu makinenin mührü kırılıyor ve mutantlar savaşı basıyor. Her iki taraf da savaşı bırakıp kendi canının derdine düşüp ve kaçıyorlar. Mutant tehdidi de çığ gibi bütün Dünya’ya yayılıyor. Bunun sonucunda kehanet gerçekleşecek, tarih bir kez daha tekerrür edecek, insanlar bir kez daha birleşecek ve makineye bir kez daha haddini bildirecektir. Bunun için makinenin bir parçası, bir tetik ve bir de anahtar gerekmektedir. Dünya’nın dört bir yanından gelen savaşçılar, bunları kullanarak Dünya’yı kurtaracaklardır.
Buraya kadar fena değil. Kadim düşman, karşısında dinî tarikat, düşmanı yok edecek anahtar filan derken biraz fazlaca Beşinci Element kokusu geliyor belki ama o kadar olur. Senaryonun yarattığı ortam da fena değil. Bir steampunk havası var ve filmin genel havasına yakışmış. Hatta Dünya’daki kaynakların tükendiğini düşünürsek, uzay gemilerinin bile buharla çalışmasını senaryonun iç mantığına bağlamak mümkün. Gerçi insanoğlunun Ay’da ve Mars’ta üs kurdukları söyleniyor. Kömür gibi fosil yakıtların, odun gibi biyolojik yakıtların olmadığı bu gezegenlerde devasa kazanları kaynama derecesine kadar nasıl ısıttıkları meçhul ama hadi bu soru aklımıza gelmemiş olsun. Steampunk’ı sevdiğim için bunu filmin hanesine (+) olarak yazmış olalım. Zaten senaryonun başka bir artısı da yok. Öncelikle zaman mefhumu yok. Şimdi bir düşünelim. Thomas Jane’in karakteri önce savaşta ölen komutanının ailesini ziyaret ediyor, sonra teklif geliyor, düşünüyor taşınıyor, aldığı Dünya’dan kaçış biletlerini (yeniden komutanın ailesinin evine gelerek) kapıdan atıyor, tarikatın manastırına gidiyor, hazırlıklar yapılıyor, eğitimler alınıyor, yola çıkılıyor, büyük mührün, dolayısıyla makinenin bulunduğu yere gidiliyor, kendilerini taşıyan aracın düşmesi üzerine bir şehir boydan boya (yürüyerek) kat ediliyor, bu arada vakit kaybettirecek olaylar da oluyor, savaşarak derinlere doğru iniyorlar, en sonunda gömülmüş şehrin kanalizasyonlarına inmeyi başarıyorlar. Bir de ne görüyor bizim ki? Savaştaki komutanı ölmemiş, mutant yapılmak üzere makineye götürülüyor. Adam günlerdir götürülüyor yani. Bu sırada ne ağır yaralı olmasına rağmen kan kaybından ölüyor, ne de direndiği için mutantlar tarafından öldürülüyor. Fenalaşmak için de Thomas Jane’in kurtarmasını bekliyor. Tuhaf.
Senaryodaki mantıksızlıklar bu kadarla da bitmiyor. Makinenin ortaya çıkış ve gömülüş zamanı konusunda görsel tasvirle kronolojik yer arasında bir uyumsuzluk var. Filmin başında konu verilirken tarikatın kılıç ve oklarla savaşmış olduğu görülüyor. Ancak filmin ilerleyen safhalarında 2200 yılında gömülmüş olan bir şehrin içinden geçiliyor ve ilk savaş döneminde tutulmuş olan günlük, yolu detaylı bir şekilde tarif ediyor. Ta makineye kadar gidiş yolunun tarif edilmesinin tek mantıklı açıklaması, buzul çağının ve makinenin gelişinin ve gömülmesinin bu tarihten sonra olmasıdır. Ama bu tarihlerde teknolojinin kılıç ve ok kullanılacak kadar sıfırlanmış olması, daha sonra yeniden top ve tüfeklere dönülmüş olması hiçbir şekilde açıklanmıyor. Makineye karşı ilk savaşın 2200’lü yıllarda yapılmış, tarikatın da o dönemde ortaya çıkmış olması, filmin arka planındaki “4 şirket dünyayı ele geçirdi” hikâyesiyle de iyi geçinemiyor. Şirketler ve vahşi kapitalizm bugün de var olduğuna göre sadece teknolojinin değil, ekonomik sistemin de kesintiye uğramış olması lazım. Bir başka mantıksızlık da tarikatın yüzyıllar önce makineyi def etmek yerine gömmüş olması. Ellerinde üç parçadan ikisi var: Bomba ve tetik. Üçüncü parça olan anahtarınsa tarikatın yüzyıllar önceki ilk savaşta döktükleri kılıçlar olduğu (veya şekil itibariyle o amaçla kullanılabilecekleri) ortaya çıkıyor. Yani adamlar ellerinde ne olduğunun farkında değiller. Böyle de şuursuz bir tarikattan bahsediyoruz.
Gördüğünüz üzere senaryonun neresinden tutsak elimizde kalıyor. Bunlar haricinde ufak tefek mantıksızlıklar da var. Mesela hücresel düzeyde basınç değişimiyle hareket eden bir canlının karnına kılıç batırdığımızda yere yığılması garip. Kafasını kesseniz bile hareket ediyor olması lazım. Son buzul çağında kurulmuş bir tarikatın (son buzul çağı MÖ 9600 civarında sona ermiş) Hıristiyan olması da garip. Kurucusu Hıristiyan olmayan, misyonu çağlar boyu değişmeyen, Tibet rahipleri gibi tecrit edilmiş bir hayat süren bir tarikatın böyle büyük bir değişim geçirmesi mantıklı değil ama yine de mümkün. Şayet “son buzul çağı” denen dönem, Kayıp Şehrin gömüldüğü 2200 yılı civarlarında gerçekleşmişse, onun sebep olduğu mantıksızlıklara zaten değinmiştik. Senaryonun çizdiği evreni yeterince tanıtmaması da bir başka şikâyet konusu. Şehirler sadece panik sahnelerinde gösteriliyor. Şirketlerin gölgesinde yaşam, o dönemdeki insanların hayatları konusunda hiçbir bilgi verilmiyor. Tasarım konusunda da film biraz kısır kalmış. Mutant’lar tek tip, farklı şirketlerin kullandıkları makinelerin tasarımları hep aynı, sadece renk değişiyor. Bir de mantıksızlık olarak nitelendiremeyeceğim bir şikâyetim var. Keşke Makine’nin tasarımı Steampunk’tan muaf tutulsaydı. Cehennem’de ateş bol olduğu için buhar gücü kullanılması mantıklı olabilir ama keşke Şeytan’ın Makine’sinin, insan yapısı makinelerden farkı olsaydı. Tabii bu bir tasarım tercihi, o yüzden bir şey diyemiyorum. Bu arada Cehennem demişken, filmin senaryosundaki köktencilik unsuru da pek gözlerden kaçmıyor. Bu kadar din propagandası, bu kadar kadercilik bünyeye zarar. Film boyunca o kadar çok “inan” deniyor ki insan inanacağı varsa bile koşarak uzaklaşma ihtiyacı hissediyor.
Senaryoyu burada bırakalım. Kurguya geçelim. Film, Üwe Boll tadında bir kurguya sahip. Sinema tarihi kadar yaşıt bazı aldatma teknikleri vardır. Örneğin aktör yüksekten atlar, kamera geçişiyle yere konduğu gösterilir. Böylece aslında çok alçak bir yerden atlayan aktörün uçurumları aştığı intibaı verilir. Mutant Günlükleri’nin kurgusu o kadar kötü ki, karakterlerin hareketlerinin kesilmesi, sahnelerin yarım kalması, gereksiz montaj hareketlerinin kullanılması bir yana, bu tür hileler bile becerilememiş. Thomas Jane’in yer altı sahnelerinde dizi hizasında bir yerden atlayıp yere yumuşak bir şekilde konduğu açıkça görülüyor. Güçlü isimler barındıran kadroya rağmen oyunculuk da zayıf. Mutant Günlükleri’yle ikinci filmini çekmiş olan Simon Hunter, anlaşılan oyuncusundan performans almayı pek bilmiyor. Ron Perlman alabildiğine isteksiz, bitse de gitsek havasında. Thomas Jane sanki bedavaya oynamış gibi. “Rol yapmasam da olur, nasıl olsa hayır işi” diyor sanki. Diğer isimler o kadar kötü ki, mankenlikten gelen ve daha önce Hızınç’la Kızınç (Fast and Furious) filmlerinde yarışçılardan birini canlandırmış olan Devon Aoki bile aralarında iyi kalıyor. John Malkovic’in çabalarıysa tek başına filmin oyunculuk onurunu kurtarmaya yetmiyor.
Klasik, modern, post-modern sinema filan derken, pek çok sanat dalı gibi sinema da evrim geçirdi. Ancak Mutant Günlükleri sinema sanatının evrimini değil, ismi gibi bir mutasyonu simgeliyor. Kendi içinde mantık döngüsü kuramamasıyla, kültlere özenerek bir evren yaratmaya çalışıp yüzüne gözüne bulaştırmasıyla, ilkokul müsameresi tadında oyunculuklarıyla, acemice yapılmış kurgusuyla, “bir film nasıl çekilmemeli” konusunda ders olarak okutulabilir. Doomsday, Plan 9 From Outer Space, hatta Dünya’yı Kurtaran Adam gibi kiç filmlerin samimiyeti de olmayınca, Mutant Günlükleri’ni tarif etmek için elde kalan tek sıfat “kötü” oluyor.
eline sağlık kaan kardeş..
bir-iki hafta önce seyredip de şu rezaleti nerelere nasıl yazsam da rahatlasam dediğim filmin hakkını ne de güzel vermişsin..
öte yandan, bi türlü kısa tutamadığım naçizane yazılarıma erişen performansınla da ayrıca göz kamaştırıyorsun (:
ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum, film o kadar kötüymüş ki yazıyı okuduktan sonra bile film hakkında birkaç kare dahi canlanmadı gözümde. şimdi neden hatırlayamıyorum diye meraktan tekrar bir göz atacağım filme. bulabilirsem eğer.
Aslında film vaad ettiklerini gerçekleştirebilse güzel bir film olabilcekken, konunun kötü işlenmesiyle hayal kırıklığı yaratan bir film oluyor.
Filmi ben daha çok komedi tadında izlediğimden inanın o kadar sıkılmadım. Yazı filmin olumsuzluklarını o kadar iyi anlatmış ki her cümleye katıldım. Kuzenimle filmi izlemeye başladığımızda nasıl bir filmle karşılacağımızı anlayarak bari gülerek izleyelim dedik. Bir çok sahnesi de alabildiğine güldürüyor. Ekipte her ırktan ve milletten insanların olması ve her ilerleyişte beyaz Amerikanlar hariç diğerlerinin ölmesi konusunda iddiaya bile girdik. Sona kalan kızı tahmin edemedik :)
Neyse film bir çok unsuruyla kötü denmeyi hakediyor gerçekten. Uwe Boll’un bir gömlek üstü diyorum ben bu yönetmene ve filmine.