Nehir Tuna: “Altı saniyede ne kadar çok şey anlatılabiliyor”

4 Nisan 2015

Nehir TunaTürkiye ve New York arasında mekik dokuyan, farklı duygulara ve dünyalara ait başarılı ve rahat kısa film çalışmaları bulunan Nehir Tuna ile söyleştik. İyi okumalar…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Merhaba. Seni genelde çokça kısa filmciyle karşılaştığımız ulusal kısa film yarışmalarında göremiyoruz, yanılıyor muyum? Bu ulusal yarışmalara çokça katılmadığına mı işaret?

Aslında yanıldığınızı pek söyleyemem. Elimden geldiğince başvurmaya çalışıyorum. Okul döneminde New York’tayken birçok filmimle başvuramadım. Hala Türkiye’de birçok festival DVD formatında başvuru istiyor. Her birine başvuru için ayrı, gösterim için ayrı yurtdışından gönderim yapmak büyük bir yük.

Birçok kısa filmcinin aksine çalışıyorsunuz ya da şöyle soralım çalışmaya başlamışsınız, reklam tanıtım vs ama kısa film çekmeyi bırakmamışsınız. Yanılıyor muyum? Oysa kısa film amatör bir basamak olarak düşünülür genelde!

Kısa film amatör olmak zorunda değil.  Ama ruhunuzun amatör kalması çok önemli… Yani bir amatör gibi birçok değişkeni düşünmeden hareket edebilmek çok önemli… Aksi halde insan kendini çok kısıtlıyor ve bu yaratıcılığı olumsuz etkiliyor. Ben kısa film çekerek öğrenmeye çalışıyorum. Zamanla daha güzel işler yapmak için bir çaba bu. Çünkü bir şeyler çektikçe kendinizi ve tarzınızı tanıyorsunuz. Bir tür deneme alanı.

Kadın – erkek ya da insanın bir diğeriyle kurduğu ilişkiler düzleminde birçok alternatif ilişki modeline göz atıyorsunuz filmlerinizde diyebilir miyiz?

Evet. İnsan ilişkilerini çıkarırsanız geriye ne kalır ki zaten. Ancak aynı hisleri hissedebildiğiniz, ortak noktalarda buluşulabildiğiniz takdirde her şeyin hikayesini anlatabilirsiniz. Plastik bir alışveriş poşetinin bile. Aynen Ramin Bahranı’nın yaptığı gibi. Bakınız Plastic Bag adlı kısa film.  Bir kere kullanılan ve çöpe atılan bir poşetin hikayesi.  Kullanılıp atılan ve incinen bir poşetin hikayesi.

Neehir Tuna002

Filmlerinizin bir kısmını Türkiye’de bir kısmını yurt dışında çekmişsiniz sanırım. Hangisinde daha fazla zorlandınız diye sorsam?

Her birinin kendine has zorlukları vardı. En zor kısım oyuncularla olan iletişim. Sizinle aynı heyecanı paylaşan ve hayal ettiğiniz görünüme sahip insanları bulmanın zorluğu.  Bu zorluk her yerde aynı bence… Amerika’da çektiğim kısa filmler okul dönemlerine denk geliyor. Virgin Island okuldan da önceki bir döneme denk geliyor.  Şu ana kadar çekimi en zevkli olanı oydu. Daha az stresli ve olabildiğince özgür. 18’i de Tekirdağ’da çekmiştim. Küçük bir ekiple… Küçük ekipli işleri daha çok seviyorum. İşime ve sürece ne kadar az insan müdahale ederse o kadar rahat hissediyorum.

Dedeler En iyisi Bilir en bildik kısa filminiz olmalı! Orada muhafazakar bir ailenin içinde var ve kendi olmaya çalışan bir genci izliyoruz, muhafazakarlığa bir eleştiri mi var? Ya da ilham aldığımız model ne oldu?

Bir eleştiri olarak yaklaşmamıştım. Ama öyle de görünüyor olabilir. Ben sadece kendin olmak üzerine bir film yapmak istedim ve bunu zorlaştırmak için karakterin önüne engeller koydum. Hikayenin çıkış noktası gereği bu engellerden biri de muhafazakar aile düzeniydi. Hikayenin çıkış noktası kendi hayatımdı.   Bir kız, muhafazakar bir hayat ve deneyimsiz bir genç. Bana hiç yabancı olan şeyler değil.

Neehir Tuna004

Kısa filmin son yıllarda popülerleştiğini düşünüyor musun?

Evet, kesinlikle bir artış var.  Kendini ifade ediş tarzları bile hızla değişiyor.  Önceden Facebook’tan ne hissettiklerini yazardı insanlar. Artık her gün binlerce 6 saniyelik filmler yapılıyor. Evet, Vine’dan bahsediyorum.

Seni biraz tanıyalım, bugüne kadar neler yaptın, eğitimin nedir ve bundan sonrası için neler düşünüyorsun?

Herkes gibi öğreniyorum. Çabalıyorum. Ve ilerleyen zamanlarda daha olgun işler çıkartmayı umarak çalışmaya devam ediyorum. Rochester Institute of Technology’de (RIT) film master yaptım. New York Üniversitesi’nde (NYU) senaryo üzerine eğitim aldım. Çok başarılı senaryo koçları ile tanıştım ve onların asistanlığını yaptım. Bir yandan da reklam çekmek için çabaladım. Her zaman kendi projelerinizi yapamayabilirsiniz. O yüzden reklam bu konuda iyi bir yol.

Didem Ellialtı. Filmlerinizi izlerken genelde aynı oyuncuyla çalışma fikrini soracaktım zaten ama özel bir ilişkinizin de olduğunu da okudum. Bu durumda bir yönetmen olarak aynı oyuncuyla çalışmanın sırrı, avantaj ve dezavantajları nedir?

Didem son yedi yıldır hayatımda var. Lee Strasberg’de konservatuarda oyunculuk eğitimi aldı. Aynı dönemde eğitim aldık. Birlikte öğrendik, hala öğreniyor ve birlikte büyüyoruz. Yazdığım şeylerde otomatik olarak onu düşünüyorum. Didem’le çalışmak bana inanılmaz bir rahatlık sağlıyor. Oyuncu egoları ile uğraşmak ve bir noktaya kadar onları mutlu etmek zaten yeterince zor. Didem için bunları yapmam gerekmiyor. Ancak her ne kadar Didem ile çalışsam da ona özel roller yazmadım.  Öyle olsaydı kadın hikayeleri anlatıyor olurdum.

Türkiye’de kısa filme sponsor bulmanın zorluğundan bahsetmişsiniz, yurtdışında bulunabiliyor mu? Bir de Kültür Bakanlığı’ndan ödenek aldınız mı hiç?

Aslına bakarsanız buna dair fikirlerim biraz değişiyor. Çünkü kendinizi ve projenizi iyi anlattığınızda insanlardan para alamasanız da başka şeyler alabiliyorsunuz. İç mimar arkadaşınızın çekim için ofisini vermesinden tutun da modacıların kıyafetlerini kullanmanıza izin vermesine kadar.  Ama bunlar işin kreması için. Pasta için gereken un, şeker ve çileklere yine para harcamak zorundasınız. Ve evet Kültür Bakanlığı’ndan hiç destek alamadım.

Neehir Tuna003

Son filminiz Basur’a gelecek olursak… Bu sorunsalın sinematografik olduğuna inanıyor musunuz ve eşcinsel bir çift arasında oluşan bu sorunun anlatımını gayet psikolojik bir formatta anlatıyorsunuz ayrıca… Bu konudaki düşünceleriniz?

Basur’da ilhamını yitirmiş, heyecanını yitirmiş, tamamen tıkanmış genç bir modacıyı anlatıyorum. Berk Kohen’i bu kadar bloke eden ve bir o kadar duygusuzlaştıran şey basuru. Son dönemde hayatına damga vurmuş bir süreç. Onun bu süreci algılayışı ve boş vermişlikten sıyrılıp,  tünelin sonundaki ışığı görmesine kadar geçen süreci konu alıyor.

18 ve Virgin Island daha amatör tatlar barındıran yapımlar. Onların izleme algısı daha farklı, biraz onların duygusundan, sizin için anlamından bahseder misiniz?

Ben Virgin Island’ı yaptığımda henüz formal bir film eğitimi almamıştım.  Kurgusunu kendi kendime bilgisayar başında didikleye didikleye öğrenerek yaptım. 2003 yazında University of Southern California’nın yaz okuluna gitmek için her şeyim hazırdı. Çok heyecanlıydım. Ancak vize alamadım. Onun yerine o yaz dil okuluna başka bir ülkeye gittim. O yaz film yapma heyecanıyla ve bir o kadar da yapamıyor olmanın verdiği mutsuzlukla geçti. Bir şeyi çok istersiniz ama yol gösteren yoktur. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. İlk filmimi amcamın kamerasıyla çektim. Siyah Beyazdı. Özgürdüm, çünkü kimsenin anlayıp anlamamasına dair bir kaygım yoktu. Öğreniyordum ve kimse umurumda değildi.  Kafamda uçuşan fikirler vardı. Onları bir araya getirdim. Noktaları birleştirmeye çalıştım.  Ve böylece ilk filmim “Bu Benim Mastürbasyonum” çıktı.

Virgin Island öncesinde de sadece bir film yapmak istiyorum diye yola çıkmıştım. Daha duygusal ve yalnız olduğum bir dönemime denk geliyor o süreç. Soyutlandığımı düşündüğüm, çok arkadaşımın olmadığı bir dönemdi.   Ruh halime uygun bir yerdeydim üstelik. Yazın bile soğuk ve karanlık olabilen bir yerde. Wyoming’te. Soğuk bir yaz akşamı gol kenarında ateşin etrafında duyduğum gol hikayeleri beni heyecanlandırmıştı. Evet çıkış yolum bu gol olabilirdi.

Virgin Island’ı yaptığım için çok mutluyum. Onu yaparken çok şey öğrendim. Ve bu bahsettiğim öğrenilen şeyler, çok kişisel deneyimler. Bence bunlar anlatılabilemez. Ancak ve ancak yapılarak öğrenilir, hissedilir.

New York’ta yürümek keyifli, İstanbul da eksik diyorsunuz. Yürümek ve düşünmek etkisi bir fikrin oraya çıkması için etkili bir yöntem değil mi?

Kesinlikle. Benim için tuvalet sonrası ellerimi bol bol köpürterek yıkamak gibi, temizlendiğimi biliyorum. Yürümek, o anın stresinden uzaklaştırıyor beni. Yürürken etrafa, insanlara bakmak,  izlemek…  Dünyanın etrafınızda dönmediğini kendinize hatırlatmak için çok faydalı. Tabii herkesin bir yere yetişmeye çalıştığı, insanların üzerinize geldiği dar kaldırımlarda yürümekten bahsetmiyorum.

Neehir Tuna001

Film seyreden bir kısa filmci misiniz?

Evet. Kısa da uzun da izlerim. Son iki yıldır en çok vine izlemeyi seviyorum. Altı saniyede ne kadar çok şey anlatılabiliyor.

Bundan sonraki projeler?

Uzun metraj yazıyorum.

Türkiye’de çekilen kısa filmleri izleme imkanın oluyor mu, nasıl buluyor ve değerlendiriyorsun?

Denk geldikçe izliyorum aslında. Vimeo’da, Youtube’da görürsem izliyorum. Nadiren de olsa festivallerde izleyebiliyorum.  Çok başarılı bulduğum filmler var. Ama özellikle Türk kısa filmleri izlemek gibi bir alışkanlığım yok. Ödüllü kısa filmlerin bir arada olduğu DVD’ler oluyor, buldukça onları alıyorum.

En beğendiğin kısa ve uzun film yönetmenleri?

Luke Matheny ve Arı Şandel’i kısa filmleriyle tanımıştım. Bir çok isim var bunlar ilk aklıma gelenler.  Joachim Back’ın reklam filmlerine ve kısa filmlerine bayılıyorum. Özellikle The New Tenants’i herkes izlemeli.  Ayrıca Mike Cahill ve Stephen Daldry’i sayabilirim. Woody Allen elbette.

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Ali Kemal Çınar: ‘Beden üzerine düşündüğüm çok oluyor’

Kurte Film (Kısa Film) ile dikkatimizi çeken Ali Kemal Çınar,
blank

Şirin Bahar Demirel: ‘Kadınların görmezden gelinen, yok edilen hikayeleri, ilgilendiğim bir konu’

Şirin Bahar Demirel’in Kadınlar Ülkesi belgeselini daha önce izlemiştik. Son