Malumunuz, son zamanlarda hayatımıza giren ve gündelik alışkanlıklarımızdan biri halini alan dijital bir platform var; Netflix. Onun adını dost meclislerinde duyabilir yahut sosyal medyada övgü dolu cümleler içinde görebilirsiniz. Çünkü o, en başta kullanıcılarının isteklerini son raddede karşılayan ve yarattığı tatminkârlık hissiyle öne çıkan bir mecra.
Netflix, özellikle bizim gibi ucuz programların ve dizilerin ele geçirdiği televizyonların yer aldığı ülkeler için bulunmaz bir Hint kumaşı. Televizyondan beklentimiz nedir? Birkaç sağlam belgesel izleyebilmek, tutkunu olacağımız ve her yeni bölümünü merak içinde bekleyeceğimiz birkaç dizi ve tabii ki günün tüm yorgunluğunu unutturacak muazzam filmler izleyebilmek. Sizi bilmem ama benim bir televizyondan beklentim uzun yıllar bu oldu. Nitekim 90’ların sonu, 2000’lerin başında da bu beklentimi nispeten karşıladığımı söyleyebilirim.
Gelgelelim ki, televizyonda izlenecek bir tane bile aklıselim yapım bulamadığımız şu zamanlarda, imdadımıza Netflix ve onun türevleri yetişti. En baştan itiraf etmekte yarar var; büyük bir Netflix güzellemesinin içine dalıyor olsam da, henüz taze bir kullanıcıyım. Ancak karşılaştıklarım, beklentimin de daha ilerisinde seyretmekte.
Birkaç dizi izler, bir iki ay takılır sonra da üyeliğimi iptal ederim diye girdiğim Netflix’in son 10 gündür deyim yerindeyse müptelası oldum. Neden mi? Evet, Netflix en başta bize kaliteli diziler sunuyor ve ününü de şüphesiz ki buna borçlu. Ancak ürettiği ve üreteceği orijinal filmler, bu platformun günden güne artacak popülaritesinin de habercisi niteliğinde.
Filmler artık vizyona girmek yerine, kendini dijital ortamda gösterme yolunu seçiyor. Ve bunu yapanlarda öyle hiç azımsanacak isimler değil. Başrolünde Brad Pitt’in yer aldığı ve 26 Mayıs’ta izleyicisiyle buluşacak olan War Machine, Netflix’in şimdilik en merak edilen filmi. Tabii, tüm olay bununla da sınırlı değil. Martin Scorsese’nin bir sonraki projesi olan ve Robert De Niro ile Al Pacino’nun başrolleri paylaşacağı The Irıshman’ın hakları da Netflix tarafından satın alınmış durumda. Sahi gümbür gümbür gelen ayak seslerini duyuyor musunuz?
Sektörün dinamikleriyle oynaması muhtemel hamlelerle daha adından sıkça söz ettirecek olan Netflix, bir yandan da kendi orijinal filmleri için harıl harıl çalışmakta. Nitekim dizilerinin kalitesi, şimdiden taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan Netflix’in, takipçilerine sunduğu filmler de en az dizileri kadar kalite kokan işler.
Bu yazıyı yazmama sebep olan olay, kısa süre içerisinde Netflix’te izlediğim ve benzer tatlar aldığım üç üst düzey film. Çoğumuz zaman zaman izlerken bizi yormayacak ve tebessümü beraberinde getirecek filmler izlemek isteriz. Gelgelim ki özellikle son yıllarda samimi olma vadiyle yola çıkan ancak yapaylığıyla henüz ilk dakikada kendinden soğutan birçok film örneği ile karşılaştık. Bu da ister istemez klişe dahi olsa, sıcaklığıyla fark yaratan her bir filme sıkı sıkıya sarılmamıza vesile oldu. Sahi son yıllarda mizahla dramın harikulade harmanladığı kaç üst düzey film ile izledik ki?
İşte Netflix bu problemimize çözüm bulmuşa benziyor. Bir yandan izleyenlerine kahkaha garantisi veren, bir yandan da dramatik yapısını doğru şablonlar üzerine kuran filmleriyle arz-ı endam eden Netflix, izleyicinin dilinden anladığını bir kez daha ortaya koyuyor ve alkışı hak ediyor. Bu uzun girişten sonra, dilerseniz antidepresan etkisi yaratan o üç filmle sizleri baş başa bırakalım…
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
The Fundamentals of Caring (Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu – 2016)
Zaman efsanevi Fransız filmi Intouchables’ın tadını izleyenlerine aktaran, bunun yanında bir büyüme ve yol hikâyesi olarak da adlandırabileceğimiz The Fundamentals of Caring, nadir bir hastalığı bulunan bir çocuğun yeni bakıcısı ile atıldığı bir macerayı merkezine alır.
Malumunuz, mizahı unsurlar yol hikâyelerinin olmazsa olmazıdır. Ancak The Fundamentals of Caring’i net bir komedi filmi olarak da tanımlamak yanlış olacaktır. Nitekim filmin içinde bir annenin çocuğu için duyduğu endişeye, geçmişiyle hesaplaşması olan bir adamın psikolojik travmasına yahut tekerlekli sandalyede hayatını idame ettirmek zorunda olan bir çocuğun hayallerine de ulaşmak mümkün. Birbiri içine başarıyla geçmiş birçok farklı konunun, duranlığa izin vermemesi, kuşkusuz filmin seyir zevkini yukarılara taşıyan yegâne unsur.
Film ile ilgili söylenmesi elzem olan konulardan biri de, olayların oldukça hızlı gelişmesine rağmen arkasında hiçbir boşluk bırakmamayı başarabilmesi. Burada da yönetmenin anlatım tarzını takdir etmek gerekiyor. Bakıldığı zaman 140-150 dakikalara çıkması muhtemel bir hikâyeyi, 100 dakika gibi standart bir süreye çeken Rob Burnett, böylelikle filmin dinamizmini yukarılarda tutuyor ve filmden olası bir kopuşun önüne geçiyor.
Tabii ki filmin yer yer klişe koktuğunu da söylemekte yarar var. Özellikle iki kişi çıkılan yolculuğun, asla iki kişi bitirilememesi, yol hikâyelerinin her zaman başvurduğu bir yöntem olmuştur. Aynı şekilde, hasta çocuk-bakıcı arasındaki gizemli ilişki de daha önce defalarca kez izlediğimiz gibi, git gide kuvvetlenmekte. Ancak hikâyenin içinde barındırdığı tonla klişeye rağmen, hiç beklenmedik anda hortlayan espriler ve karakterlerin birbiri arasındaki uyum, filmin seyir zevkinden ödün vermesinin önüne geçiyor.
The Fundamentals of Caring’in mizahı atmosferi kadar güçlü bir tarafı da ajite etmeyen dramatik tarafı. Özellikle hasta çocuk ve bakıcı arasında vuku bulan diyalogların gerçekçi bir şekilde aks ettirilmesi ve bu hastalık sürecindeki ince noktaların es geçilmemesi, filmin yapaylıktan uzak bir haleti ruhiye içine girmesine olanak sağlıyor.
Oyunculuklara geldiğimizde ise, yanımızda bir dolu methiyeyi de beraberimizde getirmemiz gerekli. Özellikle bakıcı rolündeki Paul Rudd ile hasta çocuk Trevor’a hayat veren Craig Roberts’ın arasındaki uyum, filmin mizahi duruşunu yukarılara taşımaktadır. Keza onların git gide bir baba-oğula dönüşmesi ve bu değişimi izleyenlere olanca gerçeklikle aktarmayı başarmaları, filmin realitesine birebir etki etmektedir. Bu ikiliye ek olarak, hikâyenin ikinci yarısında ekibe dâhil olan ve uyum sürecini çabuk bir şekilde atlatan Dot rolündeki Selena Gomez de özgür kız performansıyla alkışı hak ediyor. Nitekim şimdilerin en popüler simalarından olan Selena Gomez’in, sade ve hikâyenin gidişatına uygun güçlü oyunculuğu, filmin ikinci yarısındaki vites artırımının daha dinamik bir şekilde orta konmasına olanak sağlıyor.
The Fundamentals of Caring, samimi atmosferi ve anlatış biçimiyle ilgi çeken; aynı zamanda başından sonuna dek keyif veren bir yapım. Popüler bir tabirle betimlemek gerekirse “Feel good movies” türünün sağlam örneklerinden biri olan film; eve yorgun gelinen herhangi bir zaman diliminde zevkle izlenebilecek yapısıyla öne çıkmaktadır.[/box]
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
The Young Offenders (Genç Suçlular – 2016)
Her şeyi bir kenara koyup, fütursuzca gülmek istiyorum diyenlerden misiniz? O zaman The Young Offenders tam size göre bir film! Bir gençlik komedisi olarak karşımıza çıkan ve arkasına bakmadan anbean dinamizmini yukarılara çeken film, iki genç kafadarın kayıp olan 7 milyon euroluk kokaini bulmak için yola koyulmalarını konu almaktadır.
Bisikletin tepesinde, oradan oraya sürüklenen ve bu süre zarfı içerisinde izleyen herkese kahkaha vadeden iki kafadarın öyküsü; derinlik iddiası olmayan ve duru bir komedi filmi nasıl olmalı sorusuna cevap verir nitelikte karşımıza gelmektedir. The Young Offenders, 83 dakika gibi kısa olarak varsayacağımız bir sürede, bu iki hayalperest gencin peşine izleyenlerini takıyor ve adeta çene kaslarına jimnastik yaptırıyor.
Son yıllarda öylesine boş, öylesine güldürmeyen ve yalnızca adı komedi olan filmlerle karşılaşır olduk ki, bu da ister istemez türe karşı mesafeli yaklaşmamıza sebebiyet verdi. Sahi, herhangi bir komedi filmi izleyecekken, “Acaba bu sefer ne gibi bir saçmalıkla karşılaşacağız” sorusunu siz de kendinize sormuyor musunuz?
The Young Offenders’ın başarısı, içinde birçok saçma olarak nitelendirebileceğimiz unsuru barındırmasına rağmen, kendisini tiye alabilmesinde ve daha da önemlisi servis ettiği güldürünün akılcı esprilere sahip olmasında yatıyor. Sahi bir teenage hikâyesinden, zekice espriler görmeyeli ne kadar olmuştu?
İrlanda yapımı olan ve izleyenlerini rüzgârına katıp oradan oraya sürüklemeyi başaran The Young Offenders, amiyane tabirle matraklığıyla öne çıkan ve izleyenlerine güldürü garantisi veren bir film. İddiasız, sade ve yer yer amatör seyreden çekimlerine rağmen, başından sonuna dek seyir zevkini yukarılarda tutmayı başaran film, gülme terapisine girmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir iş olarak arz-ı endam ediyor.[/box]
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
I Don’t Feel at Home in This World Anymore (Bu Benim Dünyam Değil – 2017)
Bu üç film arasında belki de en muazzamı ve en popüler olanın I Don’t Feel at Home in This World Anymore olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim film, basit bir izle-geçten öte, festivallerde yarışan hatta Sundance Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen bir yapım olarak da adından sıkça söz ettirmiştir.
Yönetmenliğini, Blue Ruin filminin başrollerinden Macon Blair’in yaptığı ve Melanie Lynskey ile Elijah Wood’un başrollerini paylaştığı film, kendine has bir komedi filmi olarak başlayan ama ilerleyen dakikalarda yavaş yavaş büründüğü ilginç ruh haliyle dikkat çekiyor.
Özellikle ilk dakikalarında, Ruth (Melanie Lynskey) karakterinin aksilikleri adeta bir paratoner edasıyla üzerine çekmesini izleyenlerine yansıtan film, henüz daha en başında ezber bozan bir film olacağının da ilk sinyallerini vermektedir. Nitekim Ruth’un yaşadığı basit, ama gündelik hayatta hepimizin karşılaşması muhtemel olaylarla empati kurabiliyor oluşumuz, filmi ilginç kılan ilk detay olarak da belirmektedir.
Elijah Wood’un canlandırdığı Tony’nin hikayenin içine entegre edilmesiyle birlikte, tarzını yavaş yavaş değiştiren ve özgün bir kovalamacayı huzurlarımıza getiren film, bu dakikadan itibaren bir yandan sıra dışı karakterleriyle güldürmeyi başarırken bir yandan da merak uyandırıcı bir hikayeyle seyir zevkini yukarılara taşımıştır.
Tabii ki I Don’t Feel at Home in This World Anymore’un tüm başarısı, yalnız kendine has mizahı ya da kovalamacası değil. Özellikle filmin finale doğru tarzını değiştirmeyi seçmesi ve şiddet unsurlarına sıkça başvurması, tüm bu mizahi atmosfer içerisinde izleyenlerine de farklı duygular yaşatmayı başarıyor. Kanın adeta oluk oluk aktığı ve rahatsız edici sekansların ani bir şekilde belirdiği film, bunu olanca gerçekçiliği ile aktarırken, bir yandan da parodiyi andıran tavrıyla kendisini tiye almayı başarıyor ve ilk dakikasından itibaren takındığı üsluptan ödün vermiyor. Birden fazla türü deneyen ancak buna rağmen seyir zevkinden asla ödün vermeyen bir film için, böylesi cesur denemelerin takdire şayan olduğunu da belirtmek gerekir.
I Don’t Feel at Home in This World Anymore, aksiliklerin insanı olan bir kadını odak noktasına alırken, onun bu sıra dışı yolculukta tanışıp maceradan maceraya atıldığı bir adamla yaşadığı eğlenceli ve bir o kadar da sert olayları odak noktasına alır. Tam bir kara-mizah örneği olarak tanımlayabileceğimiz ve ilk dakikasından itibaren izleyenlerini içine çekmeyi başaran film; cesur ve sürükleyici yapısıyla ilgi odağı olmayı başarıyor.[/box]
Netflix’in orijinal yapımı olan üç filmi, sizin için kısaca incelemeye çalıştım. Bu üç film sonrası, uzun zamandır vizyon filmlerinden alamadığım samimiyeti ve eğlenceyi Netflix’in özgün işlerinde bulduğumu söyleyebilirim. Bu nedenle platformun ilgi ile izlenen dizileri haricinde, kendi ürettiği filmlere de göz atmanızı tavsiye ediyorum. Son söz olarak, eğer ki dizi ve film işinde böylesine kendine has işleri ortaya koyan Netflix, Türk filmlerindeki database’ini de bir nebze geliştirirse, gerçek anlamda birçok insanı kendine âşık edecektir diyor ve yazıya noktayı koyuyorum.
Yakında gelecek olan RTÜK sansürüyle birlikte bu zevkimiz de mazide kalmaz umarım