Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı romanından uyarlanan Never Let Me Go “Bizi insan yapan nedir?” sorusunu odak noktasına alan bir İngiliz yapımı. Sunshine, The Beach ve 28 Days Later filmlerinden tanıdığımız Alex Garland tarafından senaryoya uyarlanan bu distopik filmin başrollerinde Carey Mulligan, Keira Knightley ve Andrew Garfield’ın yer alırken, filmin yönetmen koltuğunda ise 2002 yapımı One Hour Photo adlı uzun metrajlı filmi dışında daha çok video klipler çekmiş bir isim olan Mark Romanek oturuyor.
İlk baskısı 2005 yılında yapılan roman, yayınlandığı yıl Time dergisi tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesinde yer almış ve pek çok eleştirmen tarafından da yüzyılın en iyileri listelerine seçilmiş. İnsanların klonlandığı bir dünyayı betimleyen hikayede üç çocukluk arkadaşının arasında geçenler işleniyor. Hikâyeyi beyazperdeye taşıyan Alex Garland ve Mark Romanek, Ishiguro’nun konuyu bilimkurgu odaklı işleyişinin geri planda tutup, olaylara daha kırılgan bir yapıda yaklamış. Romanek filmle ilgili düşüncesini şöyle paylaşmış: “Birçok bilimkurgu filmi baskın yönetimlerden kaçma ya da onun gibi şeylerle ilgili fakat bizde durum tam tersi. Karakterlerimiz hiçbir noktada kaçmaya yeltenmiyorlar çünkü doğduklarından beri bir onur ve bulundukları topluma karşı görev bilinciyle büyütülmüşler. Kaçmamalarının bir sebebi de gidecek bir yerleri olmaması. Film, sevdiğiniz insanları ‘o anda’ kucaklamanın önemini vurguluyor, çünkü zaman kısa. Bu filmle çok güzel ve ironik bir iş çıkartmak istedim. İzleyiciyi Ishiguro’nun yarattığı dünyaya dahil edebilmeyi umarak yaptık. Filmin romantik olması da benim için çok önemliydi, estetik açıdan memnun edici olması da, çünkü filmin sunduğu deneyim, acı-tatlı bir deneyim.”
Hikâye, kendinden “bakıcı” olarak bahseden Kathy’nin dilinden anlatılıyor. 1960’lı yıllarda, Kathy, Tommy ve Ruth, çocukluklarını Hailsham’de huzurlu ve oldukça iyi bir İngiliz yatılı okulunda geçirmektedirler. Ancak bu okul alelade bir okul değil; klonlanmış insanların dönor olarak yetiştirildiği bir okuldur. Kathy, Tommy ve Ruth aslında birer kopyadırlar ve zamanı geldiğinde “misyon”larını tamamlayıp organlarını bağışlamak, daha sonra da ölmek için yaratılmışlardır. Kathy oldukça içine kapanık, sessiz ve utangaçtır, aynı zamanda da Tommy’e aşıktır. Ruth ise Kathy’nn Tommy’e karşı olan hislerini bildiği halde Tommy’i elde eden, biraz daha deli dolu bir kızdır. Ancak bu aşk üşgeni bu üçlüyü birbirinden uzaklaştırmanın aksine birbirlerine daha da yakınlaştırır. Çünkü her biri zamanı gelince misyonunu tamamlayacağının bilincini taşırken, bu ortak kaderleri onları bir arada tutmayı da başarır. Film boyunca onların yaşadıklarına küçüklüklerinden yetişkinliğe geçiş dönemlerine kadar tanık oluruz.
İşte bu üç arkadaş, küçük yaşlarından itibaren onlar için yaratılmış küçük korku imparatorluğunun içinde yaşayan ve kaderlerine razı olan varlıklar. Belirli bir yaşa kadar dış dünya ile bağlantıları yok. Bu monoton yaşamlarında onları okulda tek heyecanlandıran şey zaman zaman sanat okuluna gönderilmek üzere hazırladıkları resimler ve kazandıkları pullar karşılığında aldıkları ufak tefek eşyalar. Misyonlarını tamamlamak dışında bir tercihlerinin olması da söz konusu değil. Doktor, avukat, gazeteci, sanatçı, kısacası istedikleri hiçbir şeyi olma lüksleri yok. Yapabilecekleri ya da elde edebilecekleri tek şey, okulun onlara verdiklerinden ibaret. Bundan daha kötü olan şey ise, tüm bunları çok kısa bir sürede yapabilecek olmaları. Çünkü fazla zamanları ne yazık ki yok. Her bir karakter hayatının geri kalanını, öleceğini bile bile yaşıyor. Tabii bu, içlerinde hayata karşı bir sitem barındırmalarını engellemiyor. Tommy, karşı koyamadığı bu haksızlığa avaz avaz bağırarak karşı çıkıyor. Ruth ise en yakın arkadaşına kötülük yaparak. Oysa Kathy hepsinden farklı. O tüm yaşadıklarına, kaderlerine boyun eğmiş durumda, sessiz ve hüzünlü bakışlarıyla sadece susarak karşı koymaya çalışıyor. Vaktini donörlere bakıcılık yapmakla geçiriyor. Ama izleyiciye en derin mesajı da o veriyor. Düzene karşı sessiz kalarak bir nebze de olsa görünmez kalmayı başarabiliyor, ama önünde sonunda kaderine o da boyun eğmek zorunda kalıyor ve tüm sevdiklerinin ardından en son giden o oluyor.
Gerçek hayat da böyle aslında. Hepimiz hiyerarşik bir düzenin istediklerini yerine getiriyor, körü körüne bize sunulanları uyguluyoruz. Her birimiz önceden belirlenmiş sayılı bir zamanı yaşıyoruz ve inanmadığımız halde sorgulamaktan çekindiklerimizle birlikte kendimize biçilen hayata razı olup mutsuz ve duyarsız bir şekilde kendi misyonumuzu tamamlamayı bekliyoruz. Kathy, Tommy ve Ruth’un sınırların dışına çıkamadan, isyan etmeye bile korkarak geçirdikleri kısa ömürleri, çoğumuzun yaşamının bir yansıması aslında.
Film boyunca aklımızı sürekli aynı sorular kurcalıyor: “Neden kaçıp gitmiyorlar? Neden ellerinde onca fırsat varken, her şeyi geride bırakıp kendi hayatlarını yaşamayı tercih etmiyorlar?” Bir süre sonra bu sorulara kendi kendimize yanıt veriyoruz. İnsan beyni o kadar kuvvetli bir yapı ki, dışarıdaki sınırlardan çok daha güçlü sınırlar çiziyor kendine. Küçük yaştan beri öğrendikleri, katı kuralları olan okulun üzerlerindeki etkisi onları kaçıp kendi hayatlarını yaşamaktan alıkoyuyor, kaderlerine boyun eğip, başka bir yola sapmalarını engelliyor. Zaman zaman bu duruma isyan eder gibi olsalar da, ne yazık ki bu isyanlar harekete geçmelerini sağlamaya yetmiyor. Tüm bu yaşadıklarını da aslında filmdeki tek bir cümle özetliyor: “Bizim hayatımız, kurtardığımız hayatlardan ne kadar farklı olabilir?”
“Buraya gelir ve burasının çocukluğumdan beri kaybettiğim her şeyin silinip gittiği yer olduğunu hayal ederim. Kendi kendime, eğer bu hayalim doğru olsaydı ve yeterince uzun süre bekleseydim ufukta bir siluetin belireceğini bana gitgide yaklaşacağını sonra da gelenin Tommy olacağını söylerim. El sallardı. Belki çağırırdı bile. Hayalimi bundan öteye götüremem. Buna izin veremem. Onunla vakit geçirebildiğim için çok şanslı olduğunu hatırlatırım kendime. Bizim hayatımızın kurtardığımız hayatlardan pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Hepimiz misyonumuzu tamamlıyoruz. Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ve yeterli zamanımız kalıp kalmadığını hissedemiyoruz.”
Judy Bridgewater’ın Never Let Me Go parçasının eşliğinde, sevmek, hayal kumak, hepsinden ötesi insan olmak üzerine düşüncelerini çekinmeden söyleyen film, Carey Mulligan’ın naif yüzü ve üzgün bakışları, Keira Knightley’in içten pazarlıklı karakteri ve bastırdığı isyanını beyazperdeye çok iyi yansıtan Andrew Garfield’ın başarılı oyunculuklarıyla izlenmeyi sonuna kadar hak eden 2010 yapımları arasında yer alıyor.
Film konu olarak ilgi çekici. Andrew Garfield da oyuncu olarak başarısını ortaya koymuş. Yönetmen de filmin atmosferini tam senaryoya ve filmin gidişatına uygun hale getirmiş.Filme hakim olan düşünce insanı kendi içinde yorumlandırmaya bırakıyor ki bu filmler başarılı bir durumdur. Bitirdikten sonra sanki olay örgüsü ve miktarı biraz daha fazla olsaymış daha mı iyi olurmuş diyoruz, ama sonra tam ideal miktarda olduğunun farkına varıyoruz