Yani ille de tek bir yaşayan ölüler filmini seçmem gerekseydi, George Romero ve John Russo ortaklığının sinema tarihine armağan ettiği bu şaheseri tek geçerdim. Night Of The Living Dead (Yaşayan Ölülerin Gecesi, 1968) tepeden tırnağa, silme süpürme bir kült film. Gücü, sadece perdede adeta kapana kısılıp kalan şahsiyetleri terörize etmesindeki ustalıkta değil, türün bir takım kurallarını ve klişelerini (yaşayan ölüleri insan eti yiyen hale getirme fikri, kafalarından vurulunca ölmeleri vb.) inşa edip başlı başına bir alt-tür doğurmasında ve bunu yaparken de karanlık ve bir o kadar da karamsar sayısız politik ve sosyolojik okumaya olanak sağlamasında yatıyor. Zaten hem biçim, hem de içerik açısından başyapıt statüsüne erişmiş 40 yaşından büyük kaç bağımsız kült korku filmi vardır ki? Bir avuç. Onları da zaten kült filmler yazı dizisinde elimizden geldiğince tek tek ele almaya çalışıyoruz.
Her şeyden önce; “Night Of The Living Dead” (1968) dev metaforlar ve çok sayıda alegoriyle örülü, bu da metnin sayısız okumaya kapılarını açmasına vesile oluyor. Film her ne kadar kurguda devamlılık açısından sıkıntılar yaşıyor olsa da, zamanla, bütün içinde anlam ve önem kazanan parçalardan oluşuyor. Örneğin açılışı ele alalım, bir araba hoş bir muhitte bir yere doğru gidiyor. Fonda bize yaklaşmakta olan tehdidi usulca haber veren rahatsız edici, iç gıcıklayıcı bir müzik var. Birkaç planda arabanın ilerleyişini görüyoruz. Derken, aracın arka tarafındaki yol kenarında sabit bir noktadayız. Araba hafif eğimli bir yokuştan yukarı doğru yavaşça ilerliyor. Arkasından bakakalıyoruz. Yolun sağındaki bir tabeladan arabanın bir mezarlığın arazisine girmiş olduğunu öğreniyoruz. Kamera sabit. Arabanın virajı dönüp gözden kaybolmasını bekliyor. Araba mezar taşlarının bulunduğu merkeze ulaşıyor. Sağ sol mezar taşı dolu artık. Çamların arasında bir mezarlıktayız. Sonra ani bir kesme, yeni bir planda, bu sefer gelen arabayı çekiyor, kameranın dibinde büyükçe bir Amerikan bayrağı. Bayrak dalgalanıyor. Ve aynı anda yönetmenin adı ekrana geliyor. George A. Romero.
İşte, bu ilk başta pek de anlamlı görünmeyen açılış sahnesi (ki, ne gerçek zamanda ne de sinemasal zamanda henüz iki dakika bile geçmedi) filmin politik duruşuyla, dehşet verici kırılma anlarıyla ve ürkütücü finaliyle yeniden anlam kazanıyor ve bu düşük bütçeli bağımsız korku filminin keskin bir toplumsal eleştiri sunmasına katkı sağlıyor. Çözülmüş aileler (kardeşler, ebeveynler ve küçük çocukları), ne yöne gideceğini bilmeyen bir toplum, birbirini “yiyen”, yok eden kitleler, yıkımı yıkımla engellemeye çalışan kamu görevlileri, üzerine düşen vatandaşlık görevlerini, resmi görevlerini ya da takım çalışmasının gerektirdiği görevleri ihmal eden bireyler toplumu adeta acı, ölüm ve yozlaşmadan mürekkep fasit bir dairede sıkışmaya mahkum ediyorlar. Haliyle iç tehdit dış tehditle birleşiyor, at izi it izine karışıyor ve güzel insanlar pırasa sapı gibi dökülüyorlar. Yani ulusal bir dekadan bundan daha iyi anlatılamazdı.
Evlatlar hem kendi aralarında (fraksiyonlar) hem de anne babalarıyla (tabii ki, ’68 kuşağı) çatışma halinde, komşular komşularla, kamu görevlileri “halkla” (bir şekilde) çatışma halinde. Farklı grupların arası asla iyi değil. Arası iyi olan insanlar sadece ve sadece birbiriyle bütünüyle aynı olan, farklı bir rengi barındırmayan gruplar içinde var olabiliyorlar. Yaşayan ölüler ve milis şeklinde organize olmuş yaşayan ölü avcısı linççiler gibi. Bu ikisinin arasında kalan grubun başına ne mi geliyor? O acımasız “Bitaraf (tarafsız) olan bertaraf (ortadan kaldırılmış) olur lafı” tanıdık geliyor mu size? İşte öyle bir şey.
Bu da yetmiyor. George Romero ve John Russo daha mükemmel bir işe imza atıyorlar ve sinema tarihinde ilk defa bir korku filmi kahramanını siyahi bir aktör yapıyorlar. Başroldeki Ben’i oynayan Duane Jones gerçek hayatında bir İngilizce profesörü ve aynı zamanda New York Devlet Üniversitesi’nin Old Westbury kampüsündeki Maguire Tiyatrosu’nun başında olan bir akademisyenmiş. Herif zaten Tiyatro Bölümü Başkanıymış yani. Aynı zamanda New York’taki Richard Allen Center’da sanat direktörü. Öyle tırıvırı biri değil. Tamam, bunu çeken çocuklar 26-27 yaşında genç delikanlılar ama yapmak istedikleri şeyin gayet farkındalar. Dikkatinizi çekiyorum, sene 1967. Ve haliyle bu filmin oklarını yöneltmek istediği politik merkezler var. Filmin çekimleri 1967 yılının Kasım ayında bitiyor, yaklaşık 6 ay kurgu üzerinde çalışıyorlar (kabul ediyorum, yine de devamlılık hataları var ama bu bir ilk film ve bağımsız bir film) ve Romero’nun beyanına göre 4 Nisan 1968’de nihai kurgu bitiyor. Filmi yanlarına alıp New York’a doğru yola çıkıyorlar, sırf arabalı bir sinemada gösterip izleyici tepkilerini ölçmek için, yolda siyahi lider Martin Luther King’in suikast sonucu öldürüldüğünü öğreniyorlar.
Bu noktada, iki olayın filmin gişesinin önünü açıp, filmi finansal açıdan gelmiş geçmiş en başarılı bağımsız korku filmlerinden biri haline getirdiğini öne sürebiliriz. Bunlardan ilki, az önce kısaca değindiğim Martin Luther King suikastı. Film, gösterime bu yas ortamında giriyor ve haliyle, senaryosundaki kimi öğeler itibariyle dönemin ruhunu yakalamayı başarıyor. Bilhassa finalde yaşanan dehşet ve akabinde gelen (maktule dokunmamak için) kancayla taşıma imgeleri ırkçılık karşıtı bir duruş sergiliyor. Filmin bir şansı da şu olmuş. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki film derecelendirme sistemi (MPAA) 1968 yılının Kasım ayında devreye giriyor (ülke çapında uygulama 1969 yılını buluyor, o tarihe kadar denetim hakkı yerel güvenlik güçlerinde yani polis ya da commonwealth security’lerde). Bu film 1968 sonbaharında (1 Ekim’de ulusal dağıtıma girmiş) gösterime girdiği için rating almamış, yani resmi sansür uygulanmamış ya da yaş sınırı konulmamış. Gösterimler 1969 yılına sarkmış olmasına rağmen rating’i olmadığı için uncut gösterimler genel seyirciye (herkese) açık halde devam etmiş. Film, aylarca gösterimde kalmış.
Roger Ebert, film hakkındaki yazısını bu sansür olmama hali üzerine inşa eder. Yaşları 16’yı geçmeyen bir sürü çocukla beraber filmi izlediği günü ve yaşanan dehşeti anlatıp çocukların kendilerine neyin çarptığını bile anlamadıkları söyler. Çiğ çiğ yenilen insanlar (pişmiş olanlar da var), annesini öldüren çocuklar, cayır cayır yanan insanlar, hunharca katledilen masumlar, öldürülen çocuklar, öldürülen ana kahraman. Mübarek film değil sanki bir dehşet tiyatrosu, bir Grand Guignol deneyimi. Ve o güne kadar böyle bir film yayınlanmadığı için de hiçbir haberi olmadan filme giden (hem de yanında ebeveyni olmadığı halde) yüzbinlerce, milyonlarca çocuk. Sansürden yırtmış olmasının gişesini katladığı kesin. Yoksa bu kanlı filmin içerdiği yoğun ve katmanlı şiddet, liberal ve özgürlükçü duruşu, siyahi bir oyuncu üzerinden verdiği ırkçılık karşıtı politik mesajlar nedeniyle herkes için “uygun” görülmeyeceği kesindi. Sonuçta, birkaç ay sonra aynı sistemin “Easy Rider”a, “Midnight Cowboy”a, “They Shoot Horses, Don’t They?”e, “Medium Cool”a, “The Wild Bunch”a bile tahammül edemez hale geliverdiğini hepimiz biliyoruz. “Night Of The Living Dead” ortalık sakinken gelip parsayı topluyor. İyi ki de topluyor çünkü sayesinde hem zengin bir alt-tür hem de George Romero gibi seçkin ve seçici bir tür yönetmeni kazanmış oluyoruz. Ama maalesef bir nesle travma yaşattığını da not düşmek boynumuzun borcu.
“Night Of The Living Dead” aslında, yıkılan ailelere, harap olan evlere/yuvalara, çürüyen bir topluma dair bir film ve ana omurgasında da bizler-onlar karşıtlığı yer alıyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde; “If…” (1968), “Planet of the Apes” (1968), “Easy Rider” (1969), “Zabriskie Point” (1970) ya da yine kült filmler yazı dizisinde ayrı bir başlık adı altında anacağımız “Who Can Kill a Child?” (1976) ile aynı kan grubunda yer aldığını öne sürmek mümkün. “Night Of The Living Dead” bir tür çürümenin sinemasını yapıyor, hem de insan eti yeme, ceset yeme gibi dehşet verici bir imgelem üzerinden ki asıl farklılığı ve başarısı buradadır. Belirli bölgelerin kasten muğlak bırakıldığı çarpıcı hikayesine ilaveten, grenli görüntüleri, el kamerası kullanımı ile kapalı ve dar alanlardaki mizansen ustalığı ve siyah beyaz imgelerin vermiş olduğu gerçeklik hissi sayesinde belki de tüm bir korku sineması tarihinde de bambaşka bir yere oturuyor. Bu filmi sadece bir kez seyredenlerin bile, sıradan bir öğleden sonra televizyondaki alelade bir yerel kanalda bu filme herhangi bir dakikasında yeniden denk gelse çok geçmeden filmi tanıyacağına eminim. İşte, değerli sinemaseverler, estetikte eşsiz bir duruş yakalamak denilen şey budur.
Peki, bu filmle ilgili memnuniyetsizliğim var mı? Var. Hem de iki tane. Birincisi, yapımcılar tarafından kesilen yaklaşık 10 dakikalık kısmın bugün kayıp statüsünde olması, diğeri de şu: Orijinal senaryoda baba kızını değil, kız babasını yiyormuş. Romero’nun bu versiyonu çekemediğine çok üzüldüm, evet çok daha kaba ve gaddarca olacaktı ama muhtemelen filmle ilgili okumalara yeni bir istikamet sağlamış olacaktı. Sadece bıçaklama olayı aynı etkiyi uyandırmıyor açıkçası.
Daha sonra film hakkında kapsamlı bir analiz yapacağım ve Walter Cronkite’dan Vietnam Savaşı’na, çiçek çocuklarından Robert Kennedy’nin vurulmasına kadar birçok tarihsel kişi ve/veya olay kapsamında içine doğduğu iklimi tasvir edip onu tarihsel bir perspektifin içine oturtacağım ama şimdilik “Night Of The Living Dead” için söyleyeceklerim bu kadar. Bu arada, “Night Of The Living Dead” (1968) en meşhur yaşayan ölü filmlerinden biri olmasına rağmen filmde bugün türü betimlemek için yoğun olarak kullanılan o meşhur terim hiç geçmez. Sanırım, benim yazımda da geçmedi. Hadi iyi seyirler.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Phillips, Kendall R., “DARK DIRECTIONS: ROMERO, CRAVEN, CARPENTER, AND THE MODERN HORROR FILM”, 2012. Southern Illinois University Press, ABD.
Williams, Tony, “THE CINEMA OF GEORGE A. ROMERO: KNIGHT OF THE LIVING DEAD”, 2003, Columbia University Press, ABD.
[/box]