Bir yılı aşkın bir süre ara verdiğimiz Kült Filmler Zamanı adlı yazı dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hâl böyle olunca, bu hasrete, “kült” denince akla ilk gelen filmlerden biriyle son vermek istedim. David Lynch’in Eraserhead’i ya da Orson Welles’in The Tragedy of Othello: The Moor of Venice’i (1951) gibi bazı filmler sadece içeriğiyle değil, çekim aşaması ve sinema dışı öğeleriyle de kült mertebesine erişir. The Night of the Hunter (Caniler Avcısı) da onlardan biri. Ne şanlısıyız ki, 2014 yılında !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında bu filmi beyazperdede deneyimleme fırsatı da elde etmiştik, üstelik yenilenmiş bir kopyasından.
The Night of the Hunter’da hemen her biri kariyerinin en iyi performanslarından birini (belki de en iyisini) ortaya koymuş olan olağanüstü bir kadro var. Hemen her biri derken; başrol oyuncusundan çocuk oyuncusuna, yönetmeninden senaristine, kurgucusundan müziklerin arkasındaki isme, görüntü yönetmeninden sahne ve set tasarımcısına kadar hemen herkesi kastediyorum. İnanılır gibi değil. Bu, çok sayıda gezegenin aynı anda aynı hizada olması gibi ender görülen bir durumdur. Filme hayat veren kadronun üzerinden geçerek tezimizi somutlamaya çalışalım.
The Night of the Hunter, Davis Grubb’ın bol İncil referanslı, 1953 tarihli, aynı adlı romanından uyarlanmış. Bu yazıda detaylarına çok fazla değinmeyeceğim ama filmin uyarlandığı romanı okudum. Aslında 100 küsur sayfalık bir roman ama ‘kısa roman’ (novelette) diye tanımlamak yanlış olur, o zamanlar çoğu roman 200 sayfanın altındaydı. Neyse, Grubb’ın romanı bugün Amerikan literatüründe “güneyli gotik” veya daha doğru bir tabirle, “gotik güney romanı” (southern gothic novel) denilen bir türün kurucularından. Nedir bu bir esere güneyli stilini kazandıran şeyler? Dinsel anlamda tutuculuk/bağnazlık, mezheplere ve tarikatlara bağlılık, cinsel sapkınlık, yoğun alkol tüketimi, hemşehricilik, ırkçılık, yüksek şiddet eğilimi ve linç eylemleri, kadın düşmanlığı, yoksulluk, işsizlik, düşük eğitim düzeyi ve cahillik, tuhaf espri anlayışı, yöreye has aksan, doğa güzellikleri ve bölgeye ait egzotik öğeler.
23 Temmuz 1919’da Moundsville, West Virginia’da dünyaya gelen Davis Grubb depresyon döneminin travmatik izlerini taşıyan romanı The Night of the Hunter’ı 1953 yılında yayınlar. Aslında The Night of the Hunter, Davis Grubb’ın ilk romanıdır, hâliyle biraz da para ve isim yapmak istediği için popüler istismar öğelerini (din, yetim çocuk, kadın sömürüsü, şiddet, cinayet, idam vb.) hikâyesine bol kepçeden serpiştirir. Grubb’ın sosyal hizmetler uzmanı olan annesine ithaf ettiği kitabı bir süre sonra çok satanlar listesine girer hatta 1955’te Ulusal Kitap Ödülü (National Book Award) finalistliğine yükselir. Asıl şaşırtıcı olan ise kitabın gerçek bir olaydan esinlenmiş olmasıdır. Quiet Dell, West Virginia’da Harry Powers adında biri, iki dul kadını ve üç çocuğu öldürdüğü için asılarak idam edilmiştir. Grubb yetiştiği yörede kulaktan kulağa anlatılan, hemen herkesin detaylarıyla bildiği bu korkunç vakayı alır ve öyküsünün ana gövdesine yerleştirir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Fransa’da (en meşhuru Henri Desire Landru ya da bilinen ismiyle Bluebeard yani Mavisakal vakası olmak üzere) ve Büyük Buhran’dan (1929 Ekonomik Bunalımı) sonra Amerika’da bu tip önceden tasarlanmış ve vahşice işlenmiş cinayetlerin yaygınlaştığını biliyoruz. En az The Night of the Hunter kadar meşhur olan Alfred Hitchcock klasiği Shadow of a Doubt (1943) ve film eleştirmeni James Agee’nin adeta bütün meslektaşlarını karşısına alarak müdafaa ettiği Charlie Chaplin filmi Monsieur Verdoux (Mösyö Verdu,1947) gibi birçok popüler filmin hikâyesi, yokluğun ve çaresizliğin adeta kol gezdiği bölgelerde sıkça yaşandığı anlaşılan benzeri olaylardan esinlenilerek kaleme alınmıştır. Grubb’ın tarihsel olaylardan esinlenerek yazdığı The Night of the Hunter, en güçlü yapıtı olarak kalır, bir daha bu denli etkili bir eser yayınlayamaz.
Davis Grubb’ın The Night of the Hunter romanını sinemaya, film eleştirmeni James Agee uyarlar. Önce bu uyarlamadaki kimi öğelere aşinalığını ortaya koyacağı için kısaca Agee’yi anlatalım. 27 Kasım 1909’da doğan James Agee, daha 1930’ların başında Harvard Advocate için yazdığı iki öyküyle (They That Sow in Sorrow Shall Reap ve Death in the Desert) büyük bir saygınlık kazanmış, sağlam bir yazardır. Knoxville, Tennessee’de doğan James Agee beş yaşındayken babasını trafik kazasında kaybeder. Küçük kız kardeşi ve tutucu annesiyle ortada kalır. Ömrü yatılı okullarda geçer, çoğu Kiliseye bağlı okullardır, o yüzden mentoru ve hayattaki en önemli sırdaşı okuduğu okulların birindeki bir rahip olur (Rahip James Flye), ikili ömür boyu mektuplaşırlar hatta bu mektuplaşmalar daha sonra bir kitaba dönüşür. Annesi ikinci evliliğini bir rahiple yapar yani sizin de fark etmiş olduğunuz üzere, bu romanı uyarlamak için daha uygun bir isim düşünülemezdi.
Sorunlu bir çocukluk geçiren James Agee’nin 1940’lardan itibaren artan yoğun alkol tüketimi, kavgacı ve polemikçi kişiliğini büyük ölçüde etkileyen hatta belirleyen bir öğe olarak öne çıkar. Kalemi güçlüdür. Genç yaşlarda yazdığı A Mother’s Tale gibi eserlerinin zamanla hakkı teslim edilmiştir. Öte yandan yaşarken pek sevilen biri olmadığını not düşmek gerekir. Mesela çeşitli kaynaklarda onun düşünce sistemindeki gelgitleri yansıttığını otobiyografik eseri A Death in the Family ile Pulitzer Ödülü aldığını okursunuz ama asıl dikkat çekici olan, bu ödülü öldükten sonra (posthumous) almış olmasıdır. Agee’nin diyaloglarını kaleme aldığı ve düzeltmelerini yaptığı The Quiet One (1948), o denli yüksek bir edebi değere ulaşmıştır ki, sinema tarihinin En İyi Senaryo Oscarı’na aday gösterilen yegâne belgesel olur. 1951 yılındaki senaryosu The African Queen (Afrika Kraliçesi, 1951) Oscar’a aday gösterilir. Ruhsal ve fiziksel açıdan sürekli sorunlar yaşayan Agee, The African Queen’in çekimleri devam ederken 1951’de ilk ciddi kalp krizini geçirir (John Huston, fırsattan istifade, senaryonun son kısmını yeniden yazdırıp ana karakterlerin finalde ölmesini engellemiş, Agee hem Hepburn’ü hem Bogart’ı gebertmiş yani), daha sonra baş aşağı gidişi engellenemez, öz yıkım başlamıştır. Agee’nin alkol tüketimi destansı boyutlara ulaşır.
Maalesef Robert Mitchum’un otobiyografisinde yer alan bir ifade (setten kovulduğunu ve senaryonun sadece Charles Laughton’a ait olduğunu yazmış) yüzünden 1955 tarihli The Night of the Hunter’ın senaryosunun ona ait olmadığı fikri yaygınlaşmıştır lakin 2003 yılında Agee’nin yazdığı detaylı senaryonun orijinal bir nüshası ortaya çıkınca bu konuda hiç kimsenin şüphesi kalmaz. Gerçi çektiği filmin korku filmine döndüğünü fark eden Laughton, Agee’nin senaryosundaki karanlık yapıyı biraz yumuşatmıştır (kurguda da bazı bölümleri kesmiş) ama filmin esas aldığı senaryo kesinlikle Agee’ninkidir. Agee, filmin nihai hâlini göremez çünkü The Night of the Hunter’ın galasından (premiere) iki ay kadar önce bir New York taksisinin arka koltuğunda kalp krizinden hayata gözlerini yumar. Sadece 45 yaşındadır.
Gelelim görüntü yönetmeni Stanley Cortez’e. The Magnificent Ambersons (1942) ve Chinatown (Çin Mahallesi, 1974) gibi başyapıtların görüntü yönetmeni olan Cortez’in şahsi kanaatimce en önemli çalışması; ışık ve gölgenin adeta bir ölüm dansı icra ettiği siyah-beyaz bir karabasanı andıran The Night of the Hunter’dır. Bu filmin seyircide uyandırdığı hissi bir örnekle anlatmak istiyorum. Hani kapağı açılınca içindeki karakterlerin ve mekânların üç boyutlu hâle gelip adeta şaha kalktığı masal kitapları vardır. İşte The Night of the Hunter’ın görsel tasarımı aynen öyle çünkü bu film, küçük bir çocuğun gözünden anlatılan bir kâbustan başka bir şey değil. O nedenle Cortez, iç mekânları haddinden fazla küçültüyor ve çoğu zaman fizik kurallarını, oran-orantı yasalarını yerle yeksan ediyor. Örneğin, Harry Powell’ın çocukların evinin önündeki sokak lambasının önüne geldiği sahneyi ele alalım. O sahnede, evin ikinci katında oturan çocukların duvarına Powell’ın gölgesinin o şekilde yansıması teknik olarak imkânsız. Ya da Willa’nın yatak odası ve bodrum kata inen merdivenler (hatta Powell’ın merdivende ilerlediği sahne) bir çocuğun bakış açısıyla tasarlanmış gibidir. Nehir sahnesini ele alalım. Sandal ilerlerken ekrana yakın duran ve haddinden fazla büyük olduğu gözlenen hayvanlar ve nesneler görürüz. Baykuş, kara kaplumbağası (tosbağa), tavşan ve örümcek ağı gibi. Bütün bunlar bir çocuğun tehlike algısını yansıtmak gayesiyle adeta büyüteç altındaymışçasına iri cüsseli resmedilir. Bu çarpıcı planlarda Cortez’e en büyük yardım; sanat yönetmeni Hilyard M. Brown, dekoratör (set decorator) Alfred E. Spencer ve filme dair 100’ün üzerinde eskizini (karakalem çizimini) gönderen yazar Davis Grubb’dan gelir. Hilyard M. Brown, zamanında Citizen Kane’nin (Yurttaş Kane, 1941) setinde (sanat departmanında) görev almış biri ama sanat yönetmenliği kariyerinin zirvesi The Night of the Hunter. Ha keza Alfred E. Spencer’ın da kariyerinin en önemli çalışması bu film. Filmdeki planları ustaca birbirine eklemleyen, 1958’de henüz 44 yaşındayken ölen kurgucu Robert Golden’ın (kendisi, o zamanlar yeni bulunan açık kalp ameliyatı yönteminin dünyadaki ilk kurbanlarındandır) kariyerinin zirvesi de yine The Night of the Hunter olur.
Kötü haberler The Night of the Hunter’ın peşini bırakmaz, filmin sanki bir laneti var gibidir. Ruby rolündeki Gloria Castillo, 45 yaşındayken kanserden hayatını kaybeder. Bu ayarda başka bir filmi yoktur. Bu ayarda başka bir filmi olmayan diğer bir oyuncu ise küçük John Harper rolüne büyük bir inandırıcılık katmayı başaran Billy Chapin olur. Chapin, 1959 yılına kadar çeşitli dizilerde ve filmlerde boy gösterir ama dişe dokunur bir çalışmaya imza atamaz. 15 yaşındayken oyunculuğu bırakır. Öte yandan The Night of the Hunter; pörtlek gözleriyle asla unutamayacağınız bir imaj çizen, evin küçük kızı Pearl Harper rolündeki Sally Jane Bruce’un ise ilk ve son uzun metrajı olur. Çocuksu masumiyetin adeta kitabını yazan bu yedi yaşındaki yetenekli ve şirin kız bir daha başka bir filmde oynamaz.
James Gleason (Birdie Amca), Evelyn Varden (Icey Spoon) ve Peter Graves (Ben Harper) yan rollerde harikalar yaratırlar. Lillian Gish (Rachel Cooper) ve Shelley Winters (Willa Harper) da üzerine düşeni fazlasıyla yapar ama filmin ağır topu kesinlikle Robert Mitchum’dur. Mitchum’un adeta tüm ruhunu katarak canlandırdığı Harry Powell karakteri, sinema tarihinin en unutulmaz performanslarından birine dönüşür. Powell, aradan geçen 60 küsur yıla rağmen bugün bile yapılan “En İyi Kötü Adam” (Best Villain) listelerinde kendine yer bulmakta güçlük çekmez. Ayrıca Mitchum’un en iyi oyunlarından biri olduğuna dair hiç kimsenin şüphesi yoktur. Powell karakteri; sadece iki elinin parmaklarındaki ikonik dövmeleriyle değil, bakışı, duruşu hatta ıslık çalışı ve şarkı söyleşiyle de unutulmazlar arasına girmeye hak kazanmıştır.
Tabii bu olağanüstü orkestranın bir de şefi var: Filmin yönetmen Charles Laughton. Hakkını teslim edelim. Gelmiş geçmiş en önemli İngiliz aktörlerden biri olarak gösterilen Laughton, ilk profesyonel oyununu 1926 yılında oynar. 1929 yılından itibaren New York sahnelerinde oynamaya başlar, ardından Hollywood serüveni başlar. Arada İngiltere’ye geri dönüp Shakespeare oyunlarında harikalar yaratır. William Shakespeare, Oscar Wilde ve George Bernard Shaw oyunlarıyla haklı bir şöhrete ulaşır. Hollywood’daki ilk filmi The Old Dark House (1932) olur, ertesi sene gösterime giren The Private Life of Henry VIII.’deki (1933) başrolüyle Oscar kazanır ve daha sonra aktörlük kariyeri hem tiyatroda hem sinemada sadece ve sadece yukarı gider. Birbirinden seçkin eserlerde başrol üstlenir. Bazı oyunlar sahneye koyar. The Night of the Hunter, Charles Laughton’ın ilk yönetmenlik denemesidir. The Man on the Eiffel Tower’daki (1950) bazı sahneleri yönetmiş olmasına rağmen baştan sonra yönettiği ilk film The Night of the Hunter olur ama bu alışılmadık (François Truffaut’nun deyimiyle -dönemine göre- deneysel olan) film, gösterime girdiği zaman hem eleştirmenlerin hışmına uğrar hem de gişede batar ve maalesef, Laughton’ın yönettiği (ilk ve) son film olur. Kıymeti çok daha sonra anlaşılacak bu benzersiz filmden sonra yönetmenliği bırakıp sadece tiyatro yönetmenliğine ve aktörlüğe odaklanır. Çeşitli kaynaklarda bu filmin yapım ve yapım-sonrası süreçlerinde yaşadığı üzücü olaylar neticesinde (yoğun sıkıntı ve stres nedeniyle) kanser olduğunu okudum ama henüz bu bilgiyi sağlam kaynaklarla teyit edemedim. Laughton, filmden birkaç yıl sonra 1962 yılında (63 yaşındayken) safra kesesi kanserinden hayatını kaybeder.
Önümüzdeki yıl size Davis Grubb’ın romanı, James Agee’nin orijinal senaryosu ve Charles Laughton’ın çekim senaryosu (shooting script) arasındaki farklara da değinen ayrıntılı bir The Night of the Hunter incelemesi yazacağıma söz veriyorum ama o zamana kadar henüz izlemeyenler bu kült şaheseri bulup seyretsin. Şimdiden iyi seyirler…
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- Callow, Simon. “THE NIGHT OF THE HUNTER”, 2000. British Film Institute, Londra, İngiltere.
- cinephiliabeyond.org
- www.imdb.com/title
- www.imdb.com/name
- www.ifistanbul.com/arsiv
- www.criterion.com/films
- www.criterion.com/current
- www.criterion.com/current
- www.wikipedia.org
[/box]