Kapitalizmin “tarihin sonunun” geldiğini ilan etmesiyle birlikte, sinemanın neyi, nasıl ve niçin anlatacağı, kapitalizmin sözcüsü Hollywood tarafından belirlemeye başlamıştır. Hollywood, arkasındaki Amerikan gücü sayesinde, sinema üzerinde her zaman etkili olmuşsa da, hiçbir zaman son yıllardaki kadar belirleyici olamamıştır. Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları esnasında bile üretim yapan Rus, Avrupa ve Japon sinemaları, kapitalizm övgüsü dışındaki anlatıların gereksiz sayıldığı “barış” döneminde “tarihe karışmıştır”. Hollywood tek egemen güç haline dönüşmesiyle seyirci, içerikten tamamen bağımsız ve her geçen gün büyüyen rakamlarla ifade edilen teknik kapasitenin altında kalan filmlere rağbet etmemekte, “film yapmak” tamamen paraya ve tekniğe indirgenmektedir. Film yapmanın ve film izlemenin doğası yozlaştırılmakta, göze ve kulağa hitap eden teknik imkânlar seyirciyi şaşkınlığa sürüklese de “anlatı” artık akla ve kalbe seslenememektedir.
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Box Office Türkiye verilerini incelediğimizde, 1989 yılından günümüze, ülkemizde “en çok” izlenen 100 filme baktığımızda acı gerçek bütün çıplaklığıyla önümüze serilmektedir. En çok izlenen on filme baktığımızda, insanın insanileşme mücadelesinde insandan yana tavır alan bir film izleme olasılığının kalmadığı görülecektir. Bütün liste içerisinden, on tane film çıkarılamaması ise seyircinin yüzde 90 oranında çöp izlediğinin ve çevresinde yaşanan acıları umursamadığının göstergesidir diyebiliriz. Gelir adaletsizliğinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar arttığı, üretenlerin değil vurguncuların kazandığı, şiddetin ve tecavüzün sıradanlaştırıldığı, haysiyet, namus, dayanışma ve yardımlaşma kavramlarının içeriğinin boşaltılarak anlamsız hale getirildiği, her gün 20.000 kişinin açlıktan öldüğü ve aşırı kilolu insanların açlık çeken insanların sayısının iki katına ulaştığı yeryüzünde, insanın mücadelesinde taraf olmaktan kaçan sinema artık sanat değildir. İyi ile kötüyü ayırt edecek akla, doğru ile yanlışı ayırt edecek vicdana ve sömürüye karşı koyacak ellere sahip olmasına karşın tercihlerini hep kötüden, yanlıştan, sömürüden yana kullanan seyircinin kapitalizmi öven filmleri baş tacı etmesinin de yaşananları meşrulaştırdığı unutulmamalıdır.
The Nile Hilton Incident, izledikten sonra peşimi bırakmayan filmlerden oldu. Bazı görüşlere katılmasam da, filmde beni etkileyen noktalar üzerine bir şeyler yazmaya karar vermemde, uzun zamandır güzel bir film izleyememenin de etkisi olduğunu söylemeliyim. Mısır’da elitlerin uğrak yeri olan ünlü bir otelde, güzel bir kadın cesedi bulunur. Başkanın oğluyla arkadaş olan otel sahibinin güçlü bir politikacı olmasından dolayı cinayet örtbas edilmeye çalışılır. Soruşturmayı yürütmekle görevlendirilen Başkomiser Nureddin “Yapan işi biliyormuş, katil işinin ehliymiş” demesine karşın savcı olayı “intihar olarak” kayıtlara geçirir ve dosyayı kapatır.
Kahire’nin emniyet müdürü, Nureddin’in amcasıdır. Gerek amcasının gerekse Nureddin’in, rüşvet almaktan ve para karşılığı iş yapmaktan çekinmeyen, kirli tabir edilen polisler olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, kirli tabiri temiz olmayanı tanımlamak için kullanılır. Oysa bütün ülkede rüşvet almayan polis yoktur. Herkesin kirli olduğu bir ortamda ise kirlilik hiçbir anlam ifade etmez. Ülkenin en gösterişli otelinden sokak aralarında işportacılık yapanlara, savcıdan sözde denetim mekanizması olan güvenlik dairesine kadar hemen her kişi ve kurum tamamen pisliğe batmıştır. Rüşvet olmadan hiçbir iş yapılmayan ülkede bürokrasi, yargı hatta bütün bir rejim çürümüştür.
Kendisi de yozlaşmış olmasına karşın kadının öldürüldüğünü bilen Nureddin, polis olduğunu hatırlar ve katillerin kurtulacak olmasından rahatsızlık duyar. Amcası olan emniyet müdürünün “unut artık” demesine karşın kendi çabalarıyla soruşturmayı derinleştirir. Nureddin’in karısı bir trafik kazasında ölmüştür. Belki karısını öldürenlerin de adaletten kurtulması, belki rüşvet aldığını bilen babasının yüzüne karşı “haysiyet satın alınamaz” demesi, vicdan azabı duymasına ve polis olduğunu hatırlamasına sebep olmuştur, bilemeyiz. Nureddin’in olayı kurcalaması, güçlü insanları rahatsız eder. Emniyet müdürü amcası, yeğenini karşısına alır ve “Sen benim yeğenimsin ancak bu adamların tek bir telefonuyla, senin için hiçbir şey yapamaz hale gelirim” diyerek “dikkatli olması” yani “soruşturmayı bırakması” yönünde ikaz eder.
İskenderiye bölgesinde terörist saldırı iddiasıyla bir kişi yakalanmıştır. Konuşturabilmek maksadıyla bu kişiye polisler tarafından işkence yapılır. Karakolun ortasında ve herkesin içinde yapılan işkence hiçbir poliste rahatsızlık oluşturmaz. Bir süre sonra Nureddin’i ele geçirmek için onun tarafında yer alan bir polise, mesai arkadaşları tarafından işkence yapılacak ve kimse de bundan dolayı suçluluk hissetmeyecektir. İşkence yapılan adam ölür. Ülkedeki çürümüşlüğe daha fazla katlanamayan halk Tunus’ta yaşananların da etkisiyle “polis günü” kutlamalarıyla aynı anda bir gösteri düzenlemeye karar verir. Nureddin bir akşam bindiği takside, taksicinin yakınmalarıyla karşı karşıya kalır. Şoförün sözleri halkın söylemek istedikleridir ancak korkunun halkta oluşturduğu ikiyüzlülük görmezden gelinemez. Taksici, yöneticilerin kokuştuğunu, aldıkları vergilerle kendilerinin yurt dışında tedavi gördüğünü oysa kendilerinin süründürüldüklerini söyler ve şöyle devam eder.
“- İskenderiye’deki o adama ne yaptıklarını gördünüz mü? O şerefsiz polisler, onu döve döve öldürdü. Orospu çocukları… 25 Ocak’ta büyük bir gösteri planlanıyor. Polis Günü ile aynı gün yapılacak. O polislere, halkın onlar hakkında ne düşündüğünü göstereceğiz. Ben de gideceğim. Peki, sen, sen de gelecek misin?”
– Başka şansım yok. Ben de o polislerden biriyim.
– İskenderiye halkının hepsi aşağılık insanlardır zaten. O genç, kesinlikle uyuşturucu bağımlısıydı. Yoksa böyle bir şey mümkün değil. Öldürdülerse kesin bir sebebi vardır.”
26 yaşındaki işsiz bilgisayar mühendisi Muhammed Buazizi, arabasına yüklediği sebze ve meyveleri satarken yakalanır. Zabıta bütün mallarına el koyarak, ona dayak atar. Dayak yemesinde zabıtaya rüşvet vermemesi etkili olmuştur diyebiliriz. Başına gelenlere katlanamayan Buazizi, bir bidon benzini üzerine dökerek, 17 Aralık 2010 tarihinde valilik önünde kendini yakar. Buazizi’nin dramı, kendisi gibi işsiz olan gençlerde büyük bir öfkeye sebep olur ve gençler sokaklara dökülür. Buazizi’nin 4 Ocak 2011’de hastanede ölmesi üzerine, insanların öfkesi dindirilemez ve Tunus’u 23 yıldır yöneten Devlet Başkanı ülkeden kaçar. Tunus’ta yaşananlar Mısır halkını da etkiler ve Mısırlılar 25 Ocak 2011 tarihinden itibaren sokaklara inmeye başlar. Öfkeli halk kısa sürede başkent Kahire’nin merkezi Tahrir Meydanı’nı ele geçirir. Kısa bir özetini verdiğim yukarıdaki olaylar Arap Baharı denilen hareketin çıkış noktasını oluşturur. Filmin kendisine başlangıç noktası olarak seçtiği 17 Ocak 2011 tarihi, Tunus Devlet Başkanının ülkeden kaçtığı tarihtir.
Yetkililerin hiçbir hesap verme zorunluluğu duymadan keyfi kararlar almaları, denetim mekanizmasının olmaması hatta denetim mekanizmasının dahi pisliğe batması, polislerin rüşvet bölgelerini aralarında açıkça paylaşmaları, bir polisin kendine ait olmayan bir bölgede yakaladığı suçluyu alabilmek için o bölgenin sorumlusu olan polise rüşvet vermesi, herkesin birbiri ardından iş çevirmesi, gelir adaletsizliğinin kapatılmayacak kadar büyümesine karşın hiçbir şey yapılmaması, yolsuzluk, çürüme ve adaletsizlik halkın isyan etmesine sebep gösterilir. Yolsuzluğun, adam kayırmacılığın ve rüşvetin alıp başını gitmesi, kimsenin birbirine saygı duymaması, uyuşturucu kullanımının yaygınlığı, güçlünün ve parası olanın her işten yakayı kurtarıyor olmasının adalete güven duygusunu yok etmesi ve kimsenin işini düzgün yapmaması gibi birçok şey filmde bir çırpıda seyirciye gösterilir. Toplumu parçalayan bu çürümüşlük, öldürülen kadının bir arkadaşının karakola gelerek arkadaşını aradığını söylemesi esnasında açıkça gözler önüne serilir. Nureddin ile kadın konuşurlarken, karakolda bulunan bütün polisler gözlerini bile kırpmadan kadını seyrederler. Nureddin’in “Sizin gibi bir hanımefendi burada olmamalı” sözleri kadının, karakolda bile kendisini güven içerisinde hissedemeyeceğinin ispatıdır. Erkek egemen toplumlarda, polislerin kendi ailesinden kadınların karakola gitmelerine karşı çıktıkları bilinir. Kadının çıkmasıyla birlikte diğer polislere “Gösteri bitti, hadi dağılın” diyen Nureddin’in bu sözleri, polisin vatandaşın hakkını aramaktan çoktan vazgeçtiğinin göstergesidir.
“Arap Baharı” günlerinde halkın sokaklara dökülmesinde “sosyal medyanın” çok etkili olduğunu, birbirini tanımayan insanların sosyal medya üzerinden örgütlenerek sokaklara çıktıkları, halkın sokakları doldurmasında, eylemlere katılmasında, cesaretini toplamasında çok işlevsel olduğu söylenmiştir. Filmde de bu konuya temas edilmiş, insanları birbirine bağlayan sosyal medyada konuşulanların ortak isyana yönelik olduğu, ayrı bir gücün etkisinin bulunmadığı hatta sadece sokaklara çıkmak için değil örneğin kız arkadaş bulmak için de kullanıldığı, bunların yanı sıra kısıtlı erişim olanakları ile karşılaşılan acemilikler de başarıyla işlenmiştir.
“- İnternet bağlantısı yok.
– Facebook’a gireceğim sadece.
– Onun için internet gerekli.
– Bu internet dediğin Facebook’ta mı?
– Hayır, tam tersi.
– Neden kafa karıştırıyorsun o zaman? Dalga mı geçiyorsun benimle?
– Hayır, efendim.”
Filmde bir “devrimi” değil de önemsiz, ikinci dereceden bir olayı ifade edecek “incident” kelimesinin kullanılmış olmasının manidar olduğunu düşünüyorum. Kitlelere çok basit görünen bir “olayın” daha derinlerdeki bir şeyleri gizlediği, herkesin bildiği ancak bilmiyormuş gibi yaptığı çok daha büyük bir çürümeyi ortaya koyduğu unutulmamalıdır. Bu kelime tercihinin 1943 tarihli, toplumda doğal karşılanan ırkçılık düşüncesinin işlendiği The Ox-Bow Incident filmini hatırlattığını ve her iki filmin de kitle psikolojisine örnek verilebilecek güçlü filmler olduğunu söylemeliyim. Film, ucu egemenlere dokunacak bir cinayetin üzerinin örtülmesi sürecini anlatırken ülkeyi saran çürümüşlükle özdeşlik kurar ve bu çürümenin halkın sokaklara dökülmesine yol açtığını iddia eder.
Nureddin’in evinde televizyon izlerken Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in görüntülerinin net olmaması ve gidip gelen görüntü çürümüşlüğün bir simgesi olarak görülebilir. Rejimin bozukluğu, görüntünün bozukluğuyla anlatılmıştır. Yayının bozukluğundan rahatsız olan Nureddin, bir akrabasından uydu antenini tamir ettirmesini ister. Birkaç gün sonra eve geldiğinde sorunun giderildiğini, uydu anteninin düzeltildiğini öğrenir. Yayın düzelmiştir ancak yalnızca İtalyan kanalları çekmektedir. Mısır’da halk sokaklara döküldüğünde, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, Hüsnü Mübarek’e destek vererek, görevinden ayrılmaması gerektiğini, Mübarek’in Batı’nın gördüğü “en bilge” lider olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmiştir. “Umuyorum Mısır’da Batı’da ve her şeyin ötesinde ABD’de en bilge lider ve referans noktası olarak görülen Devlet Başkanı Mübarek’ten bir kopma yaşanmadan daha demokratik sisteme doğru bir dönüşüm yaşanır.” Dünya üzerinde yalnızca Berlusconi’nin, güçlü bir şekilde Mübarek’e destek olduğu bilinince, böyle bir sahnenin anlam kazandığını söylemeliyim.
“Arap Baharı” olarak tanımlanan hareket üzerinde açık bir fikir birliği olduğunu düşünmüyorum. Bir kesim tarafından halk hareketi ve devrim olduğu iddia edilirken bir kesim tarafından kitlelerin Batılı güçlerin hedefleri doğrultusunda hareket ettirildiği iddia edilmektedir. Film burada kendi tezini başarıyla işler ve halkın isyanına toplumdaki çürümenin sebep olduğunu iddia eder. Yazımı bitirirken, karşıt görüş sahiplerinin de olduğunu vurgulamak için Richard Perle tarafından ifade edilen aşağıdaki paragrafı da eklemek ve toplumun bu hale düşürülmesinden kimlerin fayda sağladığını unutmamak gerektiğini söylemek isterim.
“Uzun bir geçmişi olan insanların yaşadığı geniş bir toprak parçasını alın. Uydu ve internet bağlantısına güçleri yetecek kadar zengin olmalarını, Akdeniz’in ya da Atlantik’in ötesindeki hayatın neye benzediğini görmelerini sağlayın. Sonra da onları beceriksiz, ahlaksız yöneticilerin yönettiği boğucu, pis, sefil şehirlerde yaşamaya mahkûm edin. Kurallar ve kontrollerle onları öyle bir sıkıştırın ki, birilerine rüşvet vermedikçe kimse eğlenceli bir şeyler yapamasın. Sözde herkesin malı olan petrol kaynakları sayesinde birdenbire ölçüsüz derecede zengin olan elitlere tabi olsunlar… ne bir tartışma ortamı, ne bir anayasa, ne bir şehir konseyi olsun. Bürokratik tiranlığa alternatif olabilecek herhangi bir önerisi olan siyasiyi, sanatçıyı ya da düşünürü öldürün, hapse tıkın ya da sürgüne yollayın… Ortaçağ teknolojisinden ve üçüncü dünya ülkelerine özgü bir küçüklük duygusundan başka bir şey bilmeyen din adamları gelecek nesillerin efendisi olsun. Bu şartlar altında öfkeli bir toplumdan başka ne bekleyebilirsiniz.” (Richard Perle, Şeytana Son)
Gösteriler sürerken, polislere Tahrir Meydanı’nda toplanan halkın üzerine ateş açılması emri verilir. Karakolun çatısının üzerinden tüfeklerle halkın üzerine ateş açılması sahnesinin filmdeki en etkileyici sahne olduğunu söylemeliyim. Rejimdeki çürümenin filmde kirli sokaklar, kapalı atmosfer ve umursamazlıkla ifade edilmesi ve rejimin çürümenin düzenden yoksun kirli sokaklarla uyum içerisinde resmedilmesi de çok etkileyicidir. Filmin Mısır’da çekilmesine izin verilmediği için Casablanca’da çekildiğini ve Mısır’da gösteriminin yasaklandığını okudum. Büyük olasılıkla doğrudur.
Film biraz naif bir şekilde de olsa seyirciye, kişi ne kadar yozlaşırsa yozlaşsın insan olduğunu hatırlamakla doğru yolu bulabilir mesajını veriyor. İsmi aydınlık anlamına gelen “nur” kökünden gelen Nureddin, bütün çürümüşlüğüne karşın insan olduğunu hatırlayarak iyi şeyler yapmayı, kirli düzenin üstüne gitmeyi başarmıştır. Halk da bütün korkusuna karşın bir araya gelerek bir adım atabilmiştir. Oysa tam da burada filmin diğer mesajı devreye girer. Bu da ne kadar iyi ve yüce maksatlarla yola çıkarlarsa çıksınlar, kitleler mücadelelerini örgütlü bir şekilde sürdüremezlerse ve mücadelelerine sonuna kadar sahip çıkamazlarla elde ettiklerini aslında karşı çıktıklarına emanet edebilirler mesajıdır. Polis Müdürü Kemal’in elinde para dolu çanta ile kalabalıkların arasına karışırken, “Birkaç gün içinde, bu karışıklık sona erecek. Başkan orduyu göreve çağıracak ve kimi isteyecek, tabii ki bizi…” sözleri bu anlama gelir. Bu açıdan bakıldığında, 11 Şubat 2011 tarihinde Cumhurbaşkanı Mübarek’in istifa etmesinin ardından halkın sokaklara dökülmesine yol açan işsizlik, gelir dağılımı ve yolsuzluk konularındaki sıkıntıların sürdüğü ve ne yönetim şeklinin değiştiği ne de diğer sıkıntıların çözülemediği bilindiğine göre film her iki mesajı da bünyesinde birleştirmiştir diyebiliriz.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay