Bir kumarbaza aşık olabilirsin, ya da fantastik dünyada bir vampire…
Bir aristokrat da olabilir, bir burjuva da…
Ama sana bir türlü karşılığını verirler. Mücevherlere boğarlar seni, ya da boş vaatlere. Biri sana ölümsüzlük bahşetmeye kalkar, biri seni yaşarken öldürür. Sen kanarsın, ister çıkmaza sürün, ister mesut ol, sen aşık olmuşsundur.
Bir George Sand romanı gibi beraber atlarsınız uçurumun tepesinden, mistik bir şekilde seni ormanın derinliklerinde yaşarken bulurlar. Ölmüşsünüzdür ikiniz de ama aşkınıza tanık olur yeni kuşak. Gıpta ederler…
Emile Zola’nın bir aşk sayfasıdır bazı şeyler ise:
Tutku ile mantık çatışır. Sevdiğin adam evlidir. Gizlice buluşursunuz. Ondan beklersin bütün çözümü. Hasta kızına gizli aşkının ilaç olacağına inanırsın. Sen de hastasındır. Seni iyileştirmek için kapında bekleyen taliplerin varken sen görmezsin. Göremezsin. Çünkü sen aşık olmuşsundur.
Hepsine de kan kanabildiğince. Güçlü ol, peynir ekmekle yetin. İyi ya da kötü ama asla bir femme-fatale’e kanma.
Ne Gilda’ya, ne Phyllis Dietrichson’a, ne Christina Bailey’e ne de Brigid O’Shaughnessy’e…
Denklemin diğer ucunda da çetin cevizler var. Sen onlar gibi de olma:
Ne Sam Spade ol, ne Walter Neff ne, Mike Hammer, ne de Johnny Farrell.
Çünkü sen otobanda rastladığın zavallı mağdur gözüken bir kadına kendi evrenini sunacaksın.
Çünkü sen evini sigortalamaya gittiğin bir müşterine aşık olacaksın.
Elinde fırsatların var:
İktidarsız yaşlı bir koca. Kolayca alt edilebilir.
Kadın. Kolayca kendi cazibene kapılabilir. Çünkü sen bir katı pişmişsin. Az söz söylersin ama o öyle bir söylersin ki… Gizemlisin, nerden geldiğin nereye gideceğin muamma. John Wayne gibisin. Herhangi bir yere ait değilsin.
Bilmiyorsun ki bir kadın bütün bunlara öyle bir kapılır ki…
Esasen sende de bir aşka cevap verecek veya bir aile kurabilecek yetiler yok. Bir novel-noir’dan fırlamışsındır. Evin dağınık, eşyaların üst üste binmiştir. Yalnızsındır. Üstelik şansızsın. Iskaladın. Çünkü o bir femme-fatale. Bir George Sand romanındaki Indiana’dan veya Juliette’den çok ama çok farklı. Tesadüfen tanışmazsınız. İlle içinde bir karambol, bir tehlike barınan durumlarda karşı karşıya gelirsiniz. Sen o jaluzilerden sızan chiarosquro ışıklandırmasını romantik bulursun. O femme-fatale’in yarı aydınlık yüzü seni cezp eder. Bir de elinde sigara tutuyorsa gerçekten aşık olursun.
Ama bir femme-fatale’e aşık olduğun evreni de hesaba katmalısın:
Savaş sonrası kriminal eylemlerin alıp başını gittiği, mafya hesaplaşmalarının kol gezdiği, kaçakçılığın meşrulaştığı, seni çevreleyen bir evrende nasıl bir aşk umuyorsun ki? Bak Fransızlar bu evrene nasıl bir ad takmış: Noir.
Demişler ki bu Amerikan suç filmlerini çok seviyoruz. Amerika’nın kendisini yansıttığı, kendisini eleştirdiği için de mutluyuz. Hem eleştirmişler hem film-noir diyerek Amerikan sinemasına bir janrı dahil etmişler. Ucuz romanların popülerliğinde, bu filmlerle Amerikan sineması The Maltese Falcon (John Huston, 1941) Double Indemnity (Billy Wilder, 1944), Kiss Me Deadly (Robert Aldrich 1955), Gilda (Charles Vidor, 1946), Laura (Otto Preminger, 1944) gibi klasik noir filmlerine kavuşmuş.
Bu janrın olmazsa olmazı olarak da sadece görsel kontrastları kierescuro ışık tekniğiyle yaratılan imgeleri değil, katı pişmiş detektifleri, suçun meşrulaşmasını ve en önemlisi femme-fatale’leri uygun görmüşler.
Double Indemnity’de Phyllis Dietrichson, Walter Neff’e kocasını ortadan kaldırıp bütün paraya sahip olmayı vaat ederken Walter Neff bu aşka kanıp çıkmaza sürükleniyordu. Bir sigorta satıcısı olan Walter Neff, Phyllis Dietrichson sağolsun, artık bir suçluydu. Baştan çıkarılmış olmasının yanında kandırılmıştı da.
The Maltese Falcon’da Brigid O’Shaughnessy, Sam Spade’i baştan çıkardığında suçun meşrulaşmasını daha da kolay hale getiriyordu. Erkeğin desteği, femme-fatale’in işine geliyordu. Sam Spade, Brigid’i adalete teslim etti ve aşk tükendi.
Kiss Me Deadly’de Christina Bailey, Mike Hammer’ı otobanın ortasında çıplak, sadece bir paltoya sarılı şekilde baştan çıkarırken, Mike Hammer, yepyeni bir kriminal kaosun içine dalacağını belki de hayal etmiyordu. Bayılıp hastanede uyanan Mike Hammer’in peşinden tehlike eksik olmayacaktı.
Laura’da ise bu aşk, olmayan bir fanteziye dahi gidiyordu. Bir tabloya resmedilmiş Laura, filmde görünmemesine rağmen en derin tehlikeleri bir sanat eseriyken bile yaratmayı başarabiliyordu.
Femme-fatale’lerin yerleri aşklarının kolları değil, hapishanelerin demir parmaklıklarıydı.
Çetin cevizler de sütten çıkmış ak kaşık değildiler ama… “Ne olursan ol seni seveceğim, gel ormanlara kaçalım” romantizminden çok uzaktaydılar.
Çetin ceviz detektifler aşık oldukları femme-fatale’leri adalete teslim ederlerken, hem aşklarından oluyorlar, hem de tekrar yolun nereye götüreceğini bilmedikleri muammaya doğru gidiyorlardı. John Wayne gibi…
Onlar da aşık olmuştu. Ama ıskaladılar.
Ne Sam Spade ol, ne Walter Neff ne, Mike Hammer, ne de Johnny Farrell.
Bulunduğun evren neo-noir’ı yaşıyor. 1958’de Touch of Evil (Orson Welles) ile klasik noir’ın sona erdi. Ama uyarmalıyım, bilim kurgu eserlerinde gördüğün future-noir’a doğru giden evren daha tehlikeli aşklar sunuyor sana:
Cyborg ve sanal aşkı.
Aşkların otomatikleştiği bir dünyayı yaşamayı istemezsin sanırım. Biz yine George Sand’a sadık kalalım. Bir George Sand ve Chopin aşkını yaşamak için…