Gidenlerin Ardından: Norman Jewison (1926-2024)

1 Şubat 2024

Önemli bir yönetmen ve yapımcı olan Norman Jewison 20 Ocak’ta hayatını kaybetti, ben de çok sevdiğim bazı filmleri yönetmiş olan bu değerli sanatçının ardından kapsamlı ve özgün bir veda yazısı (obituary) kaleme almak istedim. Bu yazıda onu tanıtıp, niçin öncü bir politik figür olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizeceğim ve birbirinden güzel filmlerinden minik bir seçki sunacağım.

Norman Frederick Jewison 1926 yılında Kanada, Toronto’da dünyaya geldi. Evlerine sadece beş dakika yürüme mesafesinde bulunan Kew Plajı’nın girişinde “YAHUDİLER, ZENCİLER VE KÖPEKLER GİREMEZ” yazılı bir tabela asılıydı. Küçük Norman’ın soyadında “Yahudi” sözcüğü (“Jew”) vardı ve otobiyografisinde anlattığına göre, ara sıra okulda Yahudi olduğu için zorbalığa maruz kalıp dayak yiyordu. İşin ilginci, Norman’ın ailesi Yahudi değil, Methodist’ti (Protestan) ve Bellefair United Kilise’sine gidiyordu. Hâliyle Norman da Yahudi değildi, Hristiyandı. Ancak küçük Norman uğradığı kötü muameleleri ve o aşağılık tabelayı asla unutmadı, ileride sineması Kew Plajı’na giremeyen insanların hak arayışlarıyla zenginleşecek ve her zaman bir köpeksever olarak kalacaktı.

Norman Jewison önce konservatuvarda piyano ve müzik teorisi eğitimi gördü. İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alındı, Kanada Kraliyet Donanması’nda görev yaptı. 1946’de askerden terhis edilince Toronto Üniversitesi’ndeki Victoria College’da okudu, hatta Marshall McLuhan’dan ders aldı. Üniversitedeyken müzikallere merak saldı ve tiyatro kulübünde oyunlar yazıp yönetti, hatta oynadı. All-Versity Revue’de şarkı söyledi, dans etti, ışıklandırma yaptı, oyun yönetti, şarkı sözleri ve komedi skeçleri yazdı. 1949’da (savaşta görev almış eski askerler dört yerine üç yılda mezun olabiliyordu) onur derecesiyle mezun oldu. Ailesinde üniversiteden mezun olan tek kişiydi.

blank

Parasızlık çektiği için yaz aylarında ne iş bulursa yapıyordu. 1948 yazında garsonluk yaptığı sırada Randolph Scott’ın başrolde oynadığı Canadian Pacific adlı westernde figüranlık yaptı ama yer aldığı sahneler kurguda atılmıştı. Üniversiteden mezun olduktan birkaç ay sonra bu filmde tanıştığı kişilerden (filmin starı Randolph Scott, filmin yapımcısı Nat Holt ve filmin yönetmeni Edwin Marin) aldığı sözlere ve telefon numaralarına güvenerek Kaliforniya’ya gitti ama uzunca bir süre uğraşmasına rağmen kendi deyimiyle resepsiyonistleri, sekreterleri ve asistanları aşıp bu isimlerle temasa geçmeyi başaramadı. Gurbet ellerde perişan olmuştu, sokaklarda yatıyordu. Büyük bir hayal kırıklığıyla memleketi Toronto’ya geri döndü. O sıralar babası Dışişleri Bakanlığı’nda işe girmesi için baskı kuruyordu. Norman da akşam 17.00’den sabah 7.00’ye kadar taksicilik yapıyordu. İleride insan davranışları hakkındaki engin bilgisini bu deneyimine bağlayacak ve filmlerinde bu dönemki gözlemlerinden faydalanacaktı.

Aynı dönemde CBC televizyonunun (Canadian Broadcasting Corporation) program müdürü Stuart Griffiths’le tanışması hayatını derinden etkileyecekti. Griffiths, zamanla Norman’ın mentoru hâline geldi ve onu Londra’ya gitmesi için cesaretlendirdi. İngiltere’de savaşın bitiminden beri canlı yayın yapan BBC’de (British Broadcasting Corporation) eğitim almasını önermişti. Taksicilikten biriktirdiği 140 dolarla Quebec’ten hareket edip Southampton’a varacak olan bir Yunan göçmen gemisine bilet aldı. Gözünü iyice karartmıştı.

BBC’de program yapan Bernie Braden adlı tanıdığı aracılığıyla BBC’de işe girdi ve orada kaldığı 13 hafta boyunca hem yönetmenlik hem de aktörlük yapan Braden’dan çok şey öğrendi, özellikle yönetmenliğe dair. Norman Jewison çeşitli ayak işlerinin yanı sıra yazarlık da yapıyor ve komedi skeçleri yazıyordu. Aynı zamanda aktör ve senarist Don Harron’ın çocuğuna bakıcılık yapıyor, fırsat buldukça Harron’dan yazarlığın püf noktalarını öğreniyordu. BBC yapımlarında New York ve ABD’nin Güney bölgesine ait aksanların kullanılması gereken roller için oyuncu seçmelerine katılıyor, ufak tefek roller kapıyordu. Ama çok az para kazanıyor ve ciddi bir geçim sıkıntısı çekiyordu. Tek başına geçirdiği 1951 Noel’inde kendini çok yalnız hissetti, aç, yoksul ve korkmuş bir hâldeydi. Daha da kötüsü, özgüveni yerle bir olmuştu. Manavdan turp çalacak kadar alçalmıştı (ileride utanarak hatırlayacağı bir hadise). Birkaç gün sonra Kanada’daki mentoru Griffiths’ten bir mektup aldı, CBC kanalı yetiştirilmek üzere stajyer alımı yapıyordu. 24 yaşında, işsiz ve beş parasızdı, başka bir seçeneği yoktu. Kanada’ya dönecek ve stajyerliğe başvuracaktı. Norman’ın dönebilmesi için yol parasını, oğullarının eğlence sektörüne duyduğu ilgiyi bir türlü kabullenemeyen ailesi gönderdi.

Norman Jewison’ın CBC’den New York’taki CBS’e giden, Amerikan televizyonlarındaki başarılı programlardan (Your Hit Parade, Big Party, The Andy Williams Show ile Judy Garland, Frank Sinatra, Harry Belafonte, Jackie Gleason ve Danny Kaye gibi meşhur sanatçılar için hazırladığı özel bölümler) aktör Tony Curtis vesilesiyle sinemaya (uzun metraj yönetmenliğine) uzanan yolculuğu çok daha iyi bilinmektedir. Bu yolculuğa kadar olan kısmı uzun uzadıya anlatmamın sebebi, Norman Jewison’ın sıfırdan tırnaklarıyla kazıya kazıya geldiğini size göstermekti. Çoğu zaman birilerinin bir noktaya illaki torpille ya da şans eseri geldiğine dair bir inancımız var. Ben Jewison’ın otobiyografisini ve hakkında yazılan bir kitabı okurken kendisine duyduğum hayranlık ona katlandı. Karşımızda yırtana kadar sürüm sürüm sürünen bir sanatçı var. Norman Jewison’ın ayakta kalmak için destansı bir mücadele verdiği için kibre yaklaşan haklı bir gururu vardı ama hiç kimseye eyvallahı yoktu, zaten ilk fırsatta kendi yapım şirketini kurdu ve 1967’den itibaren kendi istediği projelere finansman bulmaya çalışan bağımsız bir yapımcı hâline geldi. Bir türlü çekemediği filmler (The Confessions of Nat Turner), hak ettiğini düşündüğü ama alamadığı Oscar (Fiddler on the Roof) onu çok üzdü ama mücadeleyi bırakmadı. Hayatı boyunca dobralıkla patavatsızlık arasındaki ince çizgide ilerledi, sözünü hiç sakınmadı, bu yüzden dışlandı, fişlendi ama geri adım atmadı. Sonuçta Hal Ashby’nin yakın bir dostundan söz ediyoruz. Bu güzel insanlar dünyaya, yaygın ahlaki değerlere ve mevcut politik iklime çok farklı bakan kişilerdi.

blank

Norman Jewison kariyer basamaklarını emin adımlarla çıktı, hep politik bir duruş sahibi oldu ve zamanla çok saygın bir yönetmen hâline geldi. Senatör Robert F. Kennedy’yle arkadaş oldu, suikast sonucu öldürüldükten sonra o kadar üzüldü ki ailesini de alıp Londra’ya taşındı. Martin Luther King’in cenazesinde yürüdü, İsrail Başbakanı Golde Meir’la mektuplaşıyordu, Bill Clinton ABD Başkanı’yken Beyaz Saray’da kalacak kadar ona yakındı. Tabii bunlar tesadüf değil.

Norman Jewison siyahi sanatçı ve aktivist Henry Belafonte’nin zirvede olduğu dönemde, şarkılarını seslendireceği “Belafonte, New York 19” adlı programda dekora “beyaz zincirler” eklediği için ABD’nin Güney eyaletlerinin çoğu şovu yayınlamayı reddetti. Irkçılıkla ilgili ses getiren ilk çıkışı 1960 tarihli bu programdır. Programdan sonra birçok ismin kara listesine girdiğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Soğuk Savaş’ın her iki tarafını da (Ruslarla Amerikalılar) anlamaya çalışan savaş komedisi Ruslar Geliyor’u (The Russians Are Coming the Russians Are Coming, 1966) çektiğinde gelen tepkinin haddi hesabı yoktu. Nasıl olur da ABD’de Sovyetler’i anlamaya çalışan bir film çekilebilirdi? Jewison çok geçmeden “komünist” damgası yiyivermişti. Ruslar Geliyor Berlin Film Festivali’ne seçildikten sonra Jewison, resmî olarak Moskova’ya, Sovyet Film Yapımcıları Birliği’nin filmi göstereceği etkinliğe davet edildi. O tarihe kadar Sovyet yanlıları hariç Demir Perde ülkelerine gitmeye cesaret eden Kuzey Amerikalı bir yönetmen olmamıştı. Jewison resmî olarak davet alan ilk yönetmenlerden biriydi ve nazik daveti anında kabul etti. Casusluk öykülerini anımsatan bir yolla vize aldı ve Rus göçmeni sinema şirketi temsilcisi Ilya Lopert’la birlikte Moskova’ya gitti. Havalimanında bavulunda Playboy dergisi yakalattığı için başına gelenleri de belki bir gün anlatırım, şimdi sırası değil. Filmin gösterimi çok başarılı geçer ve Jewison ABD’ye döner ama havalimanından ülkeye girişinde sorun çıkartırlar. Yıllar sonra bile her sınır geçişinde bu cezalandırma devam edecektir. Kendi deyimiyle Kara Kaplı Büyük Defter’e (Big Black Book) adı yazılmıştır.

Norman Jewison Ruslar Geliyor’un post-prodüksiyon aşamasındayken eşi Dixie (Margaret Ann Dixon) ve üç çocuğunu alıp Idaho’ya kayak tatiline gider. Oğlu Michael kayak yarışında ayağını kırınca hastaneye kaldırırlar, alçıya alınmasını beklerlerken aynı tepede ayağını sakatlayan başka bir çocuğun anne-babasıyla tanışırlar: Robert ve Ethel Kennedy. İyi anlaşırlar ve Kennedy çifti Jewison çiftini verecekleri Yeni Yıl Partisi’ne davet ederler. Bu partide Jewison, New York Senatörü Robert F. Kennedy’ye (suikasta uğrayan ABD Başkanı John F. Kennedy’nin kardeşi) çekmeyi düşündüğü In the Heat of the Night filminden bahseder. Filmin konusunu duyan Robert çok heyecanlanır ve şöyle der: “Bu filmi çekmen çok önemli Norman. Böyle bir filmin tam zamanı. Politikada, sanatta ve yaşamın kendisinde zamanlama her şeydir. Şu an, In the Heat of the Night’ı yapma zamanı.” Robert Kennedy daha sonra Jewison’a Güney eyaletlerindeki siyahi gençlerin durumuyla ilgili bir araştırma materyali de gönderecektir.

blank

Norman Jewison çok sayıda tabuyu aynı anda yıkmaya kararlıdır. 15 yıl önce HUAC’ın (Amerikan-Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu) başlattığı cadı avında sorgulanan oyun yazarı Arnold Manoff’un eşi aktris Lee Grant, duruşmada/dinlemelerde (hearings) kocası aleyhine ifade vermeyi reddettiği için derhal kara listeye alındığı için yıllardır bir filmde oynamıyordu. Jewison filmdeki kritik bir rol için Lee Grant’e teklif götürür. Grant bu popüler film sayesinde tekrar zirve yürüyüşüne başlamakla kalmaz, bu proje vesilesiyle ileride hayatını değiştirecek olan Hal Ashby’yle de tanışır. In the Heat of the Night gösterime girdiğinde inanılmaz başarılı olur ve ödül sezonunda -bilhassa Oscar’larda birçok dalda son derece dişli rakiplerinin bileğini bükerek- adından sıkça söz ettirir.

New York Film Eleştirmenliği Birliği In the Heat of the Night’a en iyi drama dalında ödül verdiğinde bu ödülü takdim etme görevi Senatör Robert Kennedy’ye verilir. Kennedy, Jewison’ın kulağına eğilip şöyle fısıldar: “Bak, demiştim sana Norman. Zamanlama her şeydir. Tam zamanı olduğunu söylemiştim.”

Norman Jewison kariyeri boyunca iki düzine uzun metraj sinema filmi yönetti, bunlardan 12 tanesi en az bir dalda Akademi ödülüne (Oscar), 13 tanesi en az bir dalda Altın Küre’ye (Golden Globe) aday gösterildi ve 12 Oscar, 12 Altın Küre kazandı. Daha televizyonculuk yıllarından başlayarak zor oyuncuları (Judy Garland gibi) ustaca yönetmek gibi haklı bir şöhrete sahip olan Jewison, 12 oyuncuyu Akademi ödülüne aday olduğu rollerde yönetti: Alan Arkin, Rod Steiger, Topol, Leonard Frey, Al Pacino, Adolph Caesar, Anne Bancroft, Meg Tilly, Cher, Vincent Gardenia, Olympia Dukakis ve Denzel Washington. Bunlardan Steiger, Dukakis ve Cher performanslarıyla altın heykelciği evlerine götürdüler.

Kendisi de Gecenin Sıcağında, Damdaki Kemancı ve Ay Çarpması ile 3 kez En İyi Yönetmen Oscarı’na, Ruslar Geliyor, Gecenin Sıcağında, Damdaki Kemancı ve Ay Çarpması ile En İyi Film Oscarı’na aday gösterilen Norman Jewison, sadece adaylıklarla yetinmek zorunda kalmış olsa da Oscar’ları düzenleyen Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin (Academy of Motion Picture Arts and Sciences) sadece çok önemli sinemacılara verdiği (hatta bazı yıllar kimseye layık görmediği) Irving G. Thalberg Ödülü’nü almıştı.

blank

Norman Jewison 2003 tarihli İnsanlık Suçu (The Statement, 2003) filminden sonra yapımcılığa, yönetmenliğe son verip birikimini ve deneyimini aktarabileceği alanlara yöneldi. Üniversitede dersler verdi, akademik görevlerde bulundu, atölyeler düzenledi, konferanslar verdi. Kendini tümüyle yeni sinemacılar yetiştirmeye adadı. 1988 yılında kurduğu ve 1990’ların ikinci yarısından itibaren ses getirmeye başlayan Kanada Film Merkezi’nde (Canadian Film Centre – CFC) sayısız öğrenci yetiştirdi. Ve geride sadece saygı ve övgüyle bahsedilebilecek bir kariyer, ibretlik bir yaşam öyküsünün koridorlarında bir hayalet gibi gezinen müthiş bir otobiyografi ve birbirinden güzel filmler bıraktı.

Şimdi sizlere Norman Jewison’ın filmografisinden birkaç sağlam film önereceği. İyi seyirler…

The Cincinnati Kid (Kumarbazlar Kralı, 1965)

Steve McQueen ile Edward G. Robinson’ı bir araya getiren Kumarbazlar Kralı, gelmiş geçmiş en iyi kumar filmlerinden biri kabul ediliyor. Steve McQueen her zamanki gibi ultra cool. Edward G. Robinson, All My Yesterdays adlı otobiyografisinde bu filmde canlandırdığı Lancey Howard karakterinin gerçek hayattaki Edward G. Robinson’ın (Emanuel Goldenberg) birebir aynısı olduğunu yazar ve “Norman Jewison beni yönetmek zorunda değildi, ben gerçekten Lancey’ydim” diye de ekler. Filmde bu iki ustaya ilaveten tüm oyuncuların kalburüstü olduğunu ama Joan Blondell’in âdeta şov yaptığını not düşelim. Kaçırmayın bu filmi.

blank

The Russians Are Coming the Russians Are Coming (Ruslar Geliyor, 1966)

Ruslar Geliyor, Soğuk Savaş dönemindeki korku iklimiyle gırgır geçen çok matrak bir film. Carl Reiner, Jonathan Winters, Brian Keith herkes çok iyi oynamış ama Alan Arkin bir başka. Norman Jewison otobiyografisinde filmin Moskova’daki gösteriminde o meşhur çan kulesi sahnesi gösterilirken seyirciler arasındaki Sergei Bondarchuk ve Grigoriy Chukhray’nın gözyaşları içinde sahneyi ayakta alkışladıklarını anlatır. Herhâlde bir yönetmen için bundan daha büyük bir iltifata mazhar olmak zordur.

In the Heat of the Night (Gecenin Sıcağında, 1967)

1967 yılının en büyük sürprizi. Irkçılık karşıtı bir şaheser. Gecenin Sıcağında, En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Oyuncu, En İyi Kurgu ve En İyi Ses dallarında Oscar’a uzandığı yıl birçok dalda karşısındaki bazı rakipleri şöyle bir saysam Robert Kennedy’nin Jewison’a “doğru zamanlama” derken neyi kastettiği çok daha iyi anlaşılır: The Graduate, Cool Hand Luke, Guess Who’s Coming to Dinner, In Cold Blood, The Dirty Dozen ve Bonnie and Clyde.

The Thomas Crown Affair (Kibar Soyguncu, 1968)

Steve McQueen’in en karizmatik olduğu filmleri saymak isteyen biri için her zaman İlk 3’te (Top 3) yer alan, birbirinden güzel görüntülerle ilmek ilmek dokunmuş stilize bir soygun filmi. Faye Dunaway’le McQueen’in uyumları görülmeye değer. Steve McQueen’in kendisinin de favori filmi buymuş. Kibar Soyguncu ekranı farklı imajlardan oluşan parçalı bir yapıyla sunmayı ilk bulan film değil ama onu küresel çapta popüler hâle getiren film. Ayrıca olağanüstü bir kurgusu var.

blank

Fiddler on the Roof (Damdaki Kemancı, 1971)

En İyi Ses ve En İyi Müzik dallarında Akademi ödüllü benzersiz bir müzikal. Damdaki Kemancı vizyon yolculuğunda The French Connection ve Shaft gibi hit filmleri geçerek 1971 yılının en yüksek gişe geliri elde eden yapımı oldu. Filmin görüntü yönetmeni Oswald Morris’in kamera lensinin üzerine kadın çorabı örterek yakaladığı görüntü, hâlâ çok kullanılan bir doğal efekttir. Morris’in bu filmdeki çalışmasıyla En İyi Görüntü Yönetimi dalında Oscar kazandığını not düşelim.

Jesus Christ Superstar (1973)

Norman Jewison aldığı müzik eğitiminin hakkını vererek sinemada müzikli filmlere yeniden hayat öpücüğü vermişti. Jesus Christ Superstar, Hz. İsa’nın hayatından 6 günü anlatan, büyük sükse yapmış bir Broadway oyunundan uyarlanan bir rock operası. Jewison orijinal eseri ciddi bir şekilde değiştiriyor ve çarpıcı bir görüntü çalışmasıyla unutulmaz bir sinema filmine dönüştürüyor.

Rollerball (Ölüm Pateni, 1975)

Ölüm Pateni farklı meseleleri tartışmaya açan çok ilginç bir bilimkurgu filmi. Küçükken izlediğimden midir nedir, çok seviyorum. Kabul ediyorum, filmdeki oyun çok karmaşık, birçok seyirciyi ilk 15 dakikada kaybettiğine eminim ama hikâyeye bir şans verirseniz bambaşka bir yere sürükleniyor. James Caan iyi oynamış ama John Houseman bir başka.

blank

…And Justice for All (1979)

Dürüst olacağım, …And Justice for All bir film olarak iyi yaşlanmadı, mahkeme sahneleri hariç zar zor ayakta duruyor ama yıllar sonra tekrar seyrettiğimde yine gözümü Al Pacino’dan ayıramamıştım. Norman Jewison’ın en önemli özelliklerinden birisi, gerektiğinde oyunculukları ön plana çıkarmayı biliyor olması. Özellikle hikâyenin yeterince iyi olmadığını hissettiğinde buna başvuruyor. Bu filmde Jack Warden da bir acayip. Sırf bu iki aktör için bile izlenir.

A Soldier’s Story (1984)

Sinemada ırkçılık ve medeni haklar üzerine en etkileyici filmlerden bazılarını Norman Jewison çekti, A Soldier’s Story de bunlardan biri. 1985 yılında En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilerek büyük bir sürprize imza atmıştı. Adolph Caesar kariyerinin en iyi ve en bilinen rolünde.

Moonstruck (Ay Çarpması, 1987)

Ay Çarpması’nı ilk izlediğimde övüldüğü kadar çok beğenmemiştim ama ikinci seyredişimde çok daha fazla beğendim. Klasik bir Norman Jewison filmi gibi yine herkes kalburüstü bir oyunculuk sergiliyor ama Cher bambaşka. Hikâye ve karakterler merak uyandırıcı, samimi bir havası var. Bu romantik komedinin o yıl Broadcast News, Au revoir les enfants, Radio Days ve Hope and Glory gibi önemli filmleri devirip En İyi Orijinal Senaryo Oscarı’nı evine götürdüğünü belirteyim.

blank

Only You (Çılgın Âşık, 1994)

Çılgın Âşık çok iyi bir film değil ama kişisel bir nedenden ötürü bu seçkiye dahil etmek istedim. Öyle sanıyorum ki, benim kuşağımın erkeklerini Marisa Tomei hayranı yapan film budur. Film televizyonda gösterildikten sonra belki bir ay boyunca her muhabbet bir şekilde Tomei’ye bağlanmıştı. Robert Downey Jr. ile Marisa Tomei’nin kimyaları görülmeye değer, o tarihlerde bu iki oyuncu gerçek hayatlarında da sevgiliydiler.

The Hurricane (Onaltıncı Raund, 1999)

Onaltıncı Raund sinemada seyrettiğim tek Norman Jewison filmi. Filmden sonra bilgisayarımda haftalarca Bob Dylan’ın Hurricane’i çalmıştı. Ne yalan söyleyeyim, ben Denzel Washington’ın Amerikan basınında çok övülen performansını seyretmek için gitmiştim. Bu rol için yaklaşık 30 kilo veren Washington’ın hem Berlin Film Festivali’nden hem de Altın Küre’den ödülle döndüğünü not düşeyim.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

KAYNAKLAR

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Brian De Palma

Brian De Palma: ‘’Beni ne eleştirmenler ne de başkalarının düşünceleri
blank

Martin Balsam (1919-1996)

Martin Balsam, sinemaseverlerin görse hemen tanıyacağı ama adını hatırlamakta güçlük