Norveç Sinemasında 2. Dünya Savaşı Filmleri

22 Temmuz 2023

Bende bugün hatıra olarak ne varsa
O yaza ait hepsi
Sıcak günler ve buğday kokusu
O yazdan kalma(*)

Böyle anlatır Sabahattin Kudret Aksal 1939 yazını. Her şey birden altüst olur sonra:

Değmiş gibi bir sihirbaz eli
Her şey değişiverdi bir anda
İşte orda geriye dönülmez bir zamanda
Çağlarımın en güzeli(**)

Çocukluktan gençliğe adım atan Aksal, sırtına binen hayat yükü ve aniden altına girdiği sorumluluklar yüzünden böyle hatırlar o yazı. Tabi ki 1939 sonbaharında, 2. Dünya Savaşı’nın kavurucu nefesini ensesinde hissetmiş olmasının da rolü büyüktür bu karamsar izlenimde.

Aslında ne hayat birden biner insanın sırtına ne savaşlar tüm korkunçluğu ve azameti ile çıkıverir ülkelerin karşısına köşe başında. Her şeyin tohumları önceden ekilmiştir, sadece elverişli bir iklim ve birkaç damla su bekler başını topraktan çıkarıp gökyüzüne uzatmaya. 2. Dünya Savaşı’nın tohumları da çok önceden toprağa düşmüştür. 1. Paylaşım Savaşı dünyanın emperyalistler arasında bir işgücü ve kaynak yığını olarak paylaşılması için yapılmış bir bilek güreşidir adeta. Payların yeniden dağıtılmasını isteyenler ile “Ne münasebet! Hepsi bizim!” diyenlerin arasındaki tepişmedir bu. Açgözlü kabadayıların kayıkçı kavgası insanlığa ölümden başka bir şey getirmez. Bütün savaşlara son verecek olan savaş, barışa son veren barışla yani Versailles Antlaşması ile sona ermiştir. Rus Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, Finlandiya, Almanya ve Polonya’nın devrimin eşiğinden dönmesi, işgal altındaki Osmanlı Devleti’nde Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal bağımsızlık savaşına girişmesi, başarıya ulaştırması ve cumhuriyeti kurması, Avrupa’da komünizm hayaletine karşı faşizmin iplerinin gevşetilmesi ve bu da yetmeyince salıverilmesi. İngilizlerin sürekli Alman faşizmi ile Sovyetler Birliği’ni karşı karşıya bırakma politikası… İki dünya savaşı arasında meydana gelen bütün bu önemli olayları, her biri hakkında birer kitap yazılabilecek bu gelişmeleri tek bir yazıda anlatmak çok zor. O yüzden hoşgörünüze sığınarak doğrudan savaşın başlangıcına atlayacağım.

blank

Alman ve İtalyan faşizmleri her iki ülke halkının çektiği büyük ekonomik sıkıntılardan yararlanarak iktidara gelir ve antikomünizmi boşlamadıkları sürece bilhassa İngiltere tarafından hoşgörülür ve hatta desteklenir. İngiltere, kartlarını Almanya ve Sovyetler Birliği’nin çatışmasına oynar ve Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı ittifak konusunda sunduğu teklifleri ısrarla görmezden gelir. Alman-Sovyet saldırmazlık paktı, 1939 Ağustos’unda Sovyetler Birliği’nin İngilizlerin kötü niyetli vurdumduymazlığına karşı bir ön alma çabası olarak imzalanacaktır. Tabi ki çok tartışılacaktır. İşte bu atmosfer içinde dünya, tarihin en büyük yıkımına doğru koşar adım ilerlemektedir.

1 Ekim 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesi ile 2. Dünya Savaşı başlar. İngilizler ve Fransızlar da Almanya’ya savaş açarak karşılık verir buna. Sovyetler ise Polonya’nın kalan kesimini ve Romanya’nın bir bölümünü işgal edip Baltık Devletleri’ni ilhak eder. Sovyetler Birliği saldırmazlık paktına rağmen savaşın her adımında Almanya’ya karşı kendini kollamaktadır. Özellikle Alman yanlısı bir hükümet tarafından yönetilen Finlandiya’ya güvenmemekte ve buradan gelebilecek bir Alman saldırısına karşı Leningrad’ın (bugünkü St. Petersburg) konumunu tehlikeli bulmaktadır. Finlandiya sınırında olan Leningrad’ın savunulması amacıyla Finlandiya’dan tampon bölge talebinde bulunur önce. Karşılığında da tampon bölge büyüklüğünde başka bir toprak parçası vermeyi önerir. Finlandiya bu teklifi soğuk karşılar. Tampon bölge karşılığında önerdiği toprak parçasının büyüklüğünü iki katına çıkararak yeniler Sovyetler Birliği teklifini. Finlandiya yanaşmaz gene. 30 Kasım 1940’ta Sovyetler Birliği savaş ilan etmeksizin Finlandiya topraklarına girer ve böylece savaş İskandinavya’ya sıçramış olur.

İkinci Dünya Savaşı’nın başında İskandinav yarımadası görünüşte tarafsızlığını korumaktadır. Fakat bu ikircikli hatta ikiyüzlü bir tarafsızlıktır. İsveç tek başına Almanya’nın silah ve makine endüstrisinde kullandığı demir cevherinin %85’ini karşılamakta ve bunu tarafsızlığa aykırı bulmamaktadır. 1917’de devrimin eşiğinden dönen Finlandiya, adı konulmamış bir Alman sempatisiyle Sovyetler Birliği’ne karşı hasmane tavrını sürdürmektedir. İngiliz yanlısı olan Norveç ise İsveç’ten kış aylarında demiryoluyla Narvik limanına gönderilen demir cevherinin gemilerle Almanya’ya sevk edilmesine göz yummakta ve bundan gelir sağlamaktadır.

Norveç için güzel günler çok sürmeyecektir. 1939’un Aralık ayında Almanlar hem Atlantik’e açılacak deniz üsleri edinmek, hem Narvik’ten sevk edilen İsveç demirini garantiye almak, hem de Sovyetler Birliği’ne yapılacak olası bir saldırıda kullanılacak kara köprüsü olması için Norveç’i işgal etmeye karar verir. 1940 Şubat ayında İngiliz savaş gemileri Altmark isimli Alman tankerini Norveç karasularında sıkıştırır ve gemide petrol varilleri içine tıkılmış yaklaşık 300 İngiliz savaş esiri bulur. Altmark olayı İngitere-Norveç ilişkilerini gererken Almanya’ya da işgal için yeni bir gerekçe verir: Norveç’i İngiliz saldırganlığına karşı korumak.

Norveç, tarafsız kalmak kaygısıyla İngilizleri protesto ededursun, 8 Nisan 1940 gecesi kimliği belirsiz bir savaş gemisi Oslo fiyortlarına doğru yol almaktadır. Fiyortları koruyan Oscarsborg kalesinin komutanı Albay Birger Eriksen, ne üstlerinden ne de hükümetten bu olayla ilgili bir talimat alamayınca inisiyatifini kullanarak ateş emri verir. İsabet alan kimliği belirsiz gemiden yükselen sesler geminin kimliğini açık eder: Batmakta olan geminin mürettebatı Deutschland Über Alles marşını bir ağızdan söylemektedir. Batırılan gemi Norveç’i işgal etmek için yaklaşık 1.600 askeri personelle yola çıkan Blücher adlı Alman kruvazörüdür. Norveç kralı 7. Haakon, kardeşi Danimarka kralı 10. Christian’dan yardım istemeye çalışsa da telefonlarına çıkan olmaz. Ertesi gün Danimarka’nın birkaç saatlik cılız bir direnişten sonra teslim olduğu yolundaki haberler ajanslara düşer.

Blücher’in batırılması üzerine Almanlar, Norveç’e bir ültimatom vererek teslim olmasını ister. Norveç kralı Haakon, veliaht prens Olav ve maiyeti hükümetle birlikte önce Hamar’a, sonra da Elverum’a çekilir. Bunu fırsat bilen Alman yanlısı faşist Ulusal Birlik Partisi lideri ve eski savunma bakanı Vidkun Quisling, hükümetin kaçtığını iddia ederek bir darbe yapar ve yönetime el koyar. Hitler ve Ribbentrop, bir taraftan Quisling’i desteklemekte, bir taraftan kral ve meşru Norveç hükümeti ile görüşülmesini isteyerek işgale meşru zemin hazırlamaya çalışmakta, bir taraftan da kralın konvoyuna hava saldırıları düzenlenmesini emretmekten geri kalmamaktadır.

Kral Haakon işgale karşı takınılacak tavrın belirlenmesi sorumluluğunu meşru hükümete yıkmak ister. Kralın bu tavrı demokratlığından çok sorumluluktan kaçma eğiliminin sonucudur. Hükümet ise bu iradeye sahip değildir. Başbakan ülkenin en kara gününde istifa ederek hükümeti ortada bırakacaktır. Alman heyeti ile görüşmeler yapılır. Kral sözü hükümete bırakırken hükümet de ültimatomu reddeder. Kral ve hükümet, Elverum üzerinden önce İsveç’e, sonra İngiltere’ye kaçar. 7. Haakon, Almanlarla mücadele kararını ancak İngiltere’ye ayak basıp hayatını garantiye aldığı zaman verebilmiştir. Bu noktadan sonra kral 7. Haakon’u temsil eden ve ortasında “7” rakamını taşıyan “H” harfi direnişin en önemli sembollerinden biri olur.

Quisling’in Alman destekli tek adamlığı yalnızca 15 gün sürer. Berlin, Josef Terboven’i Norveç’e reichkommissar ünvanıyla sömürge valisi olarak atar. Artık bu iki adam birlikte çalışacaktır. Lakin işbirlikçi Quisling ile acımasız Terboven’in yıldızı hiçbir zaman barışmaz. Terboven bir ara Quisling’i Ulusal Birlik Partisi liderliğinden istifa etmek zorunda bırakacak kadar ileri gitse de o hacıyatmaz gibi yerden kalkmayı başarır. Anlaşılan Quisling’in hem kullanışlı bir işbirlikçi hem de Terboven’i dizginleyen bir unsur olarak Berlin’in gözündeki kredisi oldukça yüksektir.

İşgalin ilk birkaç gününe bir sürü olay sığmıştır: Kralın ve hükümetin önce güvenlikli bölgelere çekilmesi ve akabinde İsveç’e kaçması, Norveç Merkez Bankası’nın rezervinde tutulan altınların başarılı bir operasyonla Almanların eline geçmeden önce ülke dışına sonra Kanada’ya kaçırılması, Quisling’in bir darbe ile iktidara gelmesi… Bu kadarla da sınırlı değildir gelişmeler. 9 Nisan günü İngilizler, Fransızlar ve Polonyalılar ile birlikte Narvik’teki işgalci Alman birliklerine saldırır. İngiliz donanmasının denizden, teslim olmayan Norveç askerleri ile Fransız ve Polonyalı askerlerin karadan yürüttüğü ani saldırı ile Narvik ve çevresi kısa sürede kontrol altına alınarak Almanların kışlık demir sevkiyatı rotasının bu önemli durağı ele geçirilir. Narvik’te kısa süre için zafer coşkusu yaşanır. Haziran ayında müttefik askerlerinin ve İngiliz gemilerinin geri çekilmesi ile Narvik bir anda Alman bombardıman uçaklarının saldırılarına karşı savunmasız duruma düşer. Kısa süre içinde  şehir yerle bir olurken kaçabilenler Narvik’i terkedecek ve bu küçük zafer bir trajediye, coşku da canını kurtarma telaşına dönüşecektir.

Alman işgali Norveç’te kendi destekçilerini bulmuştur. Quisling, Knut Hamsun, Ulusal Birlik Partisi… Ama karşısında haklı bir direniş de bulmuştur. Norveçli yurtseverler ülke dışına çıkarak İngiliz ordusu bünyesinde oluşturulan kamplarda askeri eğitim almaya başlar. Direnişçiler gemi ve havaalanlarına sabotajlar düzenleyerek Alman birliklerini cephe gerisinde yıpratmaya çalışmaktadır. Bu sabotajcıların arasından Norveç’in Maximo Guillermo Manus ve Jan Baalsrud gibi savaş kahramanları çıkacaktır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

Maximo Guillermo Manus (1914-1996)

1914 yılında Bergen’de doğdu. Annesi Danimarkalı, babası Norveçliydi. Genelde İspanyolca konuşulan ülkelerde çalışan babası Johan Magnussen olan adını Juan Manus olarak değiştirdi. Bu yüzden Max’a da bir İspanyol adı olan Maximo Guillermo ismini koydu. Max yurtdışında pek çok yeri gezdikten sonra 2. Dünya Savaşı blankpatlak vermeden hemen önce Norveç’e döndü. Savaşın başlangıcının hemen akabinde Fin-Sovyet savaşında Finlandiya saflarında savaşmak üzere gönüllü olarak cepheye gitti. Almanların Norveç’i işgal etmesi üzerine ülkesine dönerek direniş hareketine katıldı. Gazete çıkarmak, silahlı direniş örgütlemek gibi işlere girişti. Bu çabaları Almanlar tarafından farkedilince yurtdışına kaçtı ve Kanada üzerinden İngiltere ve İskoçya’daki İngiliz eğitim kamplarında sabotaj eğitimi aldı. Oslo ve Stockholm arasında mekik dokuyarak Oslo limanına demirleyen Alman savaş gemilerine başarılı sabotajlar düzenledi. Son büyük işi ölüm gemisi olarak bilinen ve Norveçli Yahudileri Polonya’ya taşıyan SS Donau’nun 16 Ocak’ta batırılması oldu. Manus ve arkadaşlarının gemiye yerleştirdiği zaman ayarlı mıknatıslı mayınlar geminin açık denizde batması için ayarlanmıştı. SS Donau’nun limandan geç ayrılması açık denize varamadan Oscarsborg kalesi yakınlarında batmasına neden oldu. Bu yüzden geminin Oslo limanında mayınlandığını anlayan Almanlar direnişçilere karşı bir insan avı başlattı ve Manus’un çoğu silah arkadaşı bu intikam operasyonlarında öldürüldü. Savaşın sonunda  kralın ve veliaht prensin gardiyanı ünvanı ile ödüllendirildi. Savaş sırasında Stockholm’de tanışıp aşık olduğu Tikken Lindebrække ile 1947 yılında evlendi. Hemen hemen tüm silah arkadaşlarını çatışmalarda veya işkenceli sorgularda kaybeden Manus savaşın travmasını hiç atlatamadı ve hayatı boyunca alkolizmle mücadele etmeye çalıştı.

[/box]

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

Jan Sigurd Baalsrud (1917-1988)

1917 yılında Oslo’da doğdu. 1939 yılında harita aletleri uzmanı oldu. Norveç’in işgali sırasında Vestfold’da savaştı ve sonra ülkeyi terk ederek İsveç’e kaçtı. 1941’de İsveç Baalsrud’u casusluk suçlamasıyla sınır dışı edince blankİngiltere’ye gitti ve orada askeri eğitim aldı. 1943 yılında üç sabotajcı arkadaşı ve  8 kişilik tekne mürettebatı ile Almanların denetimindeki bir havaalanını bombalamaya giderken bir muhbir tarafından Almanlara ihbar edildiler. Baalsrud hariç 11 kişi yakalanarak kurşuna dizildi. Baalsrud ise çok zor, çileli ve talihsiz bir yolculuğun ardından İsveç’e ulaşabildi. Bu zorlu yolculukta ayak parmaklarını kangrenden kaybetti. Savaşın sonuna kadar İngiltere’de Norveçli gönüllülere askeri eğitim vermeye devam etti. Kahraman olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyen alçakgönüllü birisi olarak hatırlandı.

[/box]

1942 yılında Alman işgalinin en karanlık günleri yaşanır. 26 Ekim’de Yahudi erkeklerinin bir kısmı çeşitli suçlamalarla tutuklanarak Berg Toplama Kampı’na kapatılır. Yaklaşık 1.000 kişi Quisling’in “zorunlu sürgün”ünden önce İsveç’e kaçmayı başarır. 25-26 Kasım tarihlerinde tüm Yahudiler tutuklanarak önce Berg Toplama Kampı’na sonra da SS Donau gemisi ile Polonya’ya, Auschwitz’e gönderilir. 700’ün üstünde Yahudinin tamamı orada hayatını kaybeder.  İşin en acı yanı işe şudur: Norveç’teki Yahudilerin çoğu 1900’lü yılların başında Rusya, Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerindeki Yahudi düşmanlığından kaçan mültecilerdir. Ama soykırım onları İskandinavya’da da bulmuştur.

1942’den 1944’e kadar Norveç’te Almanlara karşı bir cephe savaşı yapılmaz. 1944 sonbaharında rüzgar müttefiklerin tarafına dönmeye başlar. Çünkü 1941 yılında Sovyetler Birliği’ne savaş açan ve Stalingrad, Leningrad ve Moskova gibi önemli şehirleri kuşatmayı başaran Almanlar 3 yılda iklim şartları ve azimli Sovyet direnişi karşısında yıpranmıştır. Doğu Cephesi’nde Almanları durdurmayı başaran Sovyetler birçok bölgede karşı saldırıya geçmeye hazırlanmaktadır. Öte yandan 1944 yılının Haziran ayının başlarında başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve Kanada olmak üzere diğer müttefik devletler Normandiya’ya çıkarma yapmaya başlayacaktır. Artık Almanlar için yenilgi ufukta görünmektedir.

1944 yılında Sovyetler Birliği ile yaptığı 2. savaş olan Devam Savaşı’nı kaybeden ve Moskova Ateşkesi’ni imzalayan Finlandiya, ülkesinde konuşlandırdığı Alman askerlerini ülkeden çıkarmaya zorlanır ve Finlandiya Almanlara savaş açar. Laponya Savaşı olarak anılan bu savaş sonunda Almanlar Norveç’in Finnmark bölgesine çekilirken Sovyetler Birliği, İngiltere ve Kanada Finnmark’ın Alman askerlerinden temizlenmesi gerektiği konusunda anlaşmaya varır. Anlaşmaya göre Sovyetler Finnmark’ı Almanlardan temizleyecektir. Sovyet güçlerinin saldırı için yaptığı hazırlıklar Almanlar tarafından farkedilir ve geri çekilme başlar. Almanlar geri çekilirken pek çok yerleşim yerini yakıp yerle bir eder. Sovyetler 23 Ekim 1944’te 120.000 kişilik bir kuvvet ile Finnmark operasyonuna başlar ve birkaç gün içinde yaklaşık 4.500 kişilik bir Norveçli asker, milis ve polis birliği onlara destek verir.  26 Nisan 1945’te Finnmark savaşı kazanılır.

1945 baharında Almanlar ağır bir hezimete doğru ilerlemektedir. Sovyet topçusu Berlin’in dış mahallelerine kadar gelmiştir. 30 Nisan 1945’te haber ajansları Hitler’in ölüm haberini tüm dünyaya duyurur. Hitler’in yerine geçen Büyük Amiral Franz Dönitz, Reichkomissar Terboven’i görevden görevden alarak yerine daha ılımlı bir asker olan Franz Böhme’yi atar. Böhme aynı gece Norveç’te bulunan yaklaşık 400.000 Alman askerinin teslim olacağını duyurur. 8 Mayıs’ta tüm Almanya kayıtsız şartsız teslim olurken Terboven bir sığınakta intihar eder.

Teslimiyet sonrasında özellikle Norveç kırsalında halk Alman askerlerine karşı intikam saldırıları düzenler ve özellikle Almanlarla işbirliği yapan veya onlarla yakın ilişki içinde olan Norveçliler de bu saldırılardan nasibini alır.

7 Haziran 1945’te kral Haakon, veliaht prens Olav ve sürgündeki Norveç Hükümeti ülkeye döner. İşgalin nefret objesi haline gelen Siegfried Fehmer ve Kurt Stage gibi Alman subayları işledikleri savaş suçlarından yargılanarak idam edilir. İşbirlikçi Vidkun Quisling de onlarla aynı kaderi paylaşır. İki Knut; Knut Hamsun ve Yahudi soykırımında büyük rol oynayan Oslo Emniyet Müdürü Knut Röd ceza almaz. Röd beraat ederken Hamsun’a yaşı dolayısıyla ceza verilmez. Verilmez ya, halkın vicdanı Hamsun’u hiç affetmez. Tüm Norveçliler ellerindeki Hamsun kitaplarını bir pakete koyarak yazarın adresine göndermeye başlar. Oslo’da yaşayanlar kendileri gidip bırakır kitapları Hamsun’un kapısına. Ev kısa sürede protesto amacıyla yazarına iade edilen kitaplarla dolar taşar. Hamsun kahrolur. 1952 yılında bir yaşlılar evinde hayatı son bulur.

Norveç Sinemasında 2. Dünya Savaşı Filmleri

Norveç 2. Dünya Savaşı’nda çok fazla direniş gösteremeyen bir ülke. Klasik cephe savaşı olarak adlandırabileceğimiz iki muharebe yaşamış: 1940’taki Narvik Savaşı ve 1944 yılındaki Finnmark Savaşı. Bunlar da büyük ölçüde İngiliz, Fransız, Polonyalı ve Sovyet desteği ile gerçekleştirilmiş muharebeler. Bu yüzden Norveçli sinemacılar cephe savaşını anlatan film yapmak için pek az malzemeye sahip. Fakat tam burada bazen savaşın sivil tarafına eğilmeyi akıl ederek bazen de ilginç küçük olayları ustaca işleyerek gayet başarılı bir biçimde yeni alanlar açıp ilginç hikayeler bulmuşlar kendilerine. Kralın kaçış hikayesi, Merkez Bankası altınlarının yurtdışına kaçırılış serüveni, Norveçli Yahudilerin başına gelenler, ailesini korumak için çift taraflı casusluk yapmak zorunda kalan bir sahne sanatçısı, başarısız bir operasyondan sonra hayatta kalma mücadelesi veren bir sabotajcı veya aynı eve sığınmak zorunda kalan İngiliz ve Alman askerlerinin zorunlu dostluğu gibi daha az aksiyonlu ama daha derin konuları filme almışlar. Bu birinci artıları.

blank

İkinci artıları ise çizdikleri kahraman portreleri. Kahramansız savaş filmi olmaz. Fakat Norveçli sinemacıların kahramanları o alıştığımız düşmez kalkmaz kahramanlardan değil. Daha gerçeğe yakın, daha insani potreler çiziyorlar, kahramanın yetenekleri kadar zayıflıklarını da sergilemekten kaçınmıyorlar. Bu arada filmlerin büyük çoğunluğunun yaşanmış hikayelerden uyarlandığını hatırlatalım.

Filmlerde can sıkıcı olan kısım ise şu: Neredeyse tüm filmler hiç değişmeyen bir formata sıkıştırılmış. Siyah beyaz fotoğraflar, gazete küpürleri ve görüntülerle başlıyor ve filmdeki kahramanların akıbetinin ne olduğunu anlatan gene siyah beyaz fotoğraflardan oluşan bir bölümle sona eriyor. Hamburgerde köfteyi içine alan iki dilim susamlı yuvarlak ekmek gibi bu format hep aynı. Sanırım Rönning-Sandberg ikilisinin Max Manus: Man of War (2008) filmiyle başlayan bu format yıllardır hunharca taklit ediliyor. Son olarak da efekt ve CGI kullanımı gibi konuların hala sıkıntılı göründüğünü söylemeliyiz.

Norveç sinemasında 2. Dünya Savaşı filmleri ile ilgili yazımda 2008 sonrasında çekilen filmleri inceledim. 2008 öncesi filmlere erişme şansım olmadı. Muhtemelen 2008 sonrasında  çekilen filmler arasında erişemediklerim olabileceğini peşinen kabul ediyorum. Ayrıca tamamen 2. Dünya Savaşı’nda geçen dönem filmlerini tercih ederken hikayesinin bir kısmı 2. Dünya Savaşı’nda geçen veya 2. Dünya Savaşı ile ilgili bir geri plana sahip olduğu halde başka zaman dilimini anlatan filmleri dikkate almadım. Bu yüzden Out Stealing Horses ve Dead Snow serisi gibi filmler elendi. Filmleri tek tek incelemeye geçmeden önce bu uzun giriş yazısını okuduğunuz için sabrınıza hayran olduğumu belirtmeyi bir borç bilirim. Umarım bu yazı daha önce izlemediğiniz birkaç güzel filmi keşfetmenize vesile olur.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Max Manus: Man of War (Joachim Rönning, Espen Sandberg, 2008)

Norveç’in 2. Dünya Savaşı’ndaki baş kahramanlarından Maximo Guillermo “Max” Manus’un biyografisinden bir kesiti anlatan filmde Rönning-Sandberg filmlerinin alametifarikalarını görmek mümkün: İyi bir sinematografi, geniş oyuncu kadrosu ve klasik Hollywood tarzı senaryo. Kahraman portresinin iyi çizilmiş olması da cabası. Manus bir süpermen olmaktan çok, defoları olan, savaş travmasını ömür boyu üzerinden atamayan, bazı durumlarda arkadaşlarını kurtaramadan kaçmak zorunda kalan, hatta silahıyla oynarken kendini vuran bir kahraman. Bunun yanında Max Manus rolünde Aksel Hennie’nin çok iyi olduğunu (hangi rolde iyi değil ki?) ve bu filmdeki başarısının Hennie’ye Norveç çapında süper starlık yolunu açtığını belirtmeden geçemeyeceğim. Agnes Kittelsen’e aşığım, Ken Duken’i Gestapo Komutanı Siegfried Fehmer rolünde izlemek keyifli. Filmin tek defosunun yetersiz efektler (gemi batma vb. sahnelerinde) olduğunu da ekleyeyim.

Into the White (Petter Næss, 2012)

Norveç’in karla kaplı bölgelerinin birinde it dalaşına giren bir Alman bir de İngiliz uçağı düşer. Tesadüfen aynı dağ kulübesine sığınmak zorunda kalan 3 Alman ve 2 İngiliz havacısı, birbirleriyle mücadele etmenin yanı sıra soğuk ve sinsice bastırmak üzere olan açlık ile de cebelleşmek zorunda kalacaktır. Mecburen işbirliği yapmak zorunda kalan düşmanların arasında gerçek bir dostluk doğacaktır. 1940 yılında yaşanan gerçek bir olaydan uyarlanan film iyi bir hikaye akışına ve hümanist bir anlatım diline sahip. Ah bir de baş kahramanları canlandıran  Florian Lukas (Teğmen Horst) ve Lachlan Nieboer’in (Yüzbaşı Davenport) oyunculuk yeteneği filme birazcık destek verseymiş!

The King’s Choice (Erik Poppe, 2016)

Norveç’i Almanlara teslim etmeyen ve Nazi karşıtı direniş hareketinin simgesi olan kral 7. Haakon’a tecrübeli bir sinemacının gözünden sıradışı bir bakış atmaya ne dersiniz? Kolayca monarşi övgüsüne dönüşebilecek bir öykü Poppe’nin elinde ayrıksı bir karakter analizine dönüşmüş. Halkın esareti ile  özgürlük yolunda savaşarak ölmesi seçenekleri arasında sıkışıp kalan, dara düştüğünde tortop olup cenin vaziyetinde yere yatan, sorumluluk almak istemeyen, İngiltere’ye kaçıp can güvenliğini sağlamadan mücadele kararını veremeyen bir “kahraman kral” hikayesi nereden baksanız ilginç. Jesper Christensen’in Haakon yorumunu beğendim. Poppe’nin en iyi filmi değil ama izlenmesi gereken filmlerinden biri.

The 12th Man (Harald Zwart, 2017)

Norveç’in bir başka savaş kahramanı olan Jan Baalsrud’un öyküsünü anlatan bir film. Eksik bilgilere dayanan, kötü planlanmış bir sabotaj operasyonuna girişen 12 Norveçli direnişçinin teknesi batar. Yaralı olan Jan Baalsrud dışındaki 11 kişi Almanların eline geçer. Artık Jan Baalsrud’un İsveç sınırını geçip canını kurtarmak dışında bir seçeneği yoktur. Gene ilginç bir kahraman portresi çizilmiş. Talihinin kötülüğü yüzünden savaşçılığı ile değil, iyi kaçması ile ünlü olmak zorunda kalmış bir adam Baalsrud. Film son anına kadar merakla izleniyor. Finaldeki tek kurşun twisti de filmi taçlandırmış. Olay gerçekte böyle olmamış da olsa bu twisti finale ekleyenin ellerine sağlık.

The Spy (Jens Jonsson, 2019)

İsveçli bir yönetmen, çoğunlukla İsveçli oyuncular… Bunun neresi Norveç filmi diyebilirsiniz. Ortak yapım olması dolayısıyla ve Norveç’e ait gerçek bir öyküyü anlatması yüzünden listeye aldığım bir film. 2. Dünya Savaşı sırasında İsveç’te yaşayan ve Nazilerle yakın ilişkileri yüzünden adı pek de iyi anılmayan Norveçli sahne yıldızı Sonja Wigert’in öyküsü. Wigert, Nazilere açıktan karşı koymadığı için Norveçliler tarafından dışlanmış bir figür. Günün birinde İsveç İstihbaratı tarafından Almanların kudretli Reichkomissar’ı Terboven’in sevgilisi rolünü oynayarak casusluk yapmaya ikna ediliyor. Savaşın bir başka cephesini, diplomat ve casus kaynayan İsveç’in başkenti Stockholm’ü anlatan ilginç bir film.

Betrayed (Eirik Svensson, 2020)

Holokost’un Norveç ayağını anlatan bir film. Berg toplama kampı, Yahudilerin yok edilmesine zinhar karşı olan Quisling’in icadı “zorunlu sürgün”, Yahudi komşusunun malına çöken ikiyüzlü Norveçliler, SS Donau ölüm gemisi, Auschwitz’de sonlanan yaşamlar… Doğrusu her şey o kadar bildik ki film konusunda negatif veya pozitif bir izlenimim yok. Kötülüğün sıradanlığı da böyle bir şey olsa gerek.

The Crossing (Johanne Helgeland, 2020)

Holokost’u çocuk gözünden anlatan bir çocuk filmi. Ailesi direnişçilere destek veren ve Yahudilerin İsveç’e kaçmasına yardım eden iki çocuk, onların hapse girmesi üzerine evde saklanan iki Yahudi çocuğa İsveç sınırına kadar eşlik etmek zorunda kalır. Bir çocuk filminde, belirli bir dozun altında şiddet gösterimi ile holokost gibi korkunç bir olay nasıl anlatılır derseniz film bunu başarmış. Üstelik çocukların anlaşmazlığı özelinde Norveçlilerin ve Yahudilerin kendi iç çelişkilerinin alegorisi kurulmuş. Hem bir çocuk filmi olmayı başaran hem de fazlasını yapan bir film The Crossing.

Narvik: Hitler’s First Defeat (Erik Skjoldbjærg, 2022)

İsveç’te çıkarılan demirin kışlık sevkiyat rotasında önemli bir durak olan Narvik Limanı’nın Almanların Norveç’i işgalinden kısa süre sonra Norveçlilerin, İngilizlerin, Fransızların ve Polonyalıların giriştiği ortak saldırı ile kurtarılmasını ve yaklaşık iki ay elde tutulmasını anlatan bir film. Ailesi ile vatanseverlik arasında seçim yapmak zorunda kalanların dramının anlatıldığı ve İngiliz ikiyüzlülüğünün vurgulandığı bir film. Ama aynı zamanda cılız savaş sahneleri ve cılız dekorlar ile kotarılmış tipik bir düşük bütçeli Netflix yapımı. 25.000 askerle gerçekleştirilen bir operasyonu anlatan bir filmde 10 kişinin yukarıdan sıktığı, 10 kişinin de aşağıdan koştuğu sahneler görmek aşırı can sıkıcı. Skjoldbjærg’in klasına çok yakıştığını düşünmediğim bir film.

Gold Run (Hallvard Bræin, 2022)

Hallvard Bræin, Börning / Yarış serisi ie tanınan bir yönetmen. Serinin ilk filmi fazla beklentiye girmeden izlerseniz iyi bir seyirlikti. İkinci film olmasa da olurdu. Üçüncü film ise serinin tabutuna son çiviyi çakan berbat bir curcunaydı. Hele filmin başlarındaki, 90’lı yılların fenomeni(!) İnternet Mahir’in kaleminden çıkmışa benzeyen “Do you dance? Do you kiss?” diyalogu neydi öyle? Neyse ki Bræin bize fazla eziyet etmeden Börning serisinde iyi yaptığı şeyleri de muhafaza ederek yeni hikayelere yönelmiş. Gold Run filminde Bræin, 1940’a, Alman işgalinin ilk gününe dönüp Norveç Merkez Bankası’nın rezerv altınlarının Almanlardan kaçırılması ve Kanada’ya gönderilmesi hikayesini anlatmış. Bræin yalnızca cesaret ve kaba kuvvet ile kahramanlık yapılmayacağını, işini doğru ve titiz bir şekilde yapabilmenin de bir çeşit kahramanlık olduğunu vurgularken hafiften komedi unsurlarını da işin içine dahil etmeyi ihmal etmemiş. Sürükleyici ve keyifli bir seyirlik olmuş.

[/box]

Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Dipnotlar

(*) ve (**): 1939 Yazı, Şiirler, Sf:77, Sabahattin Kudret Aksal, YKY, 2008

(***): 2. Dünya Savaşı ve Norveç’in Almanlar tarafından işgali ile ilgili bilgiler ilgili Wikipedia sayfalarından derlenmiştir.

[/box]

blank

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Tüm Zamanların En İyi 100 B Filmi

Listede daha önce adını duymadığınız birçok eğlenceli filme rastlayacağınızı tahmin
blank

John Waters 2011 Yılının En İyi 10 Filmini Listeliyor

Trash'in Papası olarak bilinen Pink Flamingos, Polyester, Hairspray gibi filmlerle