Önceleri yerli avantür ve fantastik filmleri ve 80’li yılların “travma sonrası” filmlerini izleyip bu alanda yazmaya çalışıyordum ama belli bir türe ve döneme ait filmlerle uğraşıyorsanız bir yerde tıkanıp yeni bir şeyler izleme isteğinizi kaybetmeniz olası. Bir yıldır benim yakama yapışan illet buydu. Pandemi dönemi, içine girdiğim tıkanıklığı aşmak için bir fırsat oldu. Norveç sinemasını takip etmeye başladıktan sonra film izlemenin yeniden bir ihtiyaç, zevk ve hatta bağımlılık haline geldiğini keyifle deneyimledim.
Norveç sineması, aksiyon, macera ve korku türlerinde özgün örnekler veremeyen, Hollywood klişelerinin sıkıcı bir tekrarından öteye gidemeyen bir sinema. Büyük Usta olarak adlandırabileceğimiz yönetmenleri yok. Ama Norveç sinemasında insanı derinden yakalayan özgün bir şeyler var. Özgünlüğü ve gücü insanın iç dünyasına inen, modern insanın huzursuzluğunu, zaman karşısındaki eğretiliğini sergileyen dramalarda ve sanat filmlerinde ortaya çıkıyor. Büyük prodüksiyonlarla pek işi olmayan Norveç sineması küçük prodüksiyon, az oyuncu ve sınırlı mekan kullanımı konusundaki ustalık ve tabi ki tabiat güzelliği ve ışık konusunda Norveç’in sahip olduğu doğal avantajı iyi kullanması ile öne çıkıyor.
Baştan belirteyim; bu genel bir Norveç sineması tarihi incelemesi değildir. Hele hele “şu iyidir, bu kötüdür” şeklinde bir ahkam kesme denemesi hiç değildir. 1995 sonrasında çekilmiş filmlerden bir kısmına hiç ulaşamamış olmam gerçeği bile tek başına böyle babalanmalara girişmeyip haddini bilmek için yeterli sebeptir. Listem, sinemayı seven bir kişi olarak, ulaşabildiğim Norveç sineması örnekleri içinde beğendiğim ve benim gibi sinemaseverlere sunduğum naçizane film önerilerinden ibarettir. Bu yazı sayesinde daha önceden izlemediğiniz bir tane bile güzel film keşfetseniz benim için mutluluktur. İyi seyirler
Eggs / Yumurtalar (Bent Hamer, 1995)
Yaşlı iki kardeş olan kuralcı Pa (Kjell Stormoen) ile takıntılı Moe (Sverre Hansen) aynı evde radyoları ve pipoları ile monoton ama mutlu bir hayat yaşamaktadır. Günün birinde Pa’nın ayrı yaşadığı eşi ölünce zihinsel engelli oğlu Konrad da onlarla yaşamaya başlar. Filmin ana teması, içinden ne çıkacağı belli olmayan yumurtalar ile betimlenen değişim korkusu. Bent Hamer’ın en iyi filmi olmasa bile daha sonra çekeceği Mutfak Hikayeleri (2003) ve O’Horten / Yalnızlık Çökünce (2007) filmlerinde ne ile karşılaşacağımıza dair ipucu veren ve Hamer’ın tanınmasını sağlayan, huzurlu, tuhaf ve sakin bir film. Görüntü yönetmeninin Erik Poppe olduğunu da not düşelim.
Insomnia (Erik Skjoldbjærg, 1997)
Bir cinayeti araştırmak üzere Norveç Polisi’ne yardıma gönderilen İsveçli polis Engström’ün olayların beklenmeyen gelişimi sonucunda katil Holt ile aynı seviyeye inmesini anlatan etkileyici bir film. 2002’de Christopher Nolan tarafından yeniden çevrilen versiyonunu orijinalinden önce izlediğime hayıflanmama neden olduğunu söyleyebilirim. Eylemlerinde izledikleri motivasyonları bulanık, iyilik ve kötülük arasında salınan kafası bulutlu karakterlere vücut vermekte usta olan Stellan Skarsgård ve Bjørn Floberg’in oyunculuğu da zevk veriyor.
Salmer Fra Kjokkenet / Mutfak Hikayeleri (Bent Hamer, 2003)
Kırsal kesim ile kentlerin, gelenekler ile modernliğin, pastoral bir sükunet ile kentli bir koşuşturmaca ve gürültünün ve nihayet İsveç ile Norveç’in çelişkisini hepi topu 10-15 metrekarelik bir alanda, iki oyuncu ile ustaca gözler önüne seren Bent Hamer’ın magnum opusu. Norveç sineması deyince mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri.
Reprise / Nakarat (Joachim Trier, 2006)
Joachim Trier’in yönettiği ve senaryosunu Eskil Vogt ie yazdığı film, yazarlık ile uğraşan Philip (Anders Danielsen Lie) ve Erik (Espen Klouman Høiner) adlı iki arkadaşın hayatından bir kesit. Yer yer zihin akışlarıyla iç içe giren gerçek hayatın, bana biraz yorucu gelen hızlı bir kurguyla verildiği film, Trier’in daha sonra çevireceği Oslo, 31 Ağustos (2011) ile mantıksal bir bağa sahip.
O’Horten / Yalnızlık Çökünce (Bent Hamer, 2007)
Hayatı Oslo ile Bergen arasında çalışan şehirler arası treni kullanmakla geçen makinist Odd Horten’in emekliliğe alışma hikayesi. Horten, Hamer’ın zamana ayak uyduramayan, değişimden korkan kahramanlarından biri. Sakinliğini sevdiğim ve Baard Owe’nin rolüne iyi oturmasıyla güzelleşen bir Hamer filmi. 90’lı yılların ikinci yarısında yaşadığı ekonomik sıkıntıların sonucunda refah devletinden kuralsız piyasa ekonomisine doğru yol alan İskandinav ülkeleri için bir nevi kırılma noktası tespiti. Üslup farklı olsa da içerik olarak bizde Yavuz Turgul’un Muhsin Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmleri ile yaptığını, Hamer da Yumurtalar ve O’Horten ile yapıyor.
Kongen av Bastøy / King of Devil’s Island (Marius Holst, 2010)
Gerçek bir hikayeyi, 1900’lü yılların başında barındırdığı hükümlülere karşı uygulanan ağır cezalar ve kötü çalışma koşulları ile kötü bir şöhrete sahip olan Bastøy Adası Islah Evi’ne düşen Erling’in hikayesini (Benjamin Helstad) anlattan bir film. Stellan Skarsgård ve Kristoffer Joner gibi tecrübeli oyuncuların yer aldığı film biraz da Norveç’in İsveç boyunduruğundan kaçarken meşruti monarşiye tutulma hikayesini temsil ediyor. Norveç sinemasında 95’ten sonra çekilen en etkileyici hikaye filmi olduğunu söyleyebilirim.
Kon-Tiki (Joachim Rønning, Espen Sandberg, 2010)
Norveçli antropolog Thor Heyerdahl’ın tezini kanıtlamak üzere yanındakiler ile birlikte ilkel bir sal ile Peru’dan okyanusa açılıp Polinezya’ya ulaşma hikayesini anlatan, görüntü yönetimi ile göz dolduran, Hollywood tarzı olay örgüsüne sahip, iyi bir seyirlik.
Oslo, 31. August (Joachim Trier, 2011)
Reprise / Nakarat (2006) filmindeki Philip’in benzeri olan Anders (Anders Danielsen Lie) karakterinin, intihar girişimi sonrası gördüğü tedaviden sonra günlük yaşama alışma çabalarını anlatan bir film. Oslo, mesajını daha gevşek bir anlatı içinde daha ferah bir şekilde izleyiciye aktarabilen bir film. Filmi sevmemin bir başka nedeni ise Anders’i Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki kahramanı Selim Işık’a benzetmem.
Som Du Ser Meg / I Belong (Dag Johan Haugerud, 2012)
Birbiri ile ilişkileri lastikleri indirildiği için işe aynı araba ile gitmek olan dört kadının, beklemedikleri sorumlulukların altına girmek zorunda kaldığı dört ayrı yaşam dilimini konu alan, güzel bir kesit filmi.
Mot Naturen (Ole Giæver, Marte Vold, 2014)
Modern çağın huzursuz, tatminsiz, kafası karışık ve yabancılaşmış bireyinin çareyi abur cubur aktivitelerde, ucuz zaferlerde aramasını anlatan, Martin’in (Ole Giæver) huzursuzluğunu huzurlu bir dağ manzarası ve az-öz kullanılmış iyi müziklerden oluşan bir geri plan üzerine yerleştirerek iyice belirginleştiren, az sayıda oyuncu ve kısıtlı mekan kullanımı ile sade, oturaklı ve güzel bir film. Mutlaka izlemenizi tavsiye edeceğim filmlerden biri daha.
Dead Snow 2: Red vs. Dead (Tommy Wirkola, 2014)
Dead Snow’u (2014) izlemeye “Ahada Norveç sinemasının çektiği vasat korku filmlerinden biri daha” gibisinden bir bıkkınlık ile başlamıştım. Aslında Rovdyr (2008) ve Fritt Vilt (2006-2010) serisi gibi klişe korku filmlerinden sonra böyle bir önyargıya sahip olduğum için kimse beni suçlayamaz. Fakat Dead Snow vahşet ve iğrençlikten türettiği mizahı ile gönlümü fethetmeyi başardı. 2014 yılında çekilen devam filmi ise resmen beni yıktı geçti. İlk filmde zombi nazi subayı Albay Herzog ile hesabını göremeyen Martin (Vegar Hoel), bu sefer onun bir kasabada katliam yapma planına engel olmaya çalışacaktır. Bazı sahnelerinde karnımı tuta tuta güldüğüm bu filmi, Shaun of the Dead, Yaşayan Ölülerin Dönüşü ve Bad Taste gibi filmleri sevenlere şiddetle ve vahşetle tavsiye ediyorum.
Thelma (Joachim Trier, 2017)
Mutaassıp bir ailede sıkı bir gözetim altında büyüyen Thelma (Elli Harboe) üniversiteyi kazandıktan sonra ailesinden ayrı yaşamaya başlar ve hemcinsi Anja’ya (Kaya Wilkins) aşık olur. Film bu hikayenin arka planında ve Thelma’nın bayılma nöbetlerinin kökeni özelinde “duyguları bastırmak mı, özgürce yaşamak mı”, “taassubun içinde boğulmak mı, yoksa modernliğin yakıcı problemlerine göğüs germek mi” sorularını irdelerken tavrını ikinci şıklardan yana koyuyor. Filmdeki yanma-suda boğulma ikileminin ise şimdiye kadar bir filmde gördüğüm en korkunç ve en iyi benzetme olduğunu söyleyebilirim. Bu da Norveç sinemasından şiddetle tavsiye edeceğim 4. film olacak.
Utøya, July 22 (Erik Poppe, 2018)
22 Temmuz 2011’de İşçi Partisi’nin Utøya Adası’ndaki gençlik kampında ırkçı ve dinci bir saldırgan tarafından düzenlenen katliamı kurbanların gözünden anlatan, bir vahşet pornosuna dönüşmeden ve saldırganı nefret nesnesi haline getirerek negatif yoldan taltif etme tuzağına düşmeyen, baştan sona aktüel kamera ve tek plan ile çekilen, sürekli bir tedirginlik içinde izlenen, tansiyonunu ve atmosferini yaklaşan ve uzaklaşan silah sesleri ile yaratan ve gerçeklerin bazen fantazyadan daha korkunç olduğunu anlatan bir gerilim filmi. Poppe’nin en iyi filmi.
Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın