En sevdiğim Polonyalı yönetmenlerden biri olan Piotr Andrzej Szulkin uzun yıllar Lodz’daki Polonya Ulusal Sinema Enstitüsü’nde yönetmenlik üzerine dersler vermiş, az bilinen ama çok kıymetli bir isim. Birkaç kısa filmi, iki TV filmi, altı tane de uzun metrajı var. Szulkin’in ilk dört uzun metrajı, Golem (1979), The War of the Worlds: Next Century (1981), O-Bi, O-Ba: The End of Civilization (1985) ve Ga-ga: Glory to the Heroes (1986) farklı dünya tasavvurlarına sahip son derece özgün filmler, üstelik birkaç ortak temaya sahip oldukları için ustanın “Kıyamet Dörtlemesi” olarak nitelendiriliyorlar. İnanın bana, sinema tarihinde ilk dört uzun metraj sinema filmi bu ayarda olan çok az yönetmen vardır.
O-Bi, O-Ba: The End of Civilization’a gelmeden önce dönemin genel ruh hâlini göstermesi bakımından önemli bulduğum bir eğilimin altını çizmek istiyorum. 1970’lerin sonundan itibaren atom bombası, nükleer felaket, toplu yıkım ve radyasyon çağı gibi temaları içeren birçoğu post-apokaliptik (kıyamet-sonrası) sinema örneği kabul edilebilecek çok sayıda film ortaya çıktı. Tabii 1962 Küba Füze Krizi’nden itibaren istim üstünde olan bir dünya için hiç şaşırtıcı değil. Aralarında The China Syndrome (Dünyanın Kaderi, 1979), Stalker (1979), The Chain Reaction (1980), Memoirs of a Survivor (1981), The Atomic Cafe (1982), Whoops Apocalypse (1982), Silkwood (1983), Special Bulletin (1983), WarGames (Savaş Oyunları, 1983), The Day After (1983), Barefoot Gen (Hadashi no Gen, 1983), Testament (1983), Threads (1984), When the Wind Blows (Rüzgar Estiğinde, 1986), Letters from a Dead Man (Pisma myortvogo cheloveka, 1986), The Manhattan Project (1986), Ground Zero (1987) ve Rules of Engagement (1989) gibi filmlerin yer aldığı bu furyanın en parlak örneklerinden bazılarını Piotr Szulkin sunmuştur. Bence bu bağlamda değerlendirilmesi gereken O-Bi, O-Ba: The End of Civilization (O-bi, O-ba. Koniec cywilizacji, 1985) onun başyapıtı.
O-Bi, O-Ba nükleer felaket sonrası dünyada hayatta kalmaya çalışan 800 küsur insanın (başlarda iki bin küsurmuş ama çoğu ölmüş) öyküsünü anlatıyor. Resmî görevliler (çoğu asker), bu insanları radyoaktif serpintiden bir kubbe yardımıyla korunan bir tür yeraltı sığınağına tıkmışlar. İnsanları dağların tepesinde yer alan ve atmosferin ölümcül etkilerini izole eden bu kapalı mekâna gitmeye razı etmek için de Project Ark (Mavna Projesi / Nuh’un Gemisi Projesi) diye bir şey uydurmuşlar. Neymiş, yakında bir gemi/mavna (hava ulaşım aracı gibi sunuluyor, “uzay gemisi” gibi düşünün) gelip bu insanları kurtaracakmış. Umudu taze kılmak için uydurulmuş korkunç bir yalan.
Szulkin bu yalan üzerinden inancın doğasını inceleyen olağanüstü bir öykü çıkarmış. Küçük bir şehri andıran sığınakta çizgileri belirgin olmasa da bir düzen hâkim. Halk Nuh’un Gemisi’nin geleceğine inananlar ve böyle bir şey olmadığına inananlar diye ikiye bölünmüş tabii. Yakında ebedî uykunun (“ölümün”) geleceğine inananların bir kısmı fevkalade bencil canavarlara dönüşmüşler, hatta bir kısmı kriminal işlere meyletmiş. Mühendis Bey gibi öyle olmayanlar da var, onlar da salmış, kılını bile kıpırdatmadan ölümü bekliyorlar.
Szulkin bize Jerzy Stuhr’un canlandırdığı Soft adında bir pilotun/askerin ömründen kısa bir kesit sunuyor. Kapalı mekân filmi olmasına rağmen hiç sıkılmıyorsunuz çünkü karşımızda derin insan portreleri ve etik hakkında üzerinde düşünülmeye değer felsefi görüşler var. Çoğunu birden fazla kez gördüğümüz zenginler, fahişeler, askerler, sağlık görevlileri, kütüphaneciler, deliler, tamirciler… Rengarenk bir insan galerisi. Oradan oraya savrulan hareketli bir kamera bize sığınağın içinden birbirinden ilginç insan manzaraları sunuluyor. Hemen herkes toplumsal bir eğilimi ve düşünce sistemini simgeliyor. Entrikalar, ölümler, cinayetler de gırla. Film boyunca sürekli hiç beklemediğiniz bir şey yaşanıyor, favorim, gizlice kendi cennetini inşa ettiğini söyleyen abimiz.
Daha açılış sahnesinde Nuh’un Gemisi vaadinin palavra olduğunu birinci elden öğreniyoruz (tabii insanların çoğu bunu bilmiyor). Ayrıca komplo hissini besleyen bir düşman olgusu (Boer/Buro/Boor) var. Szulkin bununla yetinmemiş, merak duygusunu tetikleyip tempoyu artıracak Hitchcock’çu bir numara daha düşünmüş: Kubbe hasarlı durumda ve bir an evvel tamir edilemezse çökmek üzere, yani bu insanların çok az bir ömrü kalmış.
Bu kıstaslar altında gerek rutin soruşturmalarını gerekse kendi küçük işlerini yürüten Soft’un peşine takılıyoruz. Duygusal gelgitlerini, etik hassasiyetlerini ve ufak-tefek zaaflarını tanıtıyor bize yönetmen. Amiriyle, diğer resmî görevlilerle, köpek taklidi yapan adamla, küçük çocukla, fahişe sevgilisiyle, sığınağın kodamanlarıyla, gizli planını sadece ona söylemek istene biriyle, kütüphane sorumlusu olan askerle ve kubbeyi tamir edebilecek bilgi birikimine sahip bir mühendisle karşılaşmaları birdenbire değerler bilgisi üzerine yapılan tartışmalara zemin sağlıyor. O-Bi, O-Ba giderek etik ve iman üzerine akıl yürüten en önemli filmlerden birine evriliyor. Film insan ruhunun inanç, efsane/mit ve kehanetlere niçin ihtiyaç duyduğunu göstermesi bakımından hayli ilginç bir seyir izliyor. Nuh’un Gemisi’nin koca bir yalan olduğunu bilenler bile onun varlığına inanmak istiyorlar. Ama tüyler ürpertici gerçeği, finale doğru öğreniyoruz. Aslından şehir inşa edildiğinden beri içindeki bir hangarda devasa bir yolcu uçağı varmış. Sığınakta başından beri bunu bilenler varmış ya da sonradan öğrenmiş olmasına rağmen bu bilgiyi çıkarı uğruna kendine saklayanlar… Filmin etik söylemi üzerinden bir makale yazmayı düşündüğüm için burayı daha fazla kurcalamayıp filmin tekniğine geçmek istiyorum.
Film bir kapalı mekân filmi olmasına rağmen hayli hareketli bir kamera kullanımı var. Karakterlerin etrafından dönen, kendi etrafından dönen, yakın çekime sıkça başvuran bir el kamerası bu. Ortodoks olmayan (kısmen radikal) kurgu tercihleriyle zenginleşen özgün bir anlatı kuruyor Szulkin. Geminin indiğini ama kendisini almadığını düşünen adamın yer aldığı sahne favorim. Genel çekimden yakın çekime hızlı sıçramalarla tekinsiz bir atmosfer inşa ediliyor.
Aydınlatma tercihleri bu klostrofobik havayı destekleyen en önemli unsur olarak öne çıkıyor. Floresanları görmemize rağmen sıklıkla güçlü ışığın kaynağını gizliyor Szulkin. Bir kapının ardından, bir koridorun sonundan ya da duvardaki/tavandaki bir aralıktan geldiğini gördüğümüz güçlü ışıklar var (Gea’nın Soft’u kiraladığı odaya götürmeden önce yalnız kaldıkları koridordaki çizgili aydınlatmaya ya da metal borudan ekmek dağıtılırken kullanılan ışıklandırmaya dikkat), onun dışında (final, “cennet odası” ve tavandaki yürüme tellerinin olduğu sahne hariç) hiçbir mekân iyi aydınlatılmamış. Floresanlardan ya da gücü düşük ampullerden kaynaklanan loş ışığın, hatta karanlığın hâkim olduğu betonarme yapılarla kuşatılmış insanlar görüyoruz. Âdeta kapana kısılmış hâldeler, uzun süredir inilmemiş, ilgilenilmemiş bir bodrumdaki farelere benziyorlar. Ekmek dağıtım yeri zaten zombi filmlerini andırıyor, bu bakımdan favori sahnelerimden biri, kubbenin çöktüğü ve duvarın yarıldığı/yıkıldığı bölüm. Uçağın karanlıklar içinde düşle gerçek arasındaki bir siluet olarak gösterildiği sahne de bir diğer favorim.
Görüntü yönetmeni Witold Sobocinski’nin mavi, siyah ve griyle inşa ettiği klostrofobik dünyanın (uygarlığın/medeniyetin) dokunabileceğiniz kadar sahici olmasını sağlayan bir unsurun daha hakkını teslim etmek isterim: Zygmunt Nowak ve Nikodem Wolk-Laniewski’nin muhteşem ses çalışmasını. Nowak’ın ses efektleri depremi andıran sarsıntıyı, duvardan düşen plakayı kalbinizle hissetmenizi sağlıyor. Makine/motor sesleri, tıngırdamalar, çınlamalar, metalin sürtünme sesi, çalışan motorların uğultuları âdeta ruhunuza işliyor. Wolk-Laniewski insanların çıkardığı sesleri ustaca almış, ağız şapırdatmaktan diş gıcırdatmaya kadar envaiçeşit insan sesi duyuyoruz. Konuşmalar da berrak. Açıkçası ben bu filmi ilkin çok dandik bir versiyondan izlemiştim, yıllar sonra Polonya sinemasının nadide örneklerinin sağlam versiyonlarını ücretsiz paylaşan 35mm.online üzerinden tekrar izleyene kadar ses çalışmasının bu denli yetkin olduğunu fark etmemiştim. Evvelki gün MUBI’de düzgün bir versiyonunu tekrar seyredince fikrim netleşti, bu filmi bu denli iyi yapan şeylerin başında sinematografi ve ses geliyor.
Polonya sinemasının övünç kaynaklarından Piotr Szulkin’in yazıp yönettiği O-Bi, O-Ba: The End of Civilization, etik meseleleri dert edinen ve inancın doğasını keşfe çıkan şahane bir post-apokaliptik drama. Herkese tavsiye ederim. İyi seyirler…