Geçtiğimiz aylarda tavsiye üzerine izlediğim Olive Kitteridge isimli dizi sayesinde bugüne kadar ekrana yansımış en etkileyici karakter çalışmalarından biriyle karşılaştım. Frances McDormand kelimenin tam anlamıyla döktürmüş.
Olive Kitteridge, her biri yaklaşık altmış dakika süren dört bölümlük bir mini dizi. Amerikan televizyon kanalı HBO’da, 2 ve 3 Kasım 2014 tarihlerinde, her akşam art arda iki bölüm olmak üzere gösterilen dizi, Amerikalı yazar Elizabeth Strout’un 2008 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Maine’in kıyı kasabalarından birinde geçen Pulitzer ödüllü roman, Olive Kitteridge isimli ana karakter ile yakınındaki diğer karakterlerin başından geçen günlük olayları anlatıyor. Roman, birbirleriyle ilişkili ama devamlılık arz etmeyen 13 kısa hikâye şeklinde yapılandırılmış. Dizi de kendi anlatım yapısını kurarken bu formu dikkate alarak şekillenmiş. Kimi zaman birkaç hafta ya da birkaç ay gibi kısa süreli zaman atlamaları yaşanırken, kimi zaman bu atlamalar sekiz on sene gibi uzun dönemleri kapsıyor. Ama zekice yazılan diyaloglar sayesinde arada geçen (ama ekrana yansımayan) zaman dilimlerinde neler olup bittiğine dair fikir veren kilit olaylar, eksiksiz olarak seyirciye aktarılıyor.
Olive Kitteridge, etkileyici bir açılış sekansı ile izleyeni daha ilk dakikalarda avucunun içine almayı beceriyor; sonbaharı imleyen kuru yapraklara basa basa ormanın ıssız bir bölgesine gelen yaşlı Olive, elindeki çantasını yere serdiği battaniyenin üzerine bırakır. Üzerinde ilgili kişiye yazan beyaz bir zarfı ve anahtarlarını bir kenara koyduktan sonra yanında getirdiği teybin ‘play’ tuşuna basar. Bir beze sarılı tabancayı çıkartıp içine bir kurşun yerleştirir ve derin bir nefes alıp verir. Yapraksız kalan çıplak ağaçlar arasından gökyüzüne son bir kez baktıktan sonra tabancanın horozunu çeker ve gözlerini kapatır. O sırada ekran kararır ve 25 sene öncesine gideriz. Yaşlı kadının açıkça intihar etmeye niyetlendiğini gösteren bu sahneden sonra onu intihara sürükleyen hayatın önemli detaylarına birer birer tanık olmaya başlarız.
Kasabadaki okulda sınıf öğretmenliği yapan Olive, kasabanın merkezindeki eczaneyi işleten Henry ile evlidir. Olive, kendi doğrularına sıkı sıkıya bağlı, disiplinli ve katı yüreklidir. İnsanlara pek güvenmez ve onlardan uzak durmaya çalışır. Mecburi karşılaşma durumlarında diyaloglarını minimumda tutmaya gayret eder ama konuştuğunda da bunu sadece karşısındakini aşağılamak veya dalga geçmek için yapar. Öte yandan iyi niyetlidir, çevresindeki birçok insana olmadık zamanlarda umulmadık şekillerde yardımcı olur. Kasabalının sevmekle nefret etmek arasında gidip gelen duygular beslediği Olive, tanıyan herkesin kesinlikle çekindiği birisidir. Henry ise karısına tam zıt bir karaktere sahiptir. Uysal, her daim neşeli, kimseyi kırmamaya özen gösteren, devamlı gülümseyen, kısaca iyi insan tanımının vücut bulmuş hali gibidir. Birlikte yaşamaları imkânsızmış gibi gözüken çiftin Christopher isminde bir de oğulları vardır. Annesinin sınıfında okuduğundan neredeyse bütün gününü onunla beraber geçirir ve bu durum onda tamir edilmesi güç problemlerin ortaya çıkmasına neden olur.
Kitteridge ailesinin 25 senelik zaman dilimindeki dönüm noktaları üzerinden, dışarıdan sıradanmış gibi görünen orta sınıf bir Amerikan ailesinin yaşadığı, kimi neşeli ama çoğu keder ve hüzün dolu olayları anlatan dizi, kıskançlık, aile bireyleri arasındaki anlaşmazlık, evlilik bağı, sadakat, yalnızlık, depresyon gibi insana dair bir dolu kavramı tanımlamaya girişiyor.
Yapımcıları arasında Tom Hanks’in de yer aldığı dizinin yönetmenliğini Lisa Cholodenko üstlenmiş. Oyuncu kadrosu ise parmak ısırtacak denli kuvvetli. Olive rolünde Frances McDormand oyunculuk dersi verirken, kocası Henry’yi canlandıran Richard Jenkins de ondan aşağı kalmıyor. Peter Mullan, Ann Dowd, Zoe Kazan, Rosemarie DeWitt ve John Gallagher, Jr gibi isimlerin yanında kısıtlı ekran süresine rağmen parmak izini bırakıp geçen üstat Bill Murray de dizinin diğer oyuncuları arasında yer alıyor. Dizinin birçok pik noktası bulunmakta ama kişisel favorim McDormand’ın seneler sonra kasabaya dönen öğrencisi ile arabanın içerisinde konuştuğu sahne oldu. Tabii ki McDormand ile Murray’nin karşılıklı atıştığı sahneler de tadından yenmiyor.
Açılış jeneriğinden de biraz bahsetmek gerekli. Çok akılda kalıcı olmasa da insanın içine işleyen tema müziği eşliğinde sunulan, diziyle direkt alakalı görüntüler, her bölümün başında izleyeni düşünmeye zorluyor. Donut üzerine lapa lapa kar misali yağan pudra şekeri, hapları yan yana dizerek oluşturulan çiçek, duvara aslılı çerçeve içerisindeki biraz beceriksizce yapılmış elişi örme eczane yazısı, yeni ateşlenmiş bir silahtan fırlamış kurşunun yere düşen kovanından çıkan duman, bir bardak viski içerisinde kendi etrafında dönen erimeye yüz tutmuş iki buz parçası, bardağın altındaki peçetede bıraktığı yuvarlak iz ve o izin gülen ‘smiley’ye dönüşmesi gibi dizideki karakterler ile birebir örtüşen bir dolu imge…
Olive Kitteridge, son yıllarda izlediğim en dolu dolu dizilerden biri. Six Feet Under (2001–2005) gibi karakter odaklı dizilerden hoşlanıyorsanız kaçırmayın. Pişman olmayacaksınız.
Murat Kızılca
Not: Daha önce CineDergi Mayıs 2015 sayısında yayınlanmıştır.