Ve kum saati,
dünyanın kum saati boşaldı
ve yüzyılın tüm gürültüleri sustu.
S. Kierkegaard
Sakin ve telaşsız bir anlatımla, sıcak, bir o kadar da hüzünlü bir hikayenin tüm incelikli yanlarını izleyicisi ile paylaşan Fransız yönetmen Mia Hansen-Love, yalın, gösterişsiz ve zarif bir film olarak tanımlanabilecek One Fine Morning / Güzel Bir Sabah’ta, babası ile bir türlü yüzleşmeyi başaramayan Sandra’nın (Lea Seydoux) yaşamından bir kesit sunarken, etkisinden çıkılması zor bir kadın portresi de çiziyor aynı zamanda.
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Güzel Bir Sabah filminin ana karakteri Sandra, bir yandan alzheimer hastalığının neden olduğu Benson sendromundan muzdarip babası Georg’un (Pascal Greggory), diğer yandan da küçük kızı Linn’in (Camille Leban) bakımı ile ilgilenirken, aynı zamanda çalışmakta ve beklentisiz bir şekilde çevresindekileri mutlu etmeye kendini adamış görünmektedir. Panellerde, halka açık konuşmalarda işine hakim, kalabalık içinde tam bir profesyonel olan Sandra, Almanca, Fransızca ve İngilizce dilleri arasında simultane çeviri yaparken, kendi yaşamında hislerini bir türlü tercüme etmeyi başaramıyor.
Sanki her an gözyaşları kirpiklerinin ucunda asılıymış gibi duran kadının ketumluğunda inceden hissedilen acısının kaynağında eşinin ölümü, bir de gerçek anlamda onu hiç görmemiş bir babanın her gün gözlerinin önünde “yok oluşu” bulunuyor. Tek başına öz bakımını dahi gerçekleştiremeyen Georg’u, bu nedenle bir bakımevine yerleştirme kararı alan aile, onu rahat bir mekanda yaşatma kaygısı içine de düşüyor. Bu süreçte, çeşitli nedenler ile babaları bir bakımevinden başka bir bakımevine aktarılırken, her seferinde arkada bırakılan mekanlar “yok mekan”a dönüşüyor.
Yaşam tüm ağırlığı ile devam ederken, olan bitenin farkına varamayan Georg, yavaşça anılarını kaybediyor ve belleği, unutma ve hatırlama ikiliğinde, geçmişindeki kusurları ayıklamaya yönelik olarak hareket ediyor. Eski eşi Françoise ile mutsuz evliliğini hafızasından silerek, sadece profesyonel yaşamını hatırlayan Georg’a, Sandra bıkkın bir şekilde “Sanki 20’li yaşlara kadar başımıza gelen her şeyi unutmuşsun” diyor ve unutulmak ona acı veriyor. Sandra, çocukluğuna ait babasının tanıklığını kaybederken, babası aslında bir anlamda onun anılarını da budamış oluyor. İnsan belleğinin unutmak ve hatırlamak arasındaki bu bölünmüşlüğü filmin kurgusuna da yansırken, bellekteki anıların eksilmeli ya da parçalı hali gibi film de süreklilik hataları ve kesintiler içeriyor.
İnsanların bilinç düzeyine uygun olarak umutsuzluğu tanımlayan Kierkegaard, kendi olmayı isteyenin bilinçli umutsuzluğu ile kendi olmak istemeyenin bilinçsiz umutsuzluğunu betimlerken, birinin meydan okumanın umutsuzluğunu yaşadığını diğerinin ise güçsüzlüğün umutsuzluğunu yaşadığını belirtiyor. Bilincini, yavaşça kaybeden Georg’un umutsuzluğu ile kendi olmaya dair bilinçsiz bir yolculuğun içinde babasıyla yüzleşmeyi bir türlü beceremeyen Sandra’nın umutsuzluğu birbirine tezat oluştururken, yönetmenin en büyük başarısı yaşamdaki ikilemleri sakin sakin filminin anlatısına eklemesinde yatıyor.
Sandra’nın bu sıradan yaşamında yolu, bir gün eski arkadaşları Clement (Melvil Poupaud) ile kesişiyor ve ikili arasında beklenmedik bir ilişki başlıyor. Clement’in evli bir baba olması, kuşkusuz Sandra’nın hayatındaki eksik baba figürünü doldurması anlamında önemli. Clement ile unuttuğu duygularını ve tutkularını yeniden keşfeden Sandra, onunla da babası ile kurduğu ilişkinin bir türevini kuruyor. Babasına ait çözülmemiş duygular tarafından yönlendirilen ilişkisinde, Clement’in evli oluşu, onu tıpkı babası gibi ulaşılmaz yaparken, babası ile deneyimlediği kırılganlığı da tekrar yaşıyor. Clement’in geliş gidişleri arasında acı çeken ve incinen kadın, hem babası hem de sevgilisi tarafından bir gün gerçek anlamda fark edilmeyi umut ediyor.
Maddi durumlar nedeniyle babasının evini boşaltmak zorunda kalan Sandra, babasının kütüphanesini onun eski iki öğrencisine vermeyi uygun buluyor. Böylece sanki babasının ruhunu yansıtan bu kitaplar ile onu ölümsüz kılmak istiyor. Babasına ait kitaplardan biri olan Kierkegaard’ın Ölümcül Hastalık Umutsuzluk kitabı, izleyiciye özellikle gösterilirken, yönetmen Kierkegaard’ın kitabında yaptığı, tinin ve ben’in hastalığı olarak ele alınan umutsuzluğun üç farklı görünümüne(1) işaret ediyor ve filmin üç karakteri Sandra, Georg ve Clement ile bu durumu somut kılıyor. Sandra’nın, babasından daha çok, kütüphanesindeki kitaplarıyla onu kendisine yakın hissettiğini dile getirişi ile film, kırılganlık hissini katlamaya devam ediyor. Sandra’nın küçük kızı Linn, annesine bu kitapları dedesinin yazmadığını söylediğinde, Sandra bu kitapları babasının seçtiğini, onun karakterini yansıttığını, bu kitapların onun portresini oluşturduğunu söylüyor. Babasına bir türlü ulaşamayan genç kadının, onun izini nesnelerle sürme denemesinin hüznü ile beraber acılı bir gülümseme de izleyicisinin yüzünde asılı kalıyor.
Sandra babasına ait olan günlüğü bulduğunda da benzer bir çaba içerisine düşüyor. Georg hayatının başını ya da sonunu bilmediği bir film olduğundan korkuyla bahsederken, Sandra onun hastalığının ilk aşamalarında tuttuğu bu günlükle, her zamanki gibi belirsiz durumlardan anlam çıkarmayı deniyor. Oysa gerçekte onu düzenli ziyaret eden Sandra’nın ismini hatırlamayarak, her gelişinde ona ismini soran Georg, bir başka kadını hep hatırlıyor ve Leila’dan (Fejria Deliba) sevgiyle bahsediyor. Bu ziyaretlerden birinde hayatında üç önemli insan olduğunu söyleyen Georg; birincisinin Leila olduğunu, ikincisinin kendisi olduğunu, üçüncüsünü ise unuttuğunu söylüyor. Muhtemelen hatırlanamasa da üçüncü önemli kişi olmayı ümit eden Sandra, sadece Leila’nın babasına ulaşabiliyor oluşu ile tekrar tekrar sarsılıyor. Ziyaretinin sonunda asansöre binerken, Leila’yı arayan babasına ağlayarak bakan Sandra, babasının onu asla “görmeyeceği” gerçeği ile yüzleşiyor, kapanan asansör kapısının ardından “olmayan” ve “ölemeyen” babası için gözyaşı döküyor. Babasına gösterdiği sonsuz anlayış ve şefkati yön değiştirerek Clement ile ilişkisine de yansıtan Sandra, Clement eşini ve çocuklarını bırakamayacağını söyleyip gittiğinde, Clement’ten gelecek bir mesajın kendisini gülümsettiği ve ağlattığı bir gerilim içerisine düşüyor.
Filminin finalinde Sandra ile babasının, Clement’in ve kızının ilişkilerine dair bir nokta yerine virgül koymayı tercih eden yönetmen, solgun kırmızı ve turuncu renklerin hakim olduğu renk paleti ile Sandra’nın hüznü ile birlikte yeni doğan günün umuduna da izleyicisini inandırmak istiyor görünüyor. Filmin sonunda Sandra’nın, yeni aşkın mutluluğu ile babasının acısı ve çaresizliği arasında, babası ile kuramadığı ilişkiyi, kızı ile kurmayı başardığı görülüyor. Filmin finaline eklenen jenerik şarkısının sözleri; “Aşk kalır, başka diller tükenince” ise yaşam içerisindeki tüm ikilemlere rağmen, yaşam sürdüğü sürece umudun olduğunu bir kez daha anımsatıyor izleyicisine.
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Dipnot
(1): “Bir ben’i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi, kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi ve kendisi olmak isteyen umutsuz kişi.”
Referans
- Soren Kierkegaard (2004), Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Çev. M. M. Yakupoğlu, DoğuBatı: İstanbul.
[/box]