Hepimizin başına gelmiştir; sosyal medyada bir arkadaşımızın paylaştığı fotoğraflardan aşina olduğumuz, fakat hiç tanımadığımız bir kişiyi dışarıda gördüğümüz zaman bir aşinalık duygusuna kapılırız ve gözümüz takılır ona. Sonra karşılığında bir “sen beni nerden tanıyorsun?” bakışıyla buz kesip kendimize geliriz. Tanımadan aşina olmak, kaynağını ve güvenilirliğini doğrulamadan inanmak, ayrıntılara hakim olmadan “büyük fotoğrafı görmek” bize sosyal medya çağının armağan ettiği nimetler!
İnternetin henüz emeklemekte olduğu, bugünkü gibi bir sosyal medyanın hayal edilemediği bir dönemde, 2000’li yılların hemen başında, ızdıraplı yalnızlıklar içinde altı doldurulmamış sanal yakınlıklar yaşayacağımız zamanların müjdesi bize bir film tarafından verilmişti.
Mark Romanek’in çektiği, benim de eleştirisini yazdığım One Hour Photo (2002) adlı filmde Robin Williams’ın canlandırdığı Seymour Parrish, yani tanıyanların deyimiyle “Sy”, Wall-mart çakması bir süpermarket olan Sav-mart’ın fotoğraf bölümünde çalışan yalnız bir insandır. Geçirdiği sorunlu ve istismar dolu çocukluk yüzünden insanlar ile sağlıklı iletişim kuramayan Sy, çalıştığı fotoğraf reyonuna tab edilmek üzere bırakılan fotoğrafları takip etmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Amatör porno meraklıları, sigorta eksperleri, hayvanseverler, “normal aileler”, normal ailelerin birbirini aldatan “normal” eşleri hep bu fotoğraf reyonunun müşterisidir.
Seymour, fotoğraflarını izlediği müşteriler arasında bir aileye takıntılı bir ilgi duymaktadır. Yorkin ailesinin çektiği her kareden bir kopya da kendine ayıran Sy’ın Yorkinler’e olan takıntısı ilk başlarda kriminal değildir. Bu hayatta sahip olamadığı aileye sanal yolla sahip olmuş ve kendini Yorkinler’in 4. üyesi saymıştır. Ne var ki Yorkin ailesi ile kurduğu bu bağlantı tek yönlü (simplex) görsel bir iletişime dayalıdır. Günün birinde yazının başında bahsettiğime benzer bir olay gerçekleşir. Sy, markette dolaşan Will Yorkin’e (baba) rastlar. Sy belki de hayatı boyunca hiç olmadığı kadar içten ve sıcak davransa da doğal olarak kendisini tanımayan Will Yorkin buz gibi davranır hatta Sy’dan huzursuzluk duyduğunu ona sezdirir.
Filmin gerisi ise Sy’ın tek yönlü görsel iletişim kanalının sonsuza kadar kapanması, yani işten kovulması ve çocukluk travmasını tekrar yaşayarak adaleti kendi eliyle sağlama çabasıdır ki bu kısım yazımızın konusu değil. Beni asıl ilgilendiren kısım Romanek’in filminin sosyal medyanın henüz emeklediği ve IRC, ICQ gibi mecralardan ve örneğin asl, lol falan gibi mesajlardan (hepsine birden “üç harfliler” mi desek?) kısıtlı olduğu ve henüz hayatlarımızı eline geçiremediği bir dönemde “stalk” denen sıkı sanal takip eylemini farkında olmadan öngörmüş olması.
Fotoğrafları tab etmekle uğraşan Sy’ın agrandisörü günümüzün sosyal medyasına, görüntünün üzerinde belirdiği fotoğraf kağıdı da bilgisayarımızın, tabletimizin ve telefonumuzun ekranına karşılık geliyor. Sy, kendisine tab edilmesi için verilen her filmi gözlerken ve baskıya geçerken aslında kendimizi ifade etmek için sosyal medyada yayınladığımız fotoğraflara iyi veya kötü niyetle bakan bir kişiden farklı davranmıyor.
Peki stalk denen eylemi bu kadar önemli kılan ne? 5 Eylül 2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir haberde şu ilginç ve kan dondurucu bilgiler verilmiş:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“İngiltere’deki Gloucestershire Üniversitesi’nden kriminoloji uzmanı Dr. Jane Monckton Smith, yüzlerce kadın cinayeti üzerinde yaptığı incelemeler neticesinde, cinayetlerin oluş süreçlerine ilişkin ortak noktaları belirledi. Buna göre, cinayetler işlenmeden önce katil ve maktul arasında yedi aşamalı bir süreç yaşanıyor.”
[/box]
Araştırmayı yapan Smith’e göre cinayete giden yol kendiliğinden oluşan bir süreç değil ve ortak aşamalar içeriyormuş. Bu ortak 7 aşama şuymuş:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
- İnternet ve sosyal medyada hedef kişiye yönelik sıkı bir takip başlar
- İlişki kısa sürede olağan dışı ciddiyet kazanır.
- Zorlayıcı kontrol ilişkiye egemen olmaya başlar.
- Fail, kontrolünün tehlikede olduğunu sezinler.
- Kontrol ve takip süreci intihar tehditleriyle giderek tırmanır.
- Fail, hedefteki kişiyi öldürerek intikam almaya karar verir.
- Fail, son aşamada silah temin eder ve kurbanı yalnız yakalama planları yapar.
[/box]
Süreç stalk dediğimiz sıkı internet ve sosyal medya takibi ile başlıyor. Sekizinci ve sonuncu aşama ise maalesef cinayet. Yani her stalk eyleminin kriminal olduğu kastedilmiyor ama her kadın cinayeti kriminal bir stalk eylemi ile başlıyor. Gerçekten ürkütücü…
Çocukluğumdan bu yana bir sürü çağ içinden geçtim. Atom Çağı ilkiydi. Çünkü gelişmiş ülkeler enerjisini nükleer enerjiden sağlıyordu. Atomlar parçalanıyordu, birleşiyordu. Aynı teknoloji insanları öldürmek için kullanılsa da bu çağa Atom Çağı demekte bir sakınca yoktu! Sonra uluslarımızın refahından kısıp uzay yarışına giriştik. Birbiri ardına uzay araçları fırlattık. Sonra uzaya insan gönderdik. Sonra da ay yüzeyini arşınladık. Uzaya çıkmışken bunu birbirimizi öldürmek için kullanmamak olmazdı elbette. Adına Yıldız Savaşları dedik. Uzay Çağı’ydı en nihayetinde. Sonra bundan da sıkılıp Bilgi Çağı’na geçtik. Bilgi, ama üzerinden para kazanılabilen bir meta olan bilgi, en yüce değer haline geldi. Bilgi metaydı, metasız olanın altta kalanın canı çıksındı. Bilgi yaygınlaştıkça içi boşaldı, akıldan bilimden uzak hurafeler yaymaya başladı Bilgi Çağı’nın cihazları. Bilgi bir metaydı ama teknolojinin kendisi en büyük metaydı. İnsanlığın ilerlemesini temsil edip insanların hayatını kolaylaştıracak şeyler ürettiği için teknoloji hep kutsandı. Ama zamane teknolojisinin insanların hayatını kolaylaştırmak gibi bir derdi yoktu. O sadece satacak, üzerinden para kazanacak bir şeyler üretmekle meşguldu. Ürettiği şey, hayatımızı kolaylaştıran bir şey olabilirdi elbet ama aynı şey hastalıklı beyinlere hayatımızı zorlaştıran olanakları da sağlayabilirdi. Aynı modern çağda yeni iletişim kanalları açmak ve kendimizi ifade etmek için kullandığımız sosyal medyanın hastalıklı beyinlere bizi gözetleme imkanı da sağlaması gibi.
Elbette bu konular üzerinde çok söz söylenecek ve bu pilav daha çok su kaldıracak. Amacım teknoloji düşmanlığı yapmak değil elbette. Sadece şu soruları sormak: “Hangi teknoloji, hangi bilim?” İnsanlığın barış, dayanışma, refah ve esenlik içinde bir yaşam sürdürmesini kendine şiar edinmiş bir bilim mi? Herkese iyi kötü bir şeyler “kakalamaktan” başka derdi olmayan teknoloji mi? İnsanların içinde gizli olan yaratıcılığı sergileyebileceği her türlü olanağı sağlayan sevgi, dayanışma, paylaşım ilkelerine dayalı bir sistem mi, yoksa iletişim yeteneği gittikçe kaybolan sorunlu işten eve, evden işe robotlar üreten bir sistem mi? Belki de bu soruları sormaya başladığımızda insanlık için gerçekten bir şeyler yapmaya başlamış olacağız. Belki o zaman etrafımızda daha az münzevi Seymour Parrish, katleden erkek ve katledilen kadın göreceğiz.
Öteki Sinema için yazan: Özgür Ilgın