Onur Doğan: ‘Korku filmlerini her zaman diğer türlere göre daha heyecan verici buldum’

30 Eylül 2024

Onur Doğan ile korku sinemasının etrafında dolaşan filmleriyle ilgili detaylı bir röportaj yaptık, son filmi Bomba da bomba gibi bir film olmuş gerçekten. Korku filmlerini festivallerde görmeyiz genelde ama kısa filmlere belki de bu imkan tanınmalı, alan açılmalı diye düşünüyorum. Dolu dolu cümleler için buyrun!

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Merhaba Onur seni biraz tanıyabilir miyiz?

Merhaba İstanbul doğumluyum. Üniversitede ve yüksek lisansta İstanbul ve Marmara Üniversitesi’nde sinema eğitimi aldım. Reklam yönetmeniyim. Üç kısa filmim var. C.O.D. (2017) ve The Rejected (2019) filmlerinden sonra festival sürecine yeni başlayan Bomba (2024) adında taptaze bir film çektim.

Yönetmen kimliğini daha çok deneysel, korku, gerilim filmleri üzerinden tanımlıyorsun ve bu konuda farklı, başarılı filmler üretmeye devam ediyorsun. Öncelikle bu ilginin kaynağını öğrenelim…

Bunu ara ara düşünmek ile birlikte farklı konulara, anlatım tarzlarına sahip hikayelerin daha fazla ilgimi çektiğini düşünüyorum. Bir de gerçek hayatta az rastladığımızı umduğum kan, vahşet, cinayet, ölüm gibi konuları filmlerde bir hikayenin unsurları olarak izlemek, bana izlediğimiz öykünün daha kolay geçmesini sağlıyor. Korku filmlerini her zaman diğer türlere göre daha heyecan verici buldum. En zor filmleri izlemek, izlediğim film sayısı arttıkça meydan okumaya dönüştü ve çok farklı perspektifler kazandırdı. Başka ülkelerin kendi sinemalarında ölüme, kayıplara nasıl baktığını keşfettikçe aslında diğer kültürler hakkında yeni şeyler öğrendiğimi keşfettim. Bir de korku filmlerinin verdiği hissin, komedi filmleri gibi seyirciye direkt ulaşan bir yanı var. Filmde ölüm görmek hızlı ve keskin bir sonuç. İçinde kesinlik, netlik barındıran hikayeleri daha çok seviyor olabilirim. Bu da benim film yapmamda tür seçerken çok etkili oldu.

blank

Hemen arkasından neden seni ülkemizin hatırı sayılır festivallerinde göremiyoruz diye soralım, korku filmleriyle yüzleşmeye hazır değil mi festivaller?

Sanırım yeterince Kadıköylü ya da Cihangirli değilim. (gülüyor) Şaka yapıyorum. Festivallerimizin korku türüne tabii ki bir mesafesi var. Ülkemizde her konuda olduğu gibi özellikle içerik konusunda bir engelleme, sansür ve en kötüsü sanatçıların kendine uyguladığı otosansür durumları malum. Bunun yanında bizdeki festivallerin çoğu belediye ya da bakanlık destekli. Tam bağımsız ve özel festivaller, tür festivalleri yok denecek kadar az. (Yakında tam da bu açığı kapatacak yeni bir film festivali duyabilirsiniz bizden.)  Risk almak istemiyor olabilirler. Ama The Rejected gibi yine istismar sinemasına yakın duran bir filmi bakanlık desteği olan ve hiçbir sansür uygulamadan festivalde seyircisi ile buluşturan Marmaris Kısa Film Festivali, Kayseri Film Festivali, İFSAK gibi festivallerimiz de var. Bu festivallerin varlığı zaten çok kısıtlı sayıda üretilen korku kısa filmi yapmakta cesaretlendirici bir rol oynuyor. Onun dışında hatırı sayılır sinema yazarlarının son zamanlarda çok açık bir dille eleştirdiği ve biz filmcileri yalnız bırakmadığı bir konu daha var. Ayyuka çıkmış durumda olan festival lobiciliği ve festivallerdeki liyakatsiz, skandal durumlar. Belirli bir çevrenin içinde değilseniz nitelikli, özenli filmler yapıp dünyanın saygın festivallerinde kabul görseniz bile burada kimsenin umurunda olmayabiliyorsunuz ve görmezden gelinebiliyorsunuz. Bu da ‘cancel culture’ın bir parçası. Bu lobicilik ve cancel culture’a kurban gitme durumu açıkçası umurumda değil. Bu filmleri festivallerden kabul görme, ödül alma gibi motivasyonlarla yapmadığım, filmlerimi izleyince anlaşılıyor diye düşünüyorum. İşin ilginç yanı bu tavırda olan sözde sinemacılar, film eleştirmenleri, sinema yazarları da keşke farklı filmler çekilse gibi bir serzenişte bulunmaya devam ediyorlar bunu sürdürürken. Bağımsız filmleri, özel gösterimi olan kısa filmleri kaç kişi sorumluluk edinip takip ediyor, ilgi gösteriyor. Çok çok az. Bunun yanında belirli bir toplumsal tema çerçevesinde ve belirli örnek festival sinemacılarının tarzında formül bir film yapmıyorsanız aklımıza ilk gelen o 2-3 festivale girmek söz konusu bile değil artık. Örneğin yakın zamanda ülkenin en çok önemsenen film festivallerinden biri seçkisini açıkladı. Yaklaşık 12 kadar kısa film açıkladılar ama ben seçkide sadece 3-4 tane film gördüm. Diğerleri birbirinin aynısı, sadece filmlerin adı ve oyuncuları farklı. Tüm filmler önce NBC sinemasına sonra birbirlerine benzemeye başlıyor. Hep aynı filmleri çekiyorlar ve aynı filmleri izliyoruz çünkü bu alışıldık ve garanti bir yol. Bir önemli neden de gelenekselleşmiş ve rağbet gören bir tür festivalimizin olmaması. İstismar sineması gibi seyirciyi son derece zorlayan ve alışılmadık sahneleri olan filmleri genel dramaların arasında, “normal” filmlerin içinde göstermek istemiyor festivaller. Çünkü 8-10 filmlik bir kısa seçkisinde 1 film için film paketine 18+ damgası vermek istemiyorlar. Her film her festivale göre değil. Ben de bu bilinçle film yapıyorum her zaman. Bir korku filmi yaptığımda Cannes’a ve Venedik’e gönderdin mi gibi sorular alıyorum. Hayır. Prömiyerlerini, başvuru sürelerini beklemiyorum ve göndermiyorum bile. Çünkü o filmi o festival ve o seyirci için yapmadığımı ve onların da zaten ilgilenmeyeceğini biliyorum. Bu anlayışı oturtmak için belki de birkaç film yapmak ve festivallerin yapısını yıllar içinde festivallere katılarak deneyimlemek, tanımak gerekiyor. İlk filmlerini yapan yönetmenler bu konuda daha plansız ve heyecanlı. Örneğin Bomba’nın özel gösteriminde, istismar sahnelerinin pik yaptığı bir anda bir seyirci rahatsızlandı ve ağlayarak salondan dışarı çıktı. Film izlemek beni seyirci olarak bu kadar ciddi etkilemediği için önce şaşırdım, sonra da üzüldüm tabii ki. Ben de filmimi bu sahneleri izlemeye hazır bir seyirci ile paylaşmak isterim. Bu da seyirci kitlemi oldukça spesifikleştiriyor. Bunun için festivallerin daha fazla “gece yarısı sineması” denilen özel kategorileri, gösterim bölümleri olmalı. Belki bu türde çekilen filmlerin sayısı artarsa böyle bir ihtiyaç doğar ama şu an için oldukça yalnız bir alana film üretiyoruz aslında.

The Rejected istenmeyen bebeğin/ceninin intikamı olarak yorumlanabilir kısaca. O hikayeyi çekerken ilham kaynağın ne olmuştu, sanırım sinema tarihindeki bazı filmlerden de referanslar koyuyorsun filmlerine. Burada da biraz Chucky etkisi vardı sanırım.

The Rejected’ı yaparkenki motivasyonum, ülkemizde hiç “killer-doll” denen katil oyuncak bebek alt-türünde konumlandırabileceğimiz bir film olmaması ve benim bu türe olan hayranlığımdı. Özellikle Child’s Play filmine olan hayranlığım ve ilgimle o filmi yapan ekibe adadığım bir film oldu The Rejected. Serinin başrol oyuncuları Alex Vincent ve Christine Elise’e filmi ulaştırıp değerli geri dönüşler almıştım. Hikayeyi düşünürken de korku filmlerinin çoğunun temelinde bulunan bir kara-mizah anlayışıyla, filmdeki iki karakter arasında bir neden sonuç ilişkisi keşfetmiştim. Bu daha sonra çok farklı yerlere çekildi ve tartışıldı söyleşilerde. Sevdiğim filmlerden referanslar eklemeyi, selam göndermeyi seviyorum. Senaryonun içine bulmaca yerleştirmek gibi oluyor benim için. Bomba’da da 3-4 tane var.

blank

Filmlerinde sarsıcı bir ton var. Çok iyi çalışılmış atmosfer, oyunculuklar, efektler vs… Bu anlamda efektif olarak nasıl bir çalışma var filmlerinde? Mesela The Rejected’de oyuncak bebek etkisini bize gerçekçi bir şekilde geçirmeyi başarmıştın. Bu konuda biraz bilgilendirme alalım mı?

Teşekkür ederim. Filmciliğin her bir unsuruna olabildiğince özenmeye çalışıyorum. Özellikle ön prodüksiyon aşamasında gizli olduğunu düşünüyorum özenli bir film yapmanın yolunun. Senaryo ve dekupaj, mizansen kurma, filmin atmosferini oluşturma, müzik, sinematografi, hatta kurgu tarzı gibi birçok unsur sete çıkmadan haftalar önce tamamlanmış oluyor. Her bir ayrıntı, her detay benim için çok önemli bir film yaparken. Film müziğinde haftalarca en doğru müziği bulmaya çalışıyorum bestecim ile. Filmin afişi içime sinmiyor, başkası ile çalışıyorum, yine sinmiyor, farklı yollar buluyorum. Bir showrunner gibi aslında işin yazma ve yönetme kısmı bittiğinde de filmin uyum içinde tamamlanması için tüm ön hazırlık ve post prodüksiyon sürecinde de her aşamaya dahil olmaya çalışıyorum. Bence ancak bu şekilde birbiri ile uyumlu ve düzenli bir bütün görmek mümkün.

Tabii ki sadece kendi yaptıklarım ve katkılarımla değil bir de içime çok sinen, her biri kendi alanında çok başarılı bir ekiple yola çıkıyorum her zaman. Yaratıcı ekibi kurmak, oyuncu seçimi, küçük parçalarla uzun süre uğraşmak. Bir film yaparken beni en çok heyecanlandıran ve işin en keyifli kısımları bunlar aslında.

Gelelim Bomba’ya. Fragmanını izlediğimde yine aynı etkiyi aldım. Film baştan sona amacına hizmet eden karelerle dolu. Bu anlamda hikayenin de etkisi olmalı. Ömer Seyfettin gerilim/istismar sineması için biraz ters köşe duruyor sanırım. Senin keşfin nasıl oldu?

Bence Ömer Seyfettin’in Bomba ve Beyaz Lale öyküleri gerilim ve istismar sineması olarak yorumlamaya çok uygun. Buna belki Diyet’i de katabiliriz. Orijinal öyküyü okuduğunuzda buna çok müsait doneler görmek mümkün, en önemlisi de Ömer Seyfettin’in de bu genre’ın yaratacağı etkiyle yazdığını görmek oldu benim için. Tabii ki aynı öykü başkaları tarafından farklı türlerde yorumlanabilir. Gerilim/istismar sineması türünde ele almak benim yorum tercihim ve bu hikayede beni heyecanlandıran neden oldu açıkçası. Bu türü hikaye anlatma biçimime yakın gördüğüm için tercih ettim. Ama Ömer Seyfettin’in bu öykülerini okumayıp diğer çocuk öykülerini bilenler için şok edici olabiliyor. Böyle öyküleri de mi varmış diyorlar. Onları da 110 yıl sonra Ömer Seyfettin’in bu yönüyle tanıştırmış oluyoruz.

blank

Tabii bu arada Ömer Seyfettin’den çocukken uzak durmamızı salık veren doneler var. Ama ben kendi adıma Diyet ve Kaşağı’yı hiç unutmadım. Kolunun diyetini ödemek için kolunu kesip zengin adamın önüne atan adamın hikayesini unutmadım mesela hiç. Bomba’yı okumamıştım bu denli istismara (sinemasına) açık bir öykü mü?

Kesinlikle. Özellikle Bomba ve çok daha sert bir öykü olan Beyaz Lale. Zaten henüz metin üzerindeyken bile istismar edebiyatı örnekleri orijinalleri de.

Bomba aslında trajedisini ve gore yönünü sona saklayan biraz daha sakin, soft ilerleyen bir hikaye. Ama bunu film olarak ele aldığımız için ilk dakikalarından finaline kadar korku seyircisini sürekli uyarmak ve filmde tutmak için bir yandan da filmi tamamen korku/gerilim türüne çekmek için bazı sahneleri baştan yazdım, öyküde var olan bazı sahnelerin de istismar, vahşet tonlarını daha da yukarıya çektim uyarlarken.

Filmde Balkan Savaşı sırasındaki komitacılar anlatılıyor ve işkence ettikleri komünistler mi? Komitacı bir anlamda direnişçi anlamına geliyor ve burada yaptıkları akıllara ziyan. Politik bir yorumlama almadıysam da izlerken, hikayenin ve senin bakış açın hangi yönde oldu?

Politik bir yorum almamanıza sevindim çünkü özellikle bunu amaçladım açıkçası. Orijinal öyküde Ömer Seyfettin’in işaret ettiği politik göndermeler ve milliyetçi mesajlar fazlasıyla var. Öykü bu şekilde yazıldığı dönemi ve yazıldığı coğrafyayı ilgilendiriyor. Ben biraz daha öyküyü her ülkede, her milletten insanın başına gelebilecek bir olay gibi ele almak istedim. Böylece biraz daha evrensel bir dil yakalamak mümkün. Bunu yaparken tabii ki Ömer Seyfettin’in işaret ettiği politik mesajların tam tersini söylemeden ve bunun dışına çıkmadan yaptım. Örneğin milliyetçilik/militarizm gibi mesajlar filmde de hissediliyor. İşkence ettikleri komünist bir çift aslında evet. Bunu da filmde geçirdiğimiz bir yer var ama dediğim gibi filmin yoğunluğunu ve konsantresini burada tutmak istemedim. Herkesin her yerde başına gelebilecek bir olay olarak işlemek, özellikle uluslararası festivaller ve benim anlatmak istediğim duyguların öne çıkması için tercihimdi. Dünyanın her yerinde geçebilecek bir öykü vurgusu için karakterlerin isimlerini diyalogların içinde gizledik mesela.

blank

İstismar sineması izleği zor bir alandır, sürekli seyirciye tiksineceği, izlemekten mutlu olmayacağı görüntüler yollanır. Burada da var, hatta çok sevdiğim yönetmen Michael Haneke’nin Funny Games filmine göndermelerde bulunuyorsun. Farklı zamanlarda geçen iki filmi ortak noktada buluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?

Evet, hem yapması çok daha dikkat ve zahmet gerektiriyor bence hem de genel seyirci tarafında en fazla dışlanan, kabul edilmeyen film türü. Çok dertli bu anlamda, gerçekten bu film türüne gönül vermeyi gerektiriyor. Karşılıksız sevgi gibi biraz. İstismar sineması aslında 70’lerde altın çağını yaşayan ve 2000’ler Fransız Yeni Aşırıcılığı’na kadar yaşayan bir tür. Ama 2010’ların ortasında tüm dünyada geri dönülemez ve şu an içinde yaşadığımız bazı sosyolojik, politik olaylar, akımlar gelişti. İnternet sayesinde artık ölümler, işkenceler, savaş görüntüleri, saldırı görüntüleri her gün gözümüzün önünde. Artık ekranda-perdede şiddet görmek 70’li 80’li yıllardaki gibi sadece (ya da çoğunlukla) filmlerde görebileceğimiz bir fantezi ürünü, sert bir öykü yorumlaması değil artık. Hayatın gerçeği. İnsanlar da gerçek hayatta bu görüntülere çok fazla maruz kaldığında artık filmlerde kurgu öykülerde bunu görmek istemiyor çok daha hassas olabiliyor çünkü akıllarına hemen gerçekteki örnekler geliyor. Eskiden bu böyle değildi. 90’larda çocukken aşırı vahşi bir sahne izlediğimde gerçek hayatta bir kamera kaydından benzer gerçek bir versiyonunu göremezdim. O yüzden kan, vahşet, şiddet tamamen film ürünü, filmin içinde bir kurgu gibi gelirdi. Artık böyle bir dünyada yaşamıyoruz.

Bir de toplumsal hareketlerin, gelişmelerin sinema, resim gibi görsel sanatlara olumlu olduğu kadar, olumsuz ve bu sanat türlerini kısırlaştıran, tekdüzeleştiren yönleri de oldu. Geçtiğimiz aylarda bir resim sergisindeki Uraz Kaygılaroğlu’nun yer aldığı bir çalışma da tartışılmıştı örneğin, bilenler hatırlar. O yüzden ağaçlara bakıp mutlu olabilen bir tuvalet temizlikçisi filmi yapmak hiç riskli değilken ve tüm dünyada bence çok plastik duygularla kucaklanırken, kan gövdeyi götüren, çocuk yaşlı ölümlerinin olduğu filmleri izlemek çok sorgulanır, yadırganır oldu. Bu politik doğruculuk ya da tavır bence sanatın çeşitliliğine, farklı yorumlara, farklı duygulara ve katarsislere oldukça zarar verecek önümüzdeki yıllarda da. Ve 2000’lere kadar sinemanın büyük bir parçası olan rahatsız edici/istismar filmleri, aşırıcılık içeren korku filmleri sayısı gittikçe azalacak diye endişeleniyorum. Tabii ki her seyirciye göre olmadığını kabul ediyorum ama bazen çok sert bir ana, görüntüye seyirciyi maruz bırakmak, acı çeken karakterleri seyirci ile baş başa bırakmak başka hiçbir yerde deneyimlenemeyecek empatilere, düşüncelere götürebiliyor izleyenleri. Ve sinemanın başlangıcından beri var olan bir şey bu.

Filmi nerede çektin, nasıl bir hazırlık sürecinden geçtiniz? Oyuncuları bu filme nasıl hazırladın?

Filmi Beykoz’da müstakil bir ahşap evde çektik. İstanbul’da böyle bir ev bulabileceğimi hiç sanmıyordum mekanı uzun süre aradım ve çok yakında tam hayal ettiğim evi buldum. Filmi geçtiğimiz Kasım’da iki gün ve bu yılın Şubat ayında 1 gün olarak 3 günde çektik. Mekanın elektriğinin, suyunun, tuvaletinin olmayışı, prodüksiyon olarak maliyetlerimizi çok artırdı. Jeneratör aracı, tuvalet karavanı, ay ışığı için vinç getirilmesi, karavanlar getirmemiz gerekti. Tüm bu süreci aklımda hiçbir endişe kalmadan geçirmemizi sağlayan ortak yapımcım Kerem Kurtuluş’a teşekkür etmek istiyorum bir kez daha. Filmde toplam sekiz cast var. Önceki iki filmimde de bir oyuncu ile film çektiğim için benim adıma çok yeni bir deneyim oldu. Filmdeki herkesin dizi, tiyatro gibi projelerinin tarihlerini denk getirebilmek için tarihimizi birkaç kez erteledik ama sonunda orta yolu bulduk.

Oyuncular benim için tür filmi yaparken ikna edicilik ve inandırıcılık adına çok önemli. Her bir oyuncuya bu filmi yaparken ne amaçladığımı, hangi festivalleri, hangi seyirciyi hedeflediğimi ve bunun filmdeki karşılığını, bize filmi çekerken neler gerektireceğini uzunca örnek filmler üzerinden, önceki kendi filmlerim üzerinden anlattım. Sahne provalarımız oldu en fazla Ece ile prova yapma imkanımız oldu. Sonrasında askerler ve Zafer Diper’in de katıldığı okuma, mizansen provalarımızı yaptık toplu sahneler için. Ozan ile dizide rol aldığı için prova yapamadık hatta yoğun bir programı olduğu için iki gününü kesintisiz filme ayırabilme sürecini geç ayarlayabildik. Dizi ile anlaşıp filme üst üste iki gün ayırabildi bir hafta ve bu devam eden bir iş varken büyük bir fedakarlık. Bu konuda hem Ozan’a hem de menajeri Nimet Atasoy’a tekrar teşekkür ederim. Biz hep sette hazırlanırken konuştuk rol üzerine. Önceki buluşmamızda aynı karakteri görüp aynı bakıyorduk role. Bu güzel uyum tesadüfen gelişti, ilk kez çalışmamıza rağmen birbirimizi çok iyi çok net anlıyorduk ne yapmak istediğimizle ilgili. O yüzden sette ve önceki konuşmalarımızda çok eğlenerek ilerlettik süreci, aklımıza yatan her yeni fikri evet bu adam böyle yapar ya da burayı biraz şöyle değiştirelim diyerek kolayca oluşturduk. Kendisi zaten çok konsantre kendini role ve işe adayan çok iyi bir oyuncu. Filmi ve rolü sevdi ve bence oynadığı karakter de onu sevdi. Onunla her şey çok kolay ve güzel ilerledi benim için filmdeki en kritik roldü çünkü bütün yapı onun üzerine. Oynadığı rol bütün gerilimi yaratan ve oyun kuran kilit bir rol. Birlikte oynadığımız sahnemiz yok ama olmasını çok isterdim. Sette kamera ışık hazırlığındayken ben kamera arkasına geçtiğimde, her boşluğu her arayı karakteri geliştirmek, güçlendirmek üzere getirdiği önerilerle ve benim de tariflerimle birlikte değerlendirdik. Yapamadığımız provaları hemen telafi ettik sette. Benim için büyük bir şanstı.

blank

Ece Bozkaya ile yolunuz nasıl kesişti? Oyuncular genel anlamda çok başarılı. Zafer Diper’i görmek de çok mutlu etti. Cast’ı nasıl oluşturdun diyeyim genel anlamda. Kısa filmde oynamaya nasıl baktılar?

Yapmak istediğim film türüne hakim, bir oyuncu olarak kendini yakın hisseden kişilerle çalışmayı çok seviyorum. Filmlerimdeki roller oyuncuyu zorlayan, başka projelerde pek örneğine rastlanmayacak oyuncaklı, performansı zorlayan eğlenceli roller oluyor. Kendileri için de yeni bir deneyim alanı oluyor ve bunu çok cezbedici buluyorlar. O yüzden ne yapmak istediğimiz üzerine konuştuğumuzda ve projeyi ilk götürdüğümde ikna etmek zor olmuyor. Bir de ben filmlerin ön prodüksiyonuna çok detaylı hazırlanıyorum. Bence hep böyle yapılmalı ve yapılıyor zannediyorum ama oyunculardan aldığım geri dönüşlerle anlıyorum diğer projelerde karşılaşmadıkları ön hazırlıklar ve detaylarla gitmiş olduğumu. Kostümünden mekanına, konsept tasarımından müzik referanslarına, örnek filmlerden yapay zeka çizimlerine, hareketli krokilerle kameranın nerden nereye hareket edeceğine kadar her şeyi onlarla sanki kamera arkasından biriymiş gibi detaylıca paylaşmayı seviyorum. Sadece senaryoyu koymuyorum önlerine hiçbir zaman. Böylece ortak bir hayal kurabiliyoruz ve aynı şeyleri daha kolay görebilmeye başlıyoruz. Oyuncularla empati yaparak film nasıl görünecek nasıl olacak gibi soruların hepsini daha film çekilmeden olabildiğince cevaplamaya çalışıyorum. Ne istediğini bilen bir yönetmen ve çalışılmış bir proje gördüklerinde onlara sadece filmde yer alıp almak istememekle ilgili bir karar kalıyor.

Film festival yolculuğuna başladı sanırım, öncelikle yolu açık olsun. Ülkemizde bir festivalde izleme imkanı var mı seyircilerin? Yurtdışında nerelerde gösterilecek?

Evet teşekkür ederim.  Festival yolculuğumuz başlayalı 1 ay oldu. Şimdiden 15 festivale seçildik ve önümüzde 1,5-2 yıllık bir süreç var. Dünya prömiyerimizi Oscar ve Avrupa Film Ödülleri yetkilendirmesi bulunan Tiran Uluslararası Film Festivali’nde yapıyoruz. Hem karma bir festival olmasına rağmen sert bir gerilim filmine yer vermeleri hem de büyük bir festivalle açılış yapmak bizi çok mutlu etti. Onun dışında Amerika’nın en önemli genre festivallerinden FilmQuest’e seçildik, Florida’da düzenlenen Spooky Empire Horror Film Festivali’nde En İyi Senaryo, En Korkunç Oyuncu (Ozan Ayhan), En İyi Sinematografi ve En İyi Makyaj dallarında adaylıklarımız var. Los Angeles’da düzenlenen Hollywood Horrorfest’ten bir ödül aldığımız haberi geldi törene mutlaka katılmamız notu ile hangi kategori olduğunu söylemediler ama 6 Ekim’de açıklanmış olacak. Orada bulunan bir yakınımızın katılmasını ayarlıyoruz şu sıralar. Filmin müziklerini besteleyen Grammy adayı müzisyenim Esin Aydıngöz orada yaşıyor, o da gidebilir belki.

Yurtiçinde başvuru yaptığımız festivallerden dönüş bekliyoruz birçoğunun açıklanma tarihleri önümüzdeki aylarda olacak. Onun dışında önceki filmlerimde de olduğu gibi sinema kulüplerinin talepleri var. Üniversitelerin sinema kulüpleri ile buluşacağız, okullarda ekip katılımlı gösterimlerimiz olacak. Bunun dışında başka özel gösterimler biz de tasarlayabiliriz. Hepsinin tarihlerini ve yer bilgilerini filmin Instagram hesabından duyuracağız.

blank

Bundan sonraki projeler nelerdir, korku sinemasının kalıplarıyla devam mı edeceksin?

Aslında farklı türlerde yapmak istediğim projeler de var. Evlilikler, ilişkilerle ilgili Ruben Östlund tarzı kara komedi, hiciv, durum komedisi fikirleri var yapmak istediğim. Birkaç dram hikayesi var. Ama şu an Bomba filminin uzun metrajını yazmaya odaklıyım önce. Bir savaş ve intikam hikayesi olarak öyküyü genişletmek gibi bir fikrimiz var. Hangi proje olursa,  bir sonraki proje olarak bir uzun metraj ya da mini dizi formatı düşünüyorum. Belki ağırlıklı olarak korku filmi yaparım ama diğer türleri de mutlaka denemek istiyorum.

Son olarak neler söylersin? 

Röportaj için çok teşekkür ederim. Sağlıklı ve mutlu günler diliyorum.

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Süleyman Demirel: ‘En çok “neyi denedin?” sorusuyla karşı karşıya kalıyorum’

Süleyman Demirel’le son filmi Asfalt’tan yola çıkarak ismini, filmlerini ve
blank

Filiz Işık Bulut: ‘Kısa film bütün fazlalıklardan geriye kalan şey’

İstanbul Film Festivali'nde en iyi film ödülünü kazanan Filiz Işık