blankKurallara uymuyorsan, sevilmiyorsan, öfkeliysen, seni dünyaya getirenler tarafından terk edilmişsen, sen bırakmadığın halde hayat seni bırakmışsa, tanrı sana olan inancını kaybetmişse, medeniyet denen tek dişi kalmış canavar seni bir yara gibi oymuşsa ve her gün kanırtıyorsa, sokaklar seni almıyorsa; sen bir mutantsın! Ve bunu değiştirmek için yapabileceğin hiçbir şey yok!

Portekiz sinemasının en kayda değer isimlerinden, Agua e Sal (2001/Water and Salt/Su ve Tuz) (2001) ve Transe (2006/Trans) ile dikkat çeken Teresa Villaverde’nin 1998 yapımı filmi Os Mutantes (The Mutants/Mutantlar) bu meseleyi irdeliyor. Üstelik de hiç politik meselelere bulaşmadan, doğrudan politik göndermeler taşımadan, “ahlak” kaygısı gütmeden, eğitici ya da öğretici olmadan, “varlık sorunu” olarak irdeliyor. Hikaye ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen, bakım yurtlarında kalan, aileleri tarafından terk edilmiş, ya da ailelerini terk etmiş, onlara zarar vermiş ya da onlardan zarar görmüş, sevilmemiş ama içlerinde koca ülkeye yetecek kadar sevgi barındıran, “risk altındaki gençlik” olarak nitelenen, sinir krizinin eşiğinde, her zaman cinnete yakın duran, “acı”ya meyilli bir grup gencin (genç olmakla çocuk olmak arasındaki o titrek ipin üzerinde duran) kaosuna tanıklık ediyor. Şimdiye kadar izlediğim en iyi açılış sahnelerinden biriyle başlıyor film. Gencecik bir kızın, Andreia’nın nedensiz gibi gözüken öfke nöbetiyle.

blankÖfke… Zaten onları şekillendiren de bu. “Delikanlılık”larının da etkisiyle, neye ve neden duyduklarını kesin hatlarla bilmedikleri, ama içten ve derinden gelen güçlü bir öfke duygusuyla hareket eden, asi ve içinde bulundukları duruma başkaldıran bu gençlerin (ya da çocuklar) hikayesini anlatırken Villaverde duygu sömürüsüne hiç bulaşmıyor. Çocukları acındırmıyor ya da yüceltmiyor. Hatta söylemeliyim ki empati bile kurmuyor. Çünkü derdi o değil. Daha çok bakmasanız da, kafanızı çevirmeseniz de, bu çocuklar varlar deme derdinde. ‘Öteki’yi meşrulaştırma amacında. Varlıklarını kanıtlamak istiyor Villaverde. En az senin benim kadar, en az hayat kadar gerçekler işte diyor. Ve üstelik atari salonu sahnesinde söylediği gibi, onlar mutantlar, ama gelecek de onlar; buna dikkat çekiyor. Mutantlar, yani yaşamak zorunda olduğumuz düzenin değiştirdiği, yarattığı ve yoğurduğu ‘yeni insan’ı temsil ediyorlar. Tren garında gezinenlerden çanta çalıyor, sonra gidip atari oynuyorlar. Ölüme yakın, düzene uzak duruyorlar. Lizbon sokaklarında uyuyor, sahilde bira içiyor, çocuk yaşta çocuk doğuruyor, porno filmde oynuyorlar. Lüks mağazaların önlerinden öylece yürüyüp gidiyorlar. Saatte 120 km hızla giden bir otomobilin penceresinden sarkacak kadar cesur, aileleriyle karşılaşmaktan çekinecek kadar kırılgan ve ürkekler. Dayak yemekten korkmuyor, ama anne kucağına sığınırken iki kere düşünüyorlar. Mutantlar, çünkü aileleri tarafından değil doğrudan organik kapitalizm ve medeniyet tarafından şekillendiriliyorlar. Mutantlar ve bunu değiştirmek için yapabilecekleri hiçbir şey yok!

blankMutantlar, sınırları belirlenmiş toplumun dışında kaldıkları için, istenmedikleri için, onlara reel olarak hiçbir fayda sağlamayan sosyal bakım evlerine kapatılıyorlar. Ve böylece göz önünden çekiliyor, pasifize edilmeye çalışılıyorlar. Özgürlük, onlar için belki bir cama yumruk atmak, belki gece gizlice çıkıp sokakta yürümek… Zaten arayıp durdukları ve hiç sahip olamadıkları da o. Özgürlük…

Villaverde’nin oyuncu yönetimi çok başarılı. Oyunculuklar sert ve keskin. Özellikle Ana Moreira çok sağlam bir iş çıkarmış. Her an kendini hissettiren rafine ve estetize edilmiş, ölçülü ve giderek yükselen bir şiddet var. Örneğin çocuklar sigara içiyorlar, ama uyuşturucuya hiç bulaşmıyorlar. Ciddi suçlar işlemiyorlar. Ama yoksa yurtlardan kaçıp durmaları, sokaklarda sürtmeleri, kuralları çiğnemeleri onları yetişkinlerin gözünde tehlikeli birer potansiyel suçlu yapmaya yetiyor da artıyor bile.

Gönül rahatlığıyla söylüyorum, film izlediğim en iyi filmler listemde çoktan yerini aldı. Defalarca izlenebilecek, defalarca yorumlanabilecek, onlarca altmetne sahip, son derece etkileyici ve yüklü bir deneyim Os Mutantes. “Sanat filmi” olma kaygısı gütmeden sanat filmi olmayı başaran ve buna rağmen hiç de sıkıcı olmayan bir film. Muhakkak edinilsin ve izlensin derim ben…

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

1 Comment Leave a Reply

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Dr. Strangelove (1964)

Peter George'un "Kırmızı Alarm" isimli romanından uyarlanan, 1964 yapımı Dr.
blank

B-olitik Sinema: Themroc (1973)

Themroc sapına kadar bir Fransız filmi olmasına rağmen klasik bir