Amma da neşeliydin Boğaziçi Güney kampüste karşılaştığımızda. Göz göze gelince hemen el sallamıştın. Oynamakta olduğun basket maçını hemen bırakıp, her zamanki gibi gülümseyerek yanımıza gelmiştin, seni o sıralar üniversite sınavına hazırlanan kardeşimle tanıştırmıştım, “İyi King oynar bu abin” diye de överek. “Sen maçına devam et Hikmet” demiştim, “Beklerler abi” diye karşılık vermiştin. Sohbet etmiştik. Kardeşimi iyi bir gazlamıştın, “Aman ha, Kimya yazma” deyip uyarmayı da ihmal etmeyerek.
Sonbaharda metroda karşılaştık, Taksim’de, ayrı yönlere giden birer merdivende. Neşe doluydun her zamanki gibi. Yine gülümsedin. Gözlerinin içi gülüyordu. Ben de güzel gülümserim. Selamlaştık ama konuşamadık. Son karşılaşmamız olduğunu bilmediğimiz için.
Aralık sonuydu. Arkadaşlarınla sıkıca partilediğin akşamın gecesinde, seni evine götürmekte olan taksiyi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde durdurdun, “Abi, kusacağım” diyerek son kez yalan söyledin. Cebindeki değerli eşyaları çoktan çıkarmıştın arka koltuğa, şoför bilmiyordu, biz bilmiyorduk, kimse bilmiyordu. Taksi durdu. İndin. Koşarak parmaklıklara gittin. Atladın. Arkandan saçma sapan hikâyeler uydurdu gazeteler. Erdinç, Gökhan falan demeç verip düzeltmeye çalıştılar ama ok yaydan çıkmıştı bir kez, o saçmalıklar kaldı basın tarihine miras. Herkes seni yanlış tanıdı, ona da tanımak denirse tabii. Ben, “Omuzdan Kayıp Düşen Bir Tüfek Gibidir Zaman” adlı kısa bir deneme yazdım ardından, öyle fazla kişiye göstermedim, beş-altı kişi okudu, hepsi o. İlk ölüm yıldönümünde baban Nebi amca kalp krizinden öldü. Aynı gün. Gazeteler yazmadı. Ben yazdım. Ama kimseye okutmadım.
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
“İntihar Filmleri” üzerine yeni bir yazı dizisine başlamaya karar verdiğimde aklımdaki ilk film Wojciech Has’ın Petla’sıydı (The Noose / İlmek, 1958) ama cesaretimi toplayıp Joachim Trier’in Oslo, 31 Ağustos’unu (Oslo, 31. august / Oslo, August 31st) yıllar sonra baştan sona bir kez daha izlediğimde bu filmle başlamaya karar verdim.
Ben 2011 yılı yapımı olan Oslo, 31 Ağustos’u ilk kez 2012 yılındaki İstanbul Film Festivali’nde seyretmiştim ve darmadağın olmuştum. Ruhumun kılcallarına kadar nüfuz etmişti Anders’in öyküsü. Başka bir incelememde yazmıştım ama tekrarlamamda mahsur yok, film bitip de ışıklar açıldığında salonda ben dahil en 10-15 kişinin oturduğu yerden kalkamadığını fark etmiştim. Jenerik bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen mıh gibi çakılıp kalmıştık yerlerimize. Aşağı yukarı aynı yaşlardaki erkeklerdik ve üstelik hepimiz ağlamıştık. Ağladığımız kişi de Anders değildi aslında. Kendimize ağlamıştık. Film, Anders ve onun gün içinde karşılaştığı diğer karakterler üzerinden bize kendi hayatlarımızın ürkütücü defolarını yansıtan bir tür ayna vazifesi görmüştü.
Salondan çıkarken birbiri arasında konuşanlar oluyordu, duymuştuk. “Ne oldu dersin? Sence öldü mü?” Bazı seyircilerde finalin müphemliğine dair bir kafa karışıklığı vardı. Jenerik bittiğinde bile hâlâ oturmaya devam o 10 küsur insanın bu konuda mikrop kadar şüphesi yoktu: Aynı yolu tekrar yürümekten ve çevresindeki masum insanları bir kez daha üzmekten korkan Anders, bilinçli bir şekilde, yüksek dozla kendini öldürmüştü. Daha önce yürüdüğü yollar, girdiği mekânlar, dikildiği yerler, oturduğu banklar, sandalyeler onun yokluğundan kaynaklı bir boşlukla çoktan örülmüştü. 1 Eylül sabahı Oslo, Anders’siz bir güne merhaba demişti.
Rehabilitasyon merkezindeki bir grup terapisi. Genç bir erkek, bu klinikte iyi durumda olduğunu, kendini iyi hissettiğini ama dışarı çıkmaktan acayip korktuğunu söylüyor. Endişeli olduğunu belirten genç, bir soru üzerine gelecekten korktuğunu itiraf ediyor. Sonra konuşma sırası bir hanımefendiye geçiyor. “Sanki” diyor, “uyuşturucuya ilk başladığım günlere geri dönüyorum.” Bu korku ve yarattığı endişe o kadar büyük ki, kadın uyuşturucudan kurtulmanın verdiği rahatlamanın kaybolduğunu söyleyip, o an içinde bulunduğu durumu kapkaranlık bir boşluğa benzetiyor. Sonra sıra filmin kahramanı Anders’e geliyor ve kurduğu ilk cümle şu oluyor: “Son günlerde, olumlu ya da olumsuz, hiçbir şeye karşı güçlü bir duygum yok.” Bunu duyar duymaz Anders’teki depresyonun dehşetengiz boyutunu kavramış oluyoruz çünkü biz seyirciler olarak daha iki dakika önce onun başarısız intihar girişimine şahit olduk. Halbuki gayet soğukkanlı ve kararlı bir şekilde sakince kendini öldürmeye çalışmıştı. Anders ise duygularında herhangi bir değişiklik olmadığını söyleyerek (filmsel zamanda) daha birkaç saat önce intihar etmeyi denememiş gibi davranmayı seçiyor. Bunu bir önceki geceyi güzel bir kadınla geçirmesi ve sabah duşta arkadaşıyla şakalaşmasıyla birleştirince Anders’in zihnindeki iniş-çıkışların boyutu ve derinliği netleşiyor.
Anders’in tek bir gününe (son gününe) odaklanan filmdeki her sahne gerek biçim gerekse içerik açısından, yaşadığı depresyonun ne zor bir “sınır-durum” teşkil ettiğini göstermek için ustaca tasarlanmış. Joachim Trier, Anders’le arasına (hâliyle bizimle Anders arasına) mesafe koyuyor. Karakteri iyi ya da kötü göstermeye çalışmıyor, yaşadığı buhranın korkutuculuğunun altını çiziyor. Anders’in hem her şeyi var hem yok. Daha doğrusu var da yok. Mesela onu bu depresyondan çıkarma ihtimali olan dört kişi var: Annesi, babası, kız kardeşi ve eski sevgilisi. Anne babası Avrupa’da tatilde, kız kardeşi Nina onunla görüşmek istemiyor, eski sevgilisi Iselin ise telefonlarına çıkmıyor, sesli mesajlarına dönmüyor. Bu dört insan Anders’in en çok sevdiği ama uyuşturucu batağına düştüğünde en çok üzdüğü, en çok acı çektirdiği, en fazla zarar verdiği kişiler. Bu dört insanı da tek bir kez olsun göstermiyor bize Trier, hatta seslerini de duymuyoruz hiç. Yoklar. Anders’in onların varlığına (ve “affına/bağışlamasına”) ihtiyaç duyduğunu anlıyoruz ama dördü de ortada yok. Onlara kızamıyoruz çünkü senaryo, Anders’in onlara maddi-manevi çok fazla tahribat verdiğini birçok sahnede ima ediyor.
Iselin çok uğraşmış, defalarca hüsrana uğramış. Nina daha bir gün önce, 30 Ağustos’ta, saatlerce Anders’in gelmesini beklemiş ama Malin’le buluşmak için kardeşini ekmiş. Nina bir süre kardeşinden uzak durmak istiyor. Ebeveyni de yıllarca mutlu mesut yaşadıkları müstakil evlerini Anders’in uyuşturucu bağımlılığı yüzünden ortaya çıkan devasa borçlar nedeniyle satışa çıkarmış. Filmin finalinde satışa çıkarılan evi görünce, sağdan-soldan borç alınıp kapatılacak bir meblağ olmadığını anlıyoruz. Sakın “Böyle devasa bir uyuşturucu borcu mu olur? Ne kadar içmiş olabilir ki?”, demeyin. Benim Söke’deki çocukluk arkadaşlarımdan biri, tıpkı Anders gibi, “kristal” (met/amfetamin) bağımlılığı yüzünden her şeyini kaybetmekle kalmadı, babasının gözü gibi baktığı bilmem kaç dönümlük tarla da gitti. Sanıyorum o tarlayı bugün 1 milyon dolara satın alamazsınız, fazlası eder. Arkadaşımı ve ondan çok daha fazla sevdiğim halasını gücendirmeden açıklamam zor ama şu kadarını söyleyeyim, uyuşturucu denen meret tek başınıza kullandığınız bir şey değildir ve hayatınızdaki tüm sınırları kaldırır, tümünü. Uyuşturucu bağımlıları bir çevre içinde var olurlar, bir süre sonra o çevreye ve o çevrenin ördüğü ilişki ağına da bağımlı olurlar. Anders bir sahnede laf arasında, yayımlanan makalelerini kastederek şöyle bir şey diyor, pek dikkatinizi çekmemiş olabilir: “(Onların yayımlanma) Sebebi, iyi yazmam değil, Knut’la takılmamdı.” Sanırım maksat hasıl oldu. O çevre, var olma güdünüze dönüşebiliyor, Anders’te de öyle olmuş, benim arkadaşımda da.
Trier bu dört insanın yarattığı boşluğu Anders’in çevresindeki diğer insanlarla, özellikle onu önemseyen arkadaşlarıyla doldurarak bir tür denge kuruyor. Thomas (hatta karısı), doğum günü partisine gittiği (eski kız arkadaşı) Mirjam, tanımadık ama filmin açılışında bir gece önce birlikte olduklarını anladığımız Malin, onu Robinet’e davet eden arkadaşı hatta o arkadaşı vasıtasıyla tanıştığı, tıp fakültesinde diyetisyenlik okuyan kız (Johanne)… Bunların hepsi Anders’e değer veren, onunla ilgilenen insanlar. Biz tarafsız olarak gözlemlediğimizde, Anders’in yalnız biri olarak resmedilmediğini görüyoruz, depresyonunun ona bu hissi aşıladığını gösteriyor Trier.
Anders filmin başından sonuna, iki şıktan oluşan bir seçenekle karşılaştığında her seferinde olumsuz/negatif olanı işaretliyor. Ebeveyni ona sahip çıkmış, eski kız arkadaşı sahip çıkmış, hatta kardeşi Nina buluşmaya kendi gelemese de sevgilisini yollamış. Birazcık düzelme emaresi gösterebilse belki de hepsini tekrar etrafında toplamayı başarabilecek. İstese girebileceği bir işin görüşmesine, birdenbire açığa çıkan depresyonu nedeniyle son veriyor. Azıcık daha sabretseydi işe alınacağını görüyorsunuz, genel yayın yönetmeni uyuşturucu mevzusunu öğrendikten sonra, sözcüklerini özenle seçen olumlu bir tavır sergiliyor.
Anders filmin hiçbir ânında zavallı biri olarak resmedilmiyor. Kilosuna dikkat ettiği belli olan, yakışıklı ve çekici bir genç. İş görüşmesinden anladığımız kadarıyla çok okuyan, entelektüel biri, akıllı ve muhakeme gücü yüksek. Her bakımdan iyi eğitimli ve sofistike. Muhtemelen yetkin bir yazar. En bunalımlı anındayken bile (buluşmaya gelmeyen kız kardeşinden sonraki sahnede) klasik müzik dinlemeye gidiyor, filmin finalinde -ki o gün orada ölmeye çoktan karar verdiği hâlde- piyano çaldığını da görüyoruz. Birçok sahnede, çevresindekilerin onu sevdiğini anlıyoruz. Öyle sevgisiz, ilgisiz büyümüş biri değil, zaten kendi de anlatıyor bir yerde. İşin ilginci, Anders de sevgi dolu. Thomas’ın kızıyla ya da Mirjam’la kurduğu diyalogdan veya duşta arkadaşıyla ya da barda diyetisyen adayı Johanne’yle konuştuğu kısa sahnelerden belli oluyor.
Mirjam’ın partisinde tekrardan içki içmeye başladığı andan itibaren Anders’in farklı bir yüzünü görüyoruz. Mirjam’ı teskin eden, insanlara pozitif yaklaşan, diyetisyene samimi sözler söyleyen, daha neşeli ve güler yüzlü birine dönüşmeye başlıyor, ta ki o melun depresyon tekrar tekrar tezahür edene dek. Filmin temel derdi, bir insanı değil, bir insan üzerinden çok tehlikeli bir hastalığı anlatmak aslında. İşte bu noktada sazı eline alan, filmin sadelikle mükemmelliğe kavuşan olağanüstü sinematografisi oluyor. Filmi yıllar önce ilk kez izlediğimde bu özelliğini büyük ölçüde ıskaladığımı itiraf ediyorum.
Görüntü yönetmeni Jakob Ihre ve Joachim Trier, kalabalıkların içindeki yalnızlığını gösterdiği birkaç plan hariç (Oslo’da taksiden indiği sahne gibi, çoğu bir yerden başka bir hedefe yürüdüğü planlar) Anders’i hep dar açıdan çerçeveye alıyorlar, buna göldeki intihar girişimiyle finaldeki yüksek doz sahnesi dahil. Bunların yakın plan olanları (bilhassa alt açıdan çekilenler), onun psikolojik açıdan yaşadığı sıkışmışlık hissini birebir yansıtıyor. Bu tip planlarda Anders’in iyi aydınlatılmamış (ya da çoğu zaman sadece tek bir tarafı aydınlatılmış) yüzünü biraz korkutucu ve tehditkâr görüyoruz, buna en iyi örnek Mirjam’ın partisinden çıktıktan sonra takside oturduğu sahne. Burada, demin hırsızlık yaptığını gördüğümüz Anders’in depresyonunun tekrar su yüzüne çıktığını görmekle kalmıyoruz, birazdan kötü bir şey yapacağını da (uyuşturucu almaya gidiyor) anlıyoruz.
Jakob Ihre ve Joachim Trier, Anders’i film boyunca Araf’ta yer alan biri olarak resmediyorlar. Genelde bir tarafında iyi bir şeyin, diğer tarafında kötü bir şeyin yer aldığı bir noktada gibi gösteriliyor. Mesela Thomas’la ayrıldıkları sahnede demin içinden yürüdükleri bir alt geçidin ucundalar. Ayrıldıklarında zıt yönlere yürüyorlar. İş görüşmesinden hışımla ayrıldığında da benzer bir plan izliyoruz. Anders kapalı bir alandan, bir geçide/tünele, oradan sokağa, aydınlığa çıkıyor ama her seferinde ardında bir karanlığı sürükleyerek. Ama filmde Anders’in arada kalmışlığını en iyi gösteren plan, Thomas’la evden çıktıktan sonra gittikleri parktaki sahne. İki eski dost bir bankta oturuyorlar. Hava güneşli ama bank tam gölgeyle güneşin kesiştiği yere konulmuş. Vizör onları arkadan alıyor. Bu ustaca tasarlanmış sahnenin ilk planında Anders’in yüzünü görmüyoruz. Anders’in yüzü güneşe dönük, halbuki sırtı gölgede kalmış. Filmi tek başına anlatan mükemmel bir kare. Ardında karanlık bir geçmiş, önünde aydınlık bir gelecek, tıpkı açılış sahnesinde perdeyi açtıktan sonra ya da elinde irice bir kaya parçasıyla gölün ortasına yürürken olduğu gibi… İki şıklı bir tür arada kalmışlık. Tercih ve sorumluluk, yaşadığı ağır depresyon nedeniyle içinde/özünde iyinin ve kötünün her daim çarpıştığı Anders’e ait.
Thomas ile Anders’in aralarındaki konuşma ilerledikçe ve giderek daha dar açılarla çekilen farklı planlara geçildikçe karanlık bir hâl alıyor. Aşırı dozdan, ölümden, gelecek kaygısından ve intihardan konuşuyorlar. Thomas parkta evdekine kıyasla çok daha pozitif ve yardımsever bir tavır takınıyor, iyi ve umut verici olasılıklardan/fırsatlardan (Iselin, editör yardımcılığı işi vs.) bahsediyor ama bu sırada, hiçbir şeyin düzeleceğine inanmayan Anders’in karamsar ve depresif tarafını tanımaya başlıyoruz. Klinikteki diğer bağımlılardan farkının, onların “bir depoda iş bulup, eski bir âlem arkadaşıyla çocuk yaparlarsa, mutlu olacak” tipler olması olduğunun altını çizerek şöyle acımasız bir özeleştiride bulunuyor: “Ben her şeyin içine etmiş, şımarık bir geri zekâlıyım. Konuya duygusal olarak bakma, kimsenin bana ihtiyacı yok. Gerçekten.” Ve Anders’i ilk kez ağlarken görüyoruz, tam bir ruhsal çökkünlük yaşadığı belli oluyor. Ve Thomas’a intihar edebileceğini ima ediyor. “Toparlan, kendine çekidüzen ver” diyemeyeceğini bilen Thomas bu noktada, önce aile kozunu oynuyor. “Bunun ailene ne gibi etkileri olacağını düşünmüyor musun?” Sonra kendi hayatının da bombok gittiğini gösteren bir dizi itirafta bulunuyor ve farkında olmadan, Anders’in depresyonunu daha da tetikleyen bir ateşin fitilini yakmış oluyor.
Thomas’ın bu sahnedeki repliklerine benzer itirafları (“Kendi arkadaşlarımı bile seçemiyorum”, “Lüzumsuz sorumluluklar yüklenmiş hâldeyim”, “Hiçbir şeye odaklanamıyorum”, “Eşimle zar zor konuşuyoruz, artık çok az seks yapıyoruz, aslında hemen hemen hiç”) kendi kısıtlı çevremde o kadar çok arkadaşımdan duydum ki. Birisi, hatta bir çift dışarıdan mutlu görünür ama madalyonun üstündeki göz alıcı tabakayı biraz kazıdığınızda altından aşağı yukarı hepimizin hayatlarına sinen o bayağılık, o “idare-ederlik” çıkıverir. Açılış sahnesinde bunun, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin bir sonucu olduğuna dair bir önerme var ama burada o konuya girmeyeceğim. Aşağı yukarı herkes benzer hayatlar sürer aslında, en azından hislere dair boyutu çok benzerdir. Bu nedenle filmin belki de en önemli sahnesi, Anders’in -felaketle sonuçlanan iş görüşmesinden sonra- bir anlığına durup etrafındaki insanlara kulak verdiği kafe sahnesidir. Kafe sahnesiyle beraber, bu sonu gelmez tantananın, Dante’nin deyimiyle İlahi Komedya’nın, aşağı yukarı tüm ruhları gırtlaklamakta olduğunu düşünmeye başlar Anders.
Oslo, 31 Ağustos’un da uyarlandığı Drieu La Rochelle romanının Louis Malle versiyonunda da (Le feu follet, 1963) bu sahne vardır ama orada yönetmen sesleri keserek bunu bir his olarak seyirciye geçirmek ister. Halbuki Trier, tam aksine, Anders’in depresyonunu tetikleyen bu sahneyi dış-sesleri ön plana çıkartarak sunmayı tercih eder. İnsan denen varlığın ne kadar dünyevi olduğuna ve ne kadar pamuk ipliğine bağlı bir yaşam sürdüğüne dair harikulade bir sahnedir bu. Bu sahnede Anders gerçekten bu insanları bu şekilde berrak duyuyor mu, net değildir. Zihni ona yeni oyunlar oynuyor olabilir. Çünkü kafe civarında bulunduğu an “durumu iyi” görünen iki ayrı karakterin (biri spor çantalı sarışın kız, diğeri proje çantası taşıyan erkek) daha sonra zihinsel kırılma yaşadığına dair birer hayali plan görürüz, “hayali” diyorum çünkü onların sonraki hâllerini Anders’in bilmesinin başka yolu yok. Anders’in zihni, kendi bakış açısını, bir bakıma, o anki ruh hâlini teyit etmek için bu görüleri (vision) icat etmiş gibidir. Burada birkaç paragraf önceki konuya geri dönmek yerinde olur. Anders’in depresyonu onun sağlıklı düşünmesini engellemekle kalmıyor, onun karanlık ve karamsar tarafını sürekli onaylayan bir hâl alıyor, havuz sahnesinde bir başka gelecek görüsüyle karşılaşmamızın başka bir izahı olamaz. Bu tip sınır-durum ânlarında, dümeni giderek derinleşen depresyonun devraldığını anlıyoruz.
Ama kırılma ânı, bir restoranda buluyor Anders’i. Kız kardeşi onu görmeye gelmemiş, yerine sevgilisini göndermiş. Gelmemişse ne olmuş diyorsunuz, kız dün saatlerce seni beklemiş, sen de gitmemişsin. Ama karşımızdaki sağlıklı, normal bir insan değil, hâliyle sağlıklı düşünemiyor. Çok bozuluyor. Hesabı ödeyip dışarı çıkıyor. Bir sigara yakıyor. İşte tam o anda, Anders’i, sokakta, onu çevreleyen bir dizi insanın ortasında görüyoruz. İnsanları seyrediyor, dinliyor. Sonra ışıklarda karşıdan karşıya geçen bir çift görüyor. Kadın bir bebek arabası sürüyor, kocası yanında ama bir buçuk metre kadar ötesinde. Sanki karısının ve çocuğunun bir adım arkasından geliyor gibi. Elinden kayıp gitmiş bir yaşamın ardından tıpış tıpış yürüyen bir adam. Belli ki kaderine razı. Anders’in parkta konuştuğu şeyler aklına geliyor. Ve kararı kesinleşiyor. Kesinlikle böyle bir hayat istemiyor. Böyle bir hayata düşme fikri bile onu boğuyor ve “Artık ne olursa olsun, inceldiği yerden kopsun” moduna geçiyor. Bu esnada filmdeki en iyi monoloğu dinliyoruz. Anders’e ait dış-ses son derece samimi ve eleştirel bir çözümlemeyle ailesinden aldığı eğitimin içeriğini paylaşıp, kendisini olduğu kişi yapan yetiştirilme koşullarını, karakterini belirleyen dönüm noktalarını aydınlatıyor.
“Babam bana bisiklete binmeyi ve yakalanmadan hız limitini aşmanın püf noktalarını öğretti. Annem, yetişkin konuşmalarını İngilizce yapardı. Bana diş ipi kullanmayı, eşyaları ait oldukları yerlere koymayı öğretti. İkisi de tutuculuğa karşıydı ama video oynatıcı almak için yıllarca beklediler. İkisi de Osloluydu, dolaştığımız yerlere ait anılar anlatırlardı. Onlara göre zihinsel başarı, sportif başarıdan daha üstündü. Özel hayatlarıyla gündeme gelmeyen ünlülere hayranlık duyarlardı. Bana, eleştirel bir okuyucu olmayı ve kendini ifade edemeyenleri küçümsemeyi öğrettiler. Ama eve getirdiğim herkesi sevgiyle karşıladılar. Akşam haberlerini hiç kaçırmazlardı. Babam bir test uygulayıp, gururla sanatçı bir kişiliği olduğunu söylemişti. Askerlik tecrübelerini önemseyenleri sıkıcı bulurdu. Annem uyuşturucuya hoşgörüyle yaklaşır, babam parkta mangal yapılmasına kızardı. Demokrasi en mükemmel rejim değildi ama yeterince iyiydi. Annem, Brigitte Bardot, hayvanlara değil, insanlara yardım etmeli, derdi. İkisi de özel hayatıma saygılıydı. Belki de çok fazla saygılı. Bana dinin zayıflık olduğunu öğrettiler. Aynı fikirde miyim, bilmiyorum. Yemek pişirmeyi, ilişki kurmayı hiç öğretmediler. Ama hep mutluydular. Dostlukların zamanla nasıl bittiğini, insanların yabancılaşıp, arkadaşların birer isim olarak kaldığını öğretmediler. Yemek konusunda mızmız olmama göz yumdular. Anneme göre, kararlarımı kendim vermeliydim. Ne olacağım, kimi seveceğim, nerede yaşayacağım. Bana hep yardımcı oldular. Kız kardeşime karşı daha katıydılar.”
Bu hazin özeleştiriden sonra Anders’in, artık ailesini geride bırakmaya karar verdiğini (zihninde yolları ayırdığını) anlamakla kalmıyoruz, arkadaşlarıyla ilgili gerçek düşüncelerine de ışık tutulmuş oluyor. Biz Anders’in yalnız olduğunu/kaldığını düşünen (gerçekte öyle olmasa bile), sevgi açlığı çeken bir zihnin yanılsamaları içinde olduğunu kavrıyoruz ama o anlamıyor. Gitgeller içindeki zihni, olguları çarpıtıyor. Olumlu ve olumsuz düşünceler içinde bocaladığını fark ediyoruz.
Mirjam’ın partisinde balkonda, daha sonra barda hiç tanımadığı bir kızla sınırları aşmaya meyilli olduğunu görüyoruz. Bunlar bize eski Anders’in nasıl biri olduğuna dair güçlü sinyaller veriyor. Bir kez daha mutluluğu bu gelip geçiciliklerde arıyor gibi görünürken havuz sahnesi geliyor. İki çift hâlinde yüzme havuzuna gidiyorlar. Halka açık yüzme havuzu 1 Eylül’de kapatılacak. 31 Ağustos bu havuza girmek için son fırsat. Son birkaç saattir peşinde koştuğu şeyin, ona asla yeterli gelmeyeceğini anladığımız yer bu sahne oluyor. Bardaki sohbette sıcak davrandığı, hatta karşılıklı kur yaptıkları Johanne’yle arasına mesafe koyuyor ve böyle yüzlerce, binlerce gece yaşamış, tecrübeli ama pişman birinin ağzından dökülebilecek sözlerle kıza (ve kendine/benliğine) bir umut kırıntısı bahşetmekten imtina ediyor. Kendini hayatın akışına bırakmaya, tek gecelik yakınlaşmaya, güzel bir kızla sekse, belki de yeni bir ilişkiye (üzecek, acı çektirilecek yeni bir insana) hayır diyerek kararlılığını ortaya koyuyor.
Ayakkabılarını çıkarmaya yeltenirken, o havuza girersem yaşadığım her şey yeni baştan başlar diye düşünerek duraksıyor. Aslında daha birkaç saniye önce “Sensiz bu havuza girmeyeceğim” diyen Johanne’ye gülümseyen Anders gidiyor, âdeta başka biri o bedeni ele geçiriyor. “Hadi suya gel” diyen Johanne’ye bakarken ağlayacak gibi oluyor. Havuza girmeyi reddetmesiyle beraber bir daha hiçbir şeyin yoluna girmeyeceğine dair o karanlık hissin Anders’in benliğini çepeçevre sardığını anlıyoruz. Kendini akışa kaptırmayı, ânı yaşamayı reddediyor. Eski Anders olsa o havuza çoktan atlamıştı, onu az çok tanıyoruz ama ya yeni Anders? Tıpkı kafe sahnesinde, ilk başlarda hâlinden/yaşamından memnun, kendinden emin gibi görünen insanların sonraki ânlarını hayal ettiği gibi, Johanne’yle konuşurken kendi geleceğine dair imgeler de üşüşüyor aydınlık ve karanlığın her daim çarpıştığı zihnine. Eve doğru yürürken eroinin hâlâ cebinde olup olmadığını kontrol ettiği, son yürüyüşünü önceleyen imgeler bunlar. Havuzdaki hâliyle çapraz kurgulanmış görüntüler… Karanlık düşüncelerin onu kuşattığını kaygı dolu yüz ifadesinden, acı dolu gülümsemesinden anlıyoruz.
Bisikleti süren Johanne’ye sarılıp gülümseyen, dertlerini unutan, hatta bir ara kızı öpen, saçlarını okşayan Dr. Jekyll yerine, “Ben bir eziğim. Acımı hafifletmek için içiyorum. Sevgi arıyorum, birileri bana acısın istiyorum” diyen ve kıza “Her şey bir gün unutulur” diyen Dr. Hyde tarafı baskın geliyor âdeta. Ona duyulan sevgiyi fark etmekten aciz olmasının yegâne sebebinin, yaşadığı kronik depresyon olduğu belli. Olaylara olumsuz tarafından bakmayı yeğliyor Anders. Öfkesini kendine yöneltiyor. Kendini yok etme dürtüsünün giderek güçlendiğini seziyoruz. Güneş doğarken diğer üç arkadaşını havuzda bırakarak, “Her şeyin başladığı yerde bitmeli her şey” der gibi evine gidiyor, yetiştirildiği eve, onu o yapan yere. Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan yeşilliklerin içinde, cıvıl cıvıl kuş ötüşleriyle kutsanan güzel bir ev bu. Anders eve giriyor. Aile üyelerinin fotoğraflarına son kez bir göz atıyor. Iselin’e son bir sesli mesaj atıyor. Ve bu hayatta son kez piyano çalıyor.
Joachim Trier’in Oslo, 31 Ağustos’u, Wojciech Has’ın Petla’sından sonra, görsel dokusunu metnin kıvrımlarına göre en iyi inşa etmiş, kısacası biçimini içeriğine en doğru şekilde eklemlemiş “madde bağımlılığı ve intihar filmi” olabilir. Madde bağımlılığınız varsa izlemeyin. Sinema tarihinde kronik depresyonu Oslo, 31 Ağustos kadar mükemmel anlatan bir film bulmak ise neredeyse imkânsız. Depresyon eğiliminiz varsa izlemeyin. Aksi durumlarda, bu filmi izlemeden ölmek, sinema sanatına bir hakarettir. İyi seyirler…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
* Bu yazıyı, ölüm üstüne artık benden daha çok şey bilen bir arkadaşımın, Ali Hikmet Karayel’in hatırasına ithaf ediyorum.