Bu yıl Sundance Film Festivali’nde gösterilen ve ilgi çekici konusuyla bir hayli merak uyandıran The Discovery, 31 Mart itibariyle Netflix üzerinden izleyicisiyle buluştu. İnsanın kalp atışını hızlandıracak derecede özgün bir hikâyeye sahip olan film, ölüm ve ölüm sonrası hayata farklı bir bakış açısı getirirken, kasvetli havasıyla da izleyenlerini içine çekmeyi başarıyor. 2014 yılında yönettiği The One I Love filmi ile adını duyuran Charlie McDowell’ın yönetmen koltuğunda oturduğu The Discovery’nin başrollerinde ise, Robert Redford, Jason Segel ve Rooney Mara gibi tanınmış isimler yer alıyor.

Profesör Thomas, ölümden sonraki yaşamın varlığını kanıtlamış ve dünyada da bu sebepten dolayı intiharlar hızlı bir şekilde artmıştır. İnsanoğlunun bir an önce öteki hayatına kavuşmak için çırpındığı sırada profesörün oğlu Will, babasının bilimsel çalışmalarını sürdürdüğü adaya gitmek için yola koyulur. Onun bu yolculuğunun henüz ilk dakikalarında karşısına çıkan Isla ise, öteki hayatına kavuşmak için sabırsızlanan bir kadındır. İkilinin yolunun bir kez daha profesörün çalışmalarını yaptığı malikânede kesişmesi, bir yandan sade bir aşk hikâyesini izleyenlerine aktarırken bir yandan da ölüm sonrası hayatın varlığı konusunda detaylı açıklamaları önümüze getirmektedir.

blank

Her şeyden önce filmin ilgi çekici konusuna temas etmek gerekir. Nitekim ölüm ve ondan sonraki yaşam insanoğlunun en büyük bilinmezliklerinden biridir. Bu durum, dini inançlara göre şekil değiştirebilir olsa dahi, bilimsel olarak bir kanıt ortaya koymak neredeyse imkânsızdır. The Discovery, en başta bu durumun kanıtlandığı ütopik yer yer de distopik detaylar içeren bir evrende neler olabileceğine parantez açıyor. Keza, yeryüzü var olduğundan beri büyük bir gizem olan ölüm, böylelikle insanoğlu için cazip bir hal alabiliyor. Bu da doğal olarak büyük bir intihar hareketini beraberinde getiriyor. İyi ama ölüm sonrası hayat nasıl bir yer?

Esasen bu noktanın filmin cazibe merkezini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki Profesör Thomas’ın ortaya koyduğu bilimsel kanıtlar, insanoğlunu hayattan ikinci bir şans elde etmek adına intihara teşvik ediyorsa, filmi izleyenleri de büyük bir merakın içine doğru sürüklemektedir. Onların öteki dünyanın nasıl bir boyutta cereyan edeceğini açıklama uğraşı ve bunu yaparken de türlü soru işaretlerini önümüze getirmesi, kuşkusuz izleyenleri etkileyen ve filmin içine doğru çeken yegâne unsur. Aynı zamanda diğer dünyadaki yaşamın ne şekilde vuku bulacağının, finale kadar gizemini koruması da filmin pür dikkat takip edilmesine olanak sağlamaktadır.

The Discovery’nin en büyük artılarından biri, ölüm sonrası yaşamı bilimsel bir şekilde açıkladığını vaat etmesine rağmen, izleyenlerini gereksiz ayrıntılar denizinde boğulmaya terk etmemesinde gizli.  Yönetmen McDowell bu yöntemle, hikâyeyi mantık çerçevesi içine sokacak bilgiyi izleyenlerine sunuyor ve filmin gizem dozajına daha fazla ağırlık veriyor. Başka bir anlatı içerisinde olsa, eksik bir nokta olarak lanse edebileceğimiz bu durum, filmin özelinde ölümün cazibesini arttırıyor ve filmin seyir zevkine pozitif bir şekilde katkı sağlıyor.

blank

Yönetmenin sinematografik olarak vaat ettikleri de hiç yavana atılacak cinsten değil. Özellikle filmin başında sunulan ve sonuna kadar da terk edilmeyen kasvetli atmosfer, kuşkusuz ölüm temalı bir filmin en büyük yardımcısı olarak beliriyor. Böylelikle yönetmenin yaratmak istediği boğucu hava izleyenlere en iyi şekilde aksettirilebiliyor. Aynı zamanda yönetmenin seçmiş olduğu minimalist anlatı, yeryüzünün en acı duygusu olan ölümün en sade ve ajiteden uzak bir şekilde anlatılmasını ve duyguyu en düzgün şekilde izleyicisine aktarmayı mümkün kılıyor.

Gel gelelim The Discovery’nin eksi yanlarına. Filmin ölüm ve sonrasına getirdiği bakış açısına düzdüğümüz methiyeleri, filmin bütünü için ne yazık ki söyleyemiyoruz. Özellikle yönetmenin serim bölümünden sonra, karakterlerin özelinde çok fazla zaman kaybetmesi ve neredeyse ana temayı ikinci plana itmesi filmin seyir zevkine negatif bir şekilde etki etmektedir. Her ne kadar hikâyenin gidişatı için Will ile Isla’nın yakınlaşması zorunlu olsa da, ikilinin birbirine karşı hissettikleri ve geçmişlerinde yaşadıkları trajediler The Discovery’i bir bilim-kurgu filmi olmaktan çıkarıp, adeta dram sosuyla bezeli ikinci sınıf bir aşk filmi hüviyetine büründürmekte. Keza buna ek olarak Will’in babası ile arasındaki sorunlu ilişki de tüm bu cezbedici haleti ruhiye içerisinde, izleyenlerin konudan uzaklaşmasına neden olmaktadır.

Bir eksi parantezi de oyunculuklar için açmak mümkün. Özellikle Jason Segel’ın katı oyunculuğu zaman zaman irrite edebilmekte. Nitekim hikâyenin onun üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, onun performansının böylesine düşük olması, filmin en üzücü noktalarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak onun tüm negatifliğine karşı, farklı tarzı ve güzelliği ile arz-ı endam eden Rooney Mara, oyunculuk konusunda toparlayıcı unsur olmayı başarıyor. Robert Redford’un ise üzerine düşeni yaptığını söyleyebiliriz. Nitekim usta oyuncu, egosu gözle görülür bir şekilde ortada olan Profesör Thomas’a abartıya kaçmayacak bir şekilde hayat vererek filmin artı yönlerinden biri olmayı başarıyor.

The Discovery, ölüm ve ölüm sonrası hayata açtığı mantıksal pencereyle heyecanlandırmayı başarırken; ortalarına doğru düşüşe geçen hikâyesiyle de kendini can evinden vuran bir film. Ancak söyleyebileceğimiz tüm eksi yönlerine rağmen, finalde tekrardan şahlanmayı başaran ve deyim yerindeyse küllerinden doğan The Discovery; hayatın bir kısır döngü olduğunu defaatle irdeleyen ve ne olursa olsun aynı hataları tekrardan yapacağımız gerçeğini cesur bir şekilde ortaya koyan söylemiyle alkışı hak ediyor.

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Amerikan Bilimkurgu Sineması’nda Kırılma Noktası: Forbidden Planet (1956)

1956 yılında çekilen Forbidden Planet; kendinden sonraki birçok önemli bilimkurguyu
blank

Furiosa: A Mad Max Saga (2024)

Mad Max: Fury Road’u (2015) da 21. yüzyılın -şimdilik- en