“Doğu’ya özgü sessizliği ve yuvarladığı gözleriyle Türk, birçok gece rüyalarınıza girecek.”

Terminator: The Sarah Connor Chronicles (2008) dizisinde, satranç oynayan yapay zekalar arasında düzenlenen yarışmaya katılan bilgisayarlardan birinin adı “Türk”tü. Sonradan dünyayı yok edecek olan Skynet’i engellemek için ona karşı bir süper yapay zekanın temellerini oluşturmak üzere kullanılan bu makineye Türk adının verilmesi, iki yüz elli yıl önce var olmuş bir başka harika makineyi anmak içindi. Türk, karşılaştığı satranç oyuncularının en usta olanlar dışında hemen hepsini yenmiş, Napolyon, Benjamin Franklin, Charles Babbage gibi döneminin ünlü isimlerini topluluklar önünde mat etmiş, endüstri devrimine, telefonun icadına, ilk bilgisayarlara, dedektiflik öyküleri ve fantastik edebiyata esin olmuş dünyanın en ünlü otomatonuydu.

Otomatonlar, en üstün örneklerine 17 ve 18. yüzyıllarda erişen, dişliler, teller, miller, ahşap malzemeler kullanılarak yapılan, çoğu canlı varlıkları taklit eden kurmalı lüks oyuncaklardır. Bilinen ilk örneklerini, 12. yüzyılda olağanüstü mekanizmaları Artuklu ve Eyyubi saraylarını süslemiş olan Cezeri’nin (1136-1206) ürettiği eğlence ve prestij eserleridirler. 17. yüzyılda otomatonlar özellikle bazı saat ustalarının inanılmaz çalışmaları sonucu soylu sınıfın en gözde eğlencelerinden biri haline gelmişti. Avrupa’da ilk kez görülmeye başlandığında onlara mucizevi eserler olarak bakılıyordu. Daha önce saatlerdeki akrep ve yelkovan dışında kendi kendine hareket edebilen bir makine görülmemişti ve kurulduktan sonra başını sallayıp gözlerini yuvarlayan, ellerini kollarını indirip kaldıran, müzik aletleri çalan, yazı yazan, resim çizen insan benzeri figürler hayranlıkla izleniyordu. Giderek daha karmaşık hareketler yapabilen çok emek verilmiş bu müthiş eserler saraylardan sonra halka yapılan gösterilerin de vazgeçilmez parçasına dönüştü. En göz alıcı örneklerine ve Türk’ün (ne yazık ki tam aslı gibi olmayan) bir reprodüksiyonuna da yer veren Mechanical Marvels: Clockwork Dreams (2013) adlı yapım konuya ilgi duyanları mutlu edecektir.

TÜRK’ÜN DOĞUŞU

Otomatonların yaygınlaşıp kanıksanmaya başladığı dönemlerde, yapması için programlandığı hareketi yapıp duran ve yeniden kurulduğunda aynı şeyleri tekrarlayan makineler o günlerin devrimci düşüncesi tarafından ruhsuz kimselere ve topluluklara benzetilmeye başlandı. Bir zamanlar kendi kendine hareket edebilen bir makine olarak özgür iradeyi, mekanikçi anlayışta insan bedenini, ideal sosyal sistem ve devlet düzenini açıklamaya yarayacak bir teknolojiyi ifade ediyordu. Ama bu algı bir asır içinde değişmeye başladı ve otomaton 18. yüzyılın ortasından itibaren dışarıdan müdahaleye bağlı olarak hareket eden bir kukla gibi görülmeye başladı. Artık halkın sömürüldüğü, yönetici sınıfların elinde kurmalı bir oyuncak olduğu, yerinde sayan bir düzenin simgesiydi. Halk tarafından hala çok sevilseler de hayranlık uyandıran sihirli yaratımdan dişlilerinin emrettiği hareketlerin dışına çıkamayan sıkıcı ve tekdüze ucubeye dönüşmüştü.

blank

İşte otomatonun gözden düşüp sıradanlaşmaya başladığı bir dönemde Türk ortaya çıkarak mekaniğin, dişliler, teller, çarklar, disklerle oluşturduğu sihirli araçlarına saygınlığını geri verdi. Türk seksen beş yıl boyunca Avrupa ve Amerika’da sayısız düşünür, mühendis, yazar ve konuya meraklı kimselerce olağanüstü bir mühendislik başarısı, çözülemeyen bir gizem ve sanat, bilim, teknoloji alanlarına esin kaynağı olarak anıldı. Gösteri sanatlarına yaptığı katkı ise çok az irdelenmiştir.

Türk’ün ortaya çıkışı bir iddia üzerine oldu. Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Maria Theresa Fransa’dan gelen bir hokkabazın sarayda yaptığı gösteriye danışmanı Wolfgang von Kempelen’i de çağırmıştı. Manyetizma, kimyasal reaksiyonlar ve otomaton tasarımlarının birleşimiyle illüzyonlar oluşturulan bu tür gösterilere meraklı olan Maria Theresa, gösterinin içeriğini bir mühendis olan Kempelen’in açıklayabileceğine inanıyordu. Kempelen gösteriyi izledikten sonra, Fransızların bilimde en üstün olduklarını ima etmeye çalışan hokkabazın kibirli tavırlarından da irite olmuş halde, çizimler yaparak gösterinin içeriğini kolayca açıkladı ve üstüne de çok daha etkileyici bir makineyi kendisinin yapabileceğini iddia etti. Maria Theresa merak içerisinde onu görevlerinden altı ay azat edip yapacağı şaşırtıcı makine için çalışmasına izin verdi.

TÜRK’ÜN VİYANA’YI FETHİ

Kempelen 1769 yılı içersinde atölyesine kapanarak çalışmasını tamamladı ve altı ay sonra sarayda düzenlenen gecede gösterisini gerçekleştirdi. Yaptığı otomaton, dolaplı bir masa arkasında oturan satranç oynayan bir Türk figürüydü. Kempelen otomatonu Türk kimliğinde yapmıştı çünkü Avrupa’ya Doğu’dan gelen bu oyunun bilge ustaları olarak görülüyorlardı. Gezginlerin Türkiye’deki her kahvehanede gördükleri satranç oyuncuları nedeniyle oyunun Türkler arasındaki yaygınlığı biliniyordu. O dönemde Türk giyiminin Viyana’da moda olması da nedenler arasında gösterilmiştir.

blank

Kempelen makinesiyle seyirciler üzerinde müthiş bir etki bıraktı. Bir otomatonun insanla satranç oynaması ve her hamleye akılcı karşılıklar vererek rakiplerini kısa sürede yenmesi karşısında izleyiciler hayretler içinde kalmışlardı. Kempelen gösteriden önce otomatonun kapaklarını açıp iç yapısını ve mekanizmasını sergileyerek bir hile olmadığını da göstermişti. Gösteri sırasında onunla oynayan herkesi yenen Türk böylece bir gecede üne kavuştu.

Kempelen Türk’ü yalnızca sarayda gerçekleştireceği bir kaç gösteri için ve girdiği iddiayı kazanmak uğruna hazırlamıştı ama ilk gösteriden sonra onu görmek isteyenler giderek arttı. İnsanı satrançta yenecek bir makinenin varlığı bazılarınca mucizevi bir mühendislik başarısı bazılarınca sırrı çözülmesi gereken bir illüzyon gösterisi olarak görülüyordu. Bilim insanları, mühendisler, Türk’ün sırrını tartışmaya girişmiş, teoriler geliştiriyorlardı. Türk, çoğu kimse öyle düşünse de elbette satranç gibi binlerce olasılık barındıran bir oyunda karmaşık hesaplamalar yapabilecek bir makine değildi. Kempelen makinenin şaşırtıcı ustalıkta oynamasını sağlayan bir yöntem bulmuştu. Ama hem bu yöntemin ortaya çıkmamasını hem de kendi adının Türk ile değil diğer mühendislik çalışmalarıyla duyulmasını istiyordu. Bir süre sonra da otomatonun arızalandığını bahane ederek gösteri isteklerini geri çevirmeye başladı.

Bir kaç yıl sonra Maria Theresa’nın yerine geçen oğlu Joseph, ziyarete gelen Rus İmparatoriçesi II. Katerina’nın oğlu Dük Paul’ü etkileyecek gösteriler hazırlanmasını istedi ve hiç unutmadığı Türk’ün de bunlardan birisi olmasını emretti. Kempelen gösteriyi gerçekleştirdi. Türk yine inanılmaz bir etki yaratarak izleyenleri ve yabancı misafirleri kendine hayran bıraktı. Gösterinin gördüğü ilgiden çok memnun kalan Joseph, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir prestij aracına dönüşen Türk’ü tüm Avrupa’ya göstermesi için Kempelen’i iki yıl sürecek bir tura gönderdi. Kempelen çok başarılı geçen ve Fransa ve İngiltere’de izleyenleri dehşete düşürüp eğitimli insanlarda Türk üzerine makaleler, kitaplar yazmaya kadar varan etkiler bırakan gösteriler yaptı. Bu gösterilerden birinde Fransa’da bulunan Benjamin Franklin de Türk ile bir satranç maçına çıktı ve kısa süren bir oyun sonunda o da yenildi. Türk o günlerde endüstri devrimine devasa bir yardımda bulundu. İngiltere’deki gösterilerden birini izlemiş olan Edmund Cartwright, otomatonun kolunu hareket ettiriş biçiminden esinlenerek otomatik dokuma makinesini icat etti ve tekstil sektörünü temelden değiştirdi.

TÜRK’ÜN GİZEMİ

Kempelen bir gösterici değil mühendis olarak anılmak istiyorsa da gösteri işinde çok başarılıydı. Türk sahneye getirildiğinde onu tanıtıyor, makinenin kapaklarını açıp içindeki mekanizmaları gösteriyor ardından makineyi kurup oyuna başlamasını sağlıyordu. Sunumunda olabildiğince gizemli bir hava verilen Türk yalnızca kolunu bir kareye getirip taşı tutup hedef kareye bırakmakla kalmıyor, başını eğip kaldırabildiği, gözlerini yuvarladığı hareketler de yapıyordu. Düşünceli şekilde satranç masasını izlemesi ona mistik ve görkemli bir hava veriyordu. Rakibi zorlanıp kolayca hamle yapamayınca gözlerini oynatıp sıkılmış gibi bir izlenim vererek seyircileri güldürüyor, pek çoğunu ise dehşete düşürüyordu. Kempelen gösteri boyunca makinenin çevresinde oluyor, bazen yaklaşıp bazen uzaklaşıyor, makinedeki sırrı çözmek isteyenlere çeşitli sahte malzemeler veriyordu.

Kimine göre Türk manyetizma yoluyla Kempelen tarafından uzaktan yönetiliyordu. Bazıları makinenin kolunun seyircilerin göremediği teller yoluyla hareket ettirildiğini düşünürken bazıları da otomatonun içinde bir insan olabileceğini söylüyordu. Ama Kempelen’in makinenin içini göstermesi, mekanizmayı içeren ve dişlilerle dolu bir köşenin de insanın sığamayacağı kadar küçük olması bu iddiayı destekleyenleri kuşkuya düşürüyordu. Makine içinde bir cücenin ya da iyi eğitilmiş bir çocuğun olduğunu savunanlar da vardı. Ünlü sihirbaz Jean Robert-Houdin ise anılarında otomatonun içinde bacakları olmayan bir satranç oyuncusu askerin olduğunu yazdığı bir öykü anlatmıştı. Henry Dupuy-Mazuel bu hikayeden yola çıkarak Kempelen ve Türk’ün kurgusal bir macerasını anlatan Satranç Oyuncusu (1926) romanını yazmıştır. Türk’ün sinemada yer aldığı yapımlar bu kitabın uyarlamasıdır.

The Chess Player (Le Joueur d’échecs, 1927) adlı filmde Kempelen gizemli bir otomaton yapımcısı olarak gösterilir. Polonya’yı işgal eden Ruslara karşı direnen Vorowski adlı bir yurtseveri II. Katerina’nın gazabından blankkurtarmaya karar veren Kempelen, onu satranç oynayan otomatonu içinde saklayarak ülke dışına çıkarmak ister. Ama Türk’ün ünü Katerina’ya kadar gidince onunla bir maç yapmak üzere İmparatoriçenin sarayına götürülür. Kempelen Türk’ü Katerina’ya sunar ve İmparatoriçe Türk’le maça başlar. Aslında otomaton içinde gizlenmiş olan Vorowski ile oynamaktadır. Katerina maçta yenileceğini anlayınca makinenin ne yapacağını merak ederek hileli bir hamle yapar, kural dışı bu hamleye Türk taşları devirerek karşılık verir. Küstahlığa yenilgi kadar tahammülsüz olan Katerina, gördüğü saygısızlığa karşılık Türk’ün şafak vakti kurşuna dizilmesini emreder. Türk’ün meydana çıkarılması, idam mangası tarafından kurşuna dizilmesi ve saray mensuplarının kurban otomatın etrafında dans ettikleri görkemli sahneler özellikle anılmaya değerdir.

Satranç Oyuncusu daha sonra birkaç kez daha filme uyarlandı. 1938 versiyonu sesli bir film olduğu ve konuşma kartlarından kurtulduğu için yaklaşık yarım saat daha kısadır ama ilkinin sinemasal anlatımdaki başarısına yaklaşamamıştır. 1972’deki TV uyarlamasında ise hikayenin sonu değiştirilmiştir. Ünlü Kaçışlar (Les Evasions Célèbres) adlı seçki dizisinin bir bölümü olan hikayede, Vorowski’nin otomaton içerisinde gizlenerek nasıl Katerina’dan kaçtığı anlatılır. Türk figürünün içine koyulan Vorowski’nin oraya nasıl sığdığı anlaşılmaz çünkü buradaki tasarıma göre figürün belden aşağısı yoktur. Sonradan, filmin başındaki çatışmada yaralanmış olan Vorowski’nin bacaklarının kesildiği ve bu sayede figürün içine sığabildiği anlaşılır. Böylece Houdin’in otomatonun içinde bacakları olmayan bir asker olduğu varsayımı da filme aktarılmış oluyordu. Filmdeki kaçış öyküsü doğrudan değil de Türk’ün Kempelen’den sonraki sahibi Johann Maelzel’in ağzından Napolyon’a anlatılır. Napolyon hikayeyi büyük ilgiyle dinler ve Türk’e hayran kalır. Gerçekte de onun Türk’le karşılaşması otomatonun kariyerindeki en önemli anlardan biriydi.

NAPOLYON TÜRK’E KARŞI

Kempelen öldükten sonra bir başka otomaton yaratıcısı ve gösterici olan Maelzel, Türk’ü Kempelen’in oğlundan satın aldı. Makineyi inceleyip sırrını gördükten sonra Türk’le gösteriler yapmaya başladı. 1809’da Avusturya ordusunu yenerek Viyana’yı ele geçiren Napolyon için yaz boyu yapılan gösterilerden biri de Türk oldu. Türk’le karşılaşan Napolyon kayda geçirilmiş oyuna bakılırsa utanç verici bir yenilgi yaşadı. İkinci maç sırasında Napolyon’un bilerek kural dışı bir hamle yapması üzerine otomaton yanlışını düzelterek taşı eski yerine koydu, Napolyon’un makinenin nasıl tepki vereceğini merak ederek yine aynı kural dışı hamleyi iki kez daha yapması üzerine Türk’ün taşları devirerek maçı sonlandırdığı kaydedilmiştir. Napolyon’un yenilmesi üzerine kızarak odayı terk ettiğine dair anlatılanlar ise muhtemelen gerçeği yansıtmamaktadır ama o tarihte Avrupa’nın en güçlü kişisi olan, satrançta iddialı olduğu için rakiplerinin genelde ona bilerek yenildikleri söylenen Napolyon’u acımasızca mat eden Türk ile ilgili türlü çeşit hikayenin ortaya çıkması kaçınılmazdı.

blank

Maelzel, Kempelen’den de iyi bir gösteri insanıydı ve otomatonla yaptığı gösterilerde makinenin aslında nasıl çalıştığına dair gece gündüz düşünenleri yanıltacak yemler kullanıyor, Türk’ün çevresinde bazı şüpheli hareketler yapmak, satranç masasına parmaklarıyla vurmak, otomatonun çeşitli yerlerine dokunmak gibi yöntemler kullanıyordu. Sonra bunların kontrolle hiçbir ilgisi olmadığını kanıtlayacak eylemlerle seyircileri yeniden şaşırtmayı başarıyordu. Türk’ün gösterisini izleyenlerden ve onunla karşılaşıp yenilmekten kurtulamayan, bugün bilgisayarın babası olarak anılan Charles Babbage makineden çok etkilenmişti. Otomatonun bir insan tarafından kontrol edildiğini tahmin ediyordu ama bu onu bir makinenin gerçekten satranç oynayıp oynayamayacağını düşünmeye itti. Yaşamının sonuna kadar üzerinde çalışacağı karmaşık hesaplamalar yapabilecek bir makine tasarımıyla uğraştı.

Maelzel Avrupa turunda haftada üç gün üç seans gösteri yaparken inanılmaz ilgi üzerine gösteri sayısını haftada altı güne çıkardı. Kempelen’in ölmeden önce üzerinde çalıştığı mekanik konuşma cihazını kullanarak otomatonun artık gerekli yerde “Şah!” demesini de sağlamıştı. Ömrünün geri kalanında gösterilerini Amerika’da sürdürdü. Türk burada da olağanüstü bir ilgi görmüştü. Otomatonun çalışma prensibiyle ilgili tahminler ve teorilerden oluşan makaleler daha da arttı. Bir gazete Türk hakkında çok fazla haber ve analiz yayınladıkları için okuyucularından özür bile dilemişti. Bu yazılardan en ünlüsü ise Edgar Allan Poe’ya aittir.

POE’NUN TÜRK ÇÖZÜMLEMESİ

Türk’ü Aralık 1835’te gören Poe, onu birkaç kez daha izlemeye gittikten sonra bir makale yayınladı. Makineyi tanıtıp yarım asırlık geçmişini anlattıktan sonra onu açıklamaya çalışanların teorilerini iletiyor, vardıkları çözümlerin yanlışlığını, gözlemlerini sıralayarak belirtiyor ve en sonda işin aslını kendi çıkarımına göre açıklıyordu. Bu makale Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti öyküsüne esin olan, polisiye türünün ana hatlarını içeren bir prototip olarak gösterilmektedir. Poe’nun Türk ile ilgili çözümlemesinde ve gösterdiği kanıtlarda pek çok hata ve yanlışlar olsa da konuya yaklaşımı eşsizdi. Türk, başka edebiyatçıları da etkilemişti. Ambrose Bierce’ın yazdığı Moxon’un Efendisi (1893) adlı korku öyküsünde, yaptığı otomatonla satranç oynayıp onu yenince makine tarafından boğularak öldürülen bir mühendisin hikayesi anlatılır. Türk, aslında çoğu seyirciler üzerinde böyle bir etki bırakıyordu. Yavaş ve mekanik hareketleri, başını yavaşça eğip kaldırmaları, gözlerini yuvarlayışı ve kuraldışı oynamakta ısrar edildiğinde sinirlenmiş gibi mekanik ve güçlü kolunu birden sallayarak taşları devirişi seyircileri blankhem coşturuyor hem korkutuyordu. The Collector of Brains (Le Collectionneur des Cerveaux, 1976) adlı korku filminde gerçek kişilerin beyinlerini alıp onları otomatonlarına yerleştiren Saint-Germain kontunun hikayesi anlatılır. Kaçırdığı bir satranç ustasının beynini çıkarıp otomatona yerleştirir ve gösteriler düzenleyerek her rakibini yenen mucize makinesiyle hayranlık uyandırır. Otomatonun satranç oynayış şeklinin kayıp nişanlısınınki ile aynı olduğunu gören bir kadın kuşkulanarak korkunç gizemi aydınlatmaya girişir.

Poe’nun makalesinden yola çıkarak hazırlanmış TV yapımı Maelzel’in Satranç Oyuncusu (Le Joueur d’échecs de Maelzel, 1981) adlı TV filmi, Poe’nun yazılarından yola çıkarak yapılmıştır ve Maelzel ile birlikte asistanı Schlumberger’e de yer verir. Maelzel’in oğlu gibi sevdiği Schlumberger, Havana’da yaptıkları gösteriler sırasında hastalanıp ölmüştü. Üzüntünün de etkisiyle Maelzel de Küba’dan Amerika’ya dönüş yolunda yaşamını yitirdi. Maelzel’in malları onun hamisi olan bir işadamına kalmıştı. Türk’ün işleyişini çok merak eden John Mitchell adlı bir doktor makineyi ondan satın aldı ama parçalar halindeki otomatonun çalışma şeklini hemen öğrenemedi. Maelzel sırrın açığa çıkmaması için makineyi her gösteriden sonra parçalara ayırıp farklı kutular içinde saklıyordu. Mitchell, parçaları birleştirmesine karşın eksikler olduğunu gördüğü, bunları da tamamlamaya çalışarak geçirdiği aylardan sonra sonunda Türk’ün nasıl çalıştığını kavrayabildi. Birkaç arkadaşına bu sırrı açıkladıktan sonra makineyi bir müzeye bağışladı. Artık yalnızca bazı özel gösteriler için kullanılan Türk ne yazık ki 1854’te çıkan bir yangında yok oldu. Mitchell’in oğlu Silas, yangın haberini duyunca müzeye koştuğunu ama Türk’ten geriye kalan son şeyin takılmış plak gibi bir süre arka arkaya “Şah! Şah! Şah!” diye seslenişi olduğunu söylemiştir. Belki gerçekten mekanizma yangın sırasında aksamların baskılanması veya yer değiştirmesi gibi nedenlerle belli bir süre çalışmıştı ya da Silas bunu olaya daha dramatik bir etki katmak için uydurmuştu ama seksen beş yıllık varlığında hiç kimsenin nasıl çalıştığını tam olarak çözemediği Türk’ün dünyaya son defa ama bu kez kimse tarafından kontrol edilmeden şah çektiğini düşünmek tabii ki daha çekicidir.

Mitchell’in oğlu o sırada çoktan ölmüş olan babasının notlarından da yararlanarak Türk’ün gizemini açıkladığı bir dizi yazı yazdı. İşin şaşılacak yönü, Türk’ü yansıtan hiçbir filmde veya romanda onun gerçek çalışma şekli gösterilmemiş, ya gerçek açığa çıkana kadar söylenegelen iddialar veya daha uçuk fikirler kullanılmıştır. Belki filmlerde bu seçim, Türk’ün içindeki düzeneği yeniden inşa etmenin güçlüğünden ya da zaman alıcı ve pahalı olacağından ötürü yapılmış olabilir ama bir yandan da açıklanan gerçekten haberdar olmayanlar yıllarca Poe’nunki gibi popüler olmuş makalelere başvurarak onları gerçeğin açıklaması diye yansıtmayı sürdürmüşlerdir.

Doctor Who: Nightmare in Silver (2013) bölümünde Cyberman Müzesi’nde satranç oynayan bir Cyberman otomatonu gösterilir. Ama satranç oynayan aslında masanın altında gizlenmiş bir cücedir. Robert Lohr’un Satranç Makinesi (The Chess Machine, 2008) adlı Kempelen ve Türk’ün çeşitli entrikalar ve cinayetler içinde kaldığı macera romanında otomatonun içine yine bir cüce yerleştirilmiştir. Gerçekte ise ne bir cüce ne bir çocuk ne de bacakları olmayan birine gerek vardı, uzun boylu yetişkin kimseler bile sığabiliyordu bu otomatonun içine.

TÜRK’ÜN SIRRI

Kempelen’in olağanüstü tasarımı, aslında göründüğünden daha büyük olan masa kabininin arka kısmında kayabilen bir oturak içeriyordu. Gösteri başlamadan önce otomatonun ön ve arka kapakları açılıp seyircilere gösterildiğinde içeride gizlenmiş oyuncu oturağıyla öne kayıp bacaklarını kendine çekerek oturur halde cenin pozisyonu almış oluyor ve makine parçalarıyla dolu mekanizmanın arkasına saklanıyordu. Kapaklar kapandıktan sonra yeniden geriye kayarak rahat bir oturma pozisyonuna geçiyordu. Oyuncu, Türk’ün kolunu, başını, gözlerini ve sesini harekete geçiren gizlenmiş mekanizmalara burada kolayca erişiyordu. Önünde küçük bir satranç tahtası vardı. Rakibin masa üstünde hangi taşı hangi kareye koyduğunu ise masanın altındaki mıknatıslı parçaların hareketiyle anlayabiliyordu. Gizlenmiş oyuncunun kabinin içinde karanlıkta kalmaması için bir mum yanıyordu. Öksürme hapşırma gibi bir ses çıkardığında duyulmaması için kabin içi ses emici kumaşlarla çevriliydi ayrıca böyle bir durumda otomatonun makineden gelen dişlilerin sesiymiş gibi bir ses çıkarması sağlanıyor ve oyuncunun sesi bastırılıyordu.

blank

Kempelen’in ve Maelzel’in gösteriye gittikleri yerlerde anlaştıkları iyi satranç oynayan sıradan kimselerin hiçbir zaman otomatonun çalışma şeklini ele vermemiş olması ilginçtir. Yalnızca 1834’te bunlardan biri gerçeği bir dergiye açıkladı ama bunun hiçbir etkisi olmadı. O zamana kadar pek çok kez makinenin nasıl çalıştığını tahmin eden yazılar yazılmıştı. Gerçeğin açıklanması, ortada bir kanıt da olmadığından bu tahminlerden biri gibi görülmekten kurtulamadı. Amerika’daki bir gösteride, gösteri yerinin çatısına çıkan iki çocuk, otomatondan dışarı çıkan birini gördüklerini iddia ettiler ve haber olarak gazetede basılmasına rağmen Türk’ün sırrının bu denli basit olamayacağı ve böyle adi bir yalanın basılmış olmasının utanç verici olduğu söylendi. Gazete ertesi gün iki çocuğun yalanını bastıkları için özür metni yayınladılar. Oysa gerçekten de Maelzel’i, asistanı Schlumberger’i otomatonun içinden çıkarırken görmüşlerdi.

Kempelen’in sahipliği döneminde makinenin içinde kimlerin yer aldığı bilinmese de Maelzel’in kiraladığı oyunculardan bazılarının adları kayıtlara geçmiştir. Bunlardan sonuncusu, Poe’nun doğru tahmin ettiği üzere Maelzel’in asistanı Schlumberger idi. Türk’ün isimsiz kahramanları Napolyon’u, Benjamin Franklin’i ve daha pek çok usta satranç severi yenmiş, o dönemin en iyi satranç oyuncusu olarak nam salan Filedor gibi bazı oyunculara ise yenilmişti. Ama onunla oynayan herkes, yense de yenilse de bir makinenin satranç oynama yeteneği karşısında, onun bir illüzyon olduğunu tahmin etseler bile büyülenmeden edemiyorlardı.

İzleyicilerden bazıları makinenin satranç oynayabildiğine bütünüyle inanırken aslında pek çoğu bir yanılsama izlediğini biliyor ve iyi tasarlanmış bir sihirbazlık gösterisinde, sihirbazın illüzyonu nasıl gerçekleştirmiş olabileceğini bir türlü çözemedikleri gibi Türk’ün de rakiplerini nasıl bir bir yendiğini anlayamıyorlardı. Zaten gösterinin ışıltısını, coşkusunu, bilerek kandırılmanın zevkini, çözülemeyen kandırmacanın büyüsünü yaşamaya geliyorlardı.

Tüm başarılı sihirbazlık gösterilerinde izleyiciler kandırıldıkları oranda onu daha çok severler. Ama Türk yalnızca bir illüzyon gösteri aracı olarak tanımlanamazdı. İllüzyonlar seyirciyi yanıltıp olanaksız durumlar yaratmış gözükerek etkileyici olurlar ama etkileri daha ileri gitmez. Türk ise seyircisini yalnızca etkilemekle kalmıyor onun rüyalarına giriyordu. Hayallerde başka makineler, başka hikayeler oluşturuyordu. Onu görüp sırrını çözmek için uğraşanlar, sayfalar dolusu yazı yazanlar, kitap çıkaranlar eksik olmamıştı. Bu ilgi onun yalnızca bir yanılsamaya şaşıran sıradan kimseleri etkilemekle kalmayıp aydınları, hayalperestleri, bilim insanlarını ve sanatçıları kendi alanlarında başka arayışlara yönelten bir fenomen olduğunu göstermektedir.

SİNEMASAL BİR GÖRSEL EFEKT OLARAK TÜRK

İzlediğimiz filmleri, gerçek olmadığını bildiğimiz halde kendimizi kaptırarak sahteliğini unuttuğumuz, karakterlerin aslında var olmamalarına rağmen onlar adına sevinip üzülerek olmayan acılarına ağlayıp sevinçleriyle coştuğumuz ölçüde severiz. Türk yarım asır boyunca dinmeyen bir ilgiyle seyircilere hizmet ederken otomatonların ilk zamanlarındaki sihir algısını yeniden yaratıyor, teknolojik gelişmenin ilerde varacağı noktaları haber veriyor, izleyicisini makinelerle yapılabilecekler üzerine düşüncelerle dolduruyor, Doğu’nun bilinmeyen gizemli diyarlarından gelen bilge bir ruhu, makinedeki hayaletin hikayesini anlatıyordu. Türk, bilimsel gelişmelere, teknolojiye, edebiyata ve gösteri sanatlarıyla hikaye anlatıcığına önemli bir katkı sunmuştu. Sinemadan bir asır önce sinemanın vazgeçilmez parçası özel efektler alanında kullanacağı yöntemleri de barındırıyordu.

blank

Kempelen’in Türk’ü, içine bir insanın kolayca sığabileceği bir alana sahip olmasına rağmen gerçekte bir göz yanılması oluşturacak şekilde çok daha küçük izlenimi veriyordu. Gösterilerden birinde otomatona yaklaşan Robert Willis adlı mekaniğe meraklı bir doktor, sonradan yazdığı ayrıntılı makalede belirttiği üzere belli etmeden şemsiyesiyle otomatonun ölçülerini almış ve aslında masanın olduğundan çok daha küçük gözüktüğünü keşfetmişti. Seyircinin bir filmin kamera arkası görüntülerinde filmdeki bina ve araçların aslında çok farklı boyutlarda modeller olduklarını keşfetmesi gibi. Satranç masası, oyuncu figürü, Türk’ün duruşu, kostümü, oturuş şekli, bakışları ile seyirciyi hemen avucunun içine almayı başarıyordu. Sessiz ve acelesi olmayan figürün sunumundaki görkem ve gizem, seyircilerle birlikte rakiplerinin düşlemini de etkiliyor olmalıydı ve bu görsel efektler belki oyuna tam olarak odaklanmalarını bile önlemiş oluyordu. Kabin içindeki oyuncunun rahat hava alması için gizlenmiş hava delikleri, kabin içinde yanan mumdan çıkan isi belli etmemek için masa üzerinde de mum yakılması gibi yöntemlerle Türk, sinemanın sahte mekanlar ve cisimlerin gerçek olduğu izlenimi vermeye çalıştığı efektleri, sahte bir makinenin gerçekten zeki olabildiğini inandırmak için kullanıyordu.

Günümüzde satranç oynayan makineler sıradan hale geldi. Türk nasıl gerçekten satranç oynamasa da o yıllarda olanaksız görülen bu fikri halka benimsettiyse, sinemanın da gerçek olmamakla birlikte olanaksız sahneleri nasıl benimseteceğini önceden göstermiş oluyordu. Lumiere Kardeşlerin çektikleri ilk yapımlardan biri olan Mekanik Kasap (La Charcuterie Mécanique, 1895) filminde bir şarküteri makinesi gösterilir. Canlı bir domuz, makinenin kapağından içeri sokulur ve diğer taraftan çeşitli işlenmiş et ürünleri paketlenmiş olarak çıkarlar. Bir makine nasıl satranç oynayabiliyor diye şaşıranlarla bir makine nasıl bir kasabın yapacağı işi bir anda yapıyor diye şaşıranları eğlendirip heyecanlandıran, düşünce ve hayallerle dolduran aynı yanılsamaydı. Görsel efektlerin ilk büyük ustası George Melies, otomaton kostümü giydirdiği oyuncularıyla, makinelerden beklenmeyecek hareketleri filme çekiyordu. Sinema daha ilk yapımlarında Türk’ün yaptığı görsel efekt numaralarını kullanmaya başlamıştı bile.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci

blank

Murat Kirisci

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV bölümünden mezun. 2013’ten beri Öteki Sinema’da yazar.

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Tebrik ederim Murat çok iyi bir araştırma olmuş. Türk Satranç takımının başındaki arkadaşlarıma ilettim. Eline sağlık.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Hasan Karacadağ’ın Cinleri!

Bu dosyada daha önce yazdıklarımızı bir araya getirerek Hasan Karacadağ’ın
blank

Film ve Müzik 3: Sonbahar ve Ölüm ve Eksiklik Üzerine…

Özcan Alper’in Sonbahar filminde, öğrenci olayları nedeniyle hapishanede yatan Yusuf,