Norveçli yönetmen Hans Petter Moland’ın 2019 yılında çektiği Out Stealing Horses (Ut Og Stjæle Hester), Per Petterson’un aynı adlı romanından aslına sadık bir uyarlama. Petterson’un romanı Türkçe’ye At Çalmaya Gidiyoruz adıyla çevrilmiş. “At Çalmaya Gidiyoruz” filmin kahramanı Trond’un arkadaşı Jon ile yapmayı en çok sevdiği işin adı. Zengin çiftçi Barkald’ın çiftliğindeki atlara binmek ve tabi ki atları çalmadan geri dönmek. İkinci anlamı ise ikinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline uğrayan Norveç’te direnişçilerin Ljøra yöresinde yaşayan köylüler tarafından nehirden karşıya, İsveç’e geçirilmesi eylemine verilen bir kod adı.
Pek konforlu sayılmayacak bir kulübede köpeğiyle birlikte yaşayan bir adam: Trond. Norveçli olmasına rağmen yıllarca İsveç’te yaşamış. Günün birinde eşini trafik kazasında kaybetmiş ve acısıyla başa çıkabilmek için Norveç’in çam, köknar ve huş ağaçlarıyla kaplı irili ufaklı göller ve nehirler ile bezeli doğu sınırındaki küçük bir yerleşim yerine gelerek inzivaya çekilmiş. Sonra tuhaf komşusu Lars’ın çocukluğunda, yaz tatilini babasıyla beraber tomruk işinde çalışarak geçirdiği Ljøra nehri kıyısındaki köyde yaşayanlardan biri olduğunu keşfetmiş ve hatıralar Lars’ın açtığı yataktan sakin bir dere gibi akmaya başlamış ve bu andan itibaren mesele yalnızca ölen eşini unutmak değil en son 15 yaşındayken gördüğü babasıyla hesaplaşmak olmuş. Annesini, kız kardeşini ve kendini yüz üstü bırakarak giden babasıyla yani.
Hikaye 1999 sonunda geçse de Trond’un (Stellan Skarsgard) babasını son görüşü olan 1948 yılına yapılmış uzun geri dönüşler (flashbackler) ve geri dönüş içinde geri dönüşlerle ilerliyor. Trond’un zihin akışları da araya giriyor. Böyle süresi iki saate yaklaşan, yavaş pişen ve alengirli bir kronolojik yapıya sahip bir öyküyü sıkılmadan izletmek için kurgunun sağlam olması gerekiyor ki kurgu bu işin altından layıkıyla kalkmış. Sadece ikinci dönüm noktasını geçince yani Trond, Oslo’ya annesinin yanına döndükten sonra 5-10 dakikalık bir sarkma hissediliyor ama film seyirciyi soğutmadan tempoyu yakalayıp finale ulaşabiliyor.
Zihin akışlarını izleyiciye aktarma konusunda hem iç ses metodu hem de büyülü bir görsel anlatım kullanılmış ve ben buna bayıldım.
Baba ile oğul arasındaki gerilimli ilişki doğru kesitler alınarak ne eksiği ne de fazlası olmadan aktarılmış. Önce babanın “etrafında kadın istemediğini” söyleyerek onlardan ayrı yaşamaya başlaması, sonra Trond’un ergen ayran gönüllülüğüyle abayı yaktığı Jon’un annesini “elinden alarak” onunla yaşamaya başlaması, hemen akabinde de onları, bir takım elbise almaya yetecek kadar para bırakarak tamamen terk etmesi… Yani Trond’un hesabını sormak zorunda olduğu her şey. Sonra da bu hesaplaşma görkemli bir sahne ile sonuca bağlanmış. Babasıyla birlikte kestikleri ve sınır bölgesinde boyuna sündürülmüş bir S harfi çizerek İsveç’e ulaşan Ljøra nehri üzerinden İsveçli tüccarlara gönderdikleri tomrukların sınıra yakın bir yerlerde üst üste binerek İsveç’e ulaşamadığı sahne. Trond’un babasına aldırış etmeden bir kangal halatı omuzlayarak kütüklerin arasına dalması ve kütüklerin tekrar yoluna devam etmesini sağladığı sahne, hem 15 yaşındaki Trond’un babasına karşı olan rüşt ispatı çabasının başarıya ulaşmasını hem de 60 küsür yaşındaki münzevi Trond’un yıllar sonra babasını onaylamasa bile anlaması ve belki de affetmesini, olgunlaşmasını simgeliyor. Çünkü kabuslarında su altında yüzerken tomrukların arasından yüzeye ulaşamadığını gören Trond’un bu sahnede tomrukların arasında hava alacak bir boşluk bularak yüzeye çıkması, ciğerlerini hava ile doldurduktan sonra tekrar su altına dalarak halatı, tıkanıklığı yaratan tomruğa bağlaması ve babası ile beraber atlara çektirerek tıkanıklığı aşması onun mazisindeki yaranın yani babasının onları terk etmesinin açtığı yaranın iyileşmeye başlaması demek.
Bu filmin izleyicileri, kurgu ve görüntü yönetiminin yanı sıra oyunculuklar açısından da çok şanslı. Zira filmin bel kemiğini oluşturan iki karakter yani Trond ve Lars sırasıyla Stellan Skarsgard ve Bjorn Floberg tarafından canlandırılıyor. Moland’ın vazgeçilmez oyuncusu olan Skarsgard’ın doğal oyunculuğu, Floberg’in de kafası karışık, ne iyi ne kötü, “gri” karakterleri canlandırmaki başarısı aşikar. Fakat yeri gelmişken pek sevdiğim Floberg hakkında bir “maruzatımı” söyleyeceğim. Artık Floberg’i daha çeşitli rollerde görmek istiyorum. Mesela onu ilk fark etmemi sağlayan Skjoldbjærg’in Insomnia’sında canlandırdığı katil rolüydü. Norveçli yönetmenlerde Floberg’i kafası karışık adam rolünde görmek yolunda bir talep var sanki. Hatta yıllar geçtikçe kendi mahallesinden ayrılmadan aynı tarz rolleri canlandırmak Floberg’e de konforlu gelmeye başlamış olabilir ama gene de ben onun her türlü rolü hakkını vere vere çatır çatır oynayabileceğini düşünerek hep aynı tarz rollere hapsolmasına hayıflanıyorum. Jon’un annesi rolünde Danica Curcic’i beğendim. Oyuncu kadrosunun geriye kalan kısmında da Norveçli tecrübeli oyuncuları, örneğin Gard Eisvold’u, Pal Sverre Hagen’i veya Anders Baasmo’yu görmek mümkün. Trond’un 15 yaşındaki halini canlandıran Jon Ranes’in de sahnelerinin çokluğuna rağmen bu yükün altından başarıyla kalktığını söyleyebilirim.
Son olarak da filmin Kaspar Kaae tarafından yapılan müziklerinini de çok beğendiğimi söylemem gerekiyor. İskandinav folk müziği ile daha modern, sade ve atmosferik bir elektronik müzik anlayışının sentezi olan film müzikleri güzel olduğu gibi müziğin film içinde kullanımı da yerli yerinde.
Out Stealing Horses, türden türe, tarzdan tarza atlamayı seven, bir parlayıp bir sönen Hans Petter Moland’ın en iyi filmi. Bu filmi çekebilen bir yönetmenin aynı yıl içinde neden vasat bir filminin (In Order of Disappearance, 2014) aynı vasatlıktaki yeniden çevrimini (Cold Pursuit, 2019) çekmek için zaman harcadığını ise anlamak imkansız.
Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın