Öykü Orhan: ‘Bizim de fabrikada çalışan işçilerden hiçbir farkımız yok’

16 Nisan 2021

Öykü Orhan ile ilk filmi Paydos ile tanıştık. Paydos bir işçi kadının işinden dolayı vücudunda oluşan kokunun izlerini süren, günlük yaşam içinde yaşadığı duyguları ve bunu yakın çevresiyle paylaşımını anlatan, yetkin, derdini iyi anlatan bir kısa film. Kısa film yolculuğuna devam edeceğini söyleyen Öykü Orhan ile konuştuk…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

İlk kısa filmini çeken bir yönetmen olarak seni tanıyalım mı Öykü?

Ben Elazığ doğumluyum. Fakat bir buçuk yaşındayken annemin memleketi Kayseri’ye dönüş yapmışız. Annem ve babam öğretmendir. Dedem heykeltıraş olduğu için babam da onun sayesinde aynı zamanda ressamlık ve heykeltıraşlık yapıyor. Babam sayesinde ben de hep sanat içinde büyüdüm. İlköğretimden üniversiteye kadar eğitim hayatım Kayseri’de geçti. Lisede tiyatro kulübünde oyunculuk yapıyordum. Sinemaya olan ilgim aslında tiyatroyla başladı. Daha sonra lisans eğitimim için İstanbul’a geldim. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Film Tasarımı bölümünü okumaya başladım. Üniversite dönemimde tiyatrolarda oyuncu ve reji asistanı olarak çalıştım. Son sınıfımda ilk filmim olan Paydos’u yazdım. Daha sonra Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle de Paydos’u çektim. Kısaca kendimi böyle tanıtabilirim.

Paydos ilk kısa filmin, konusu ve anlatımıyla ilgi çekiyor, öyküsü nasıl ortaya çıktı?

Paydos’un hikayesi gerçekten yaşanmış bir hikayeye dayanıyor. Üniversite ikinci sınıfımda bir haber sitesinde çelik tencere fabrikasında çalışan bir kadın işçinin hayatı üzerine bir habere rastladım. Bu haberde o işçi kadın, yaptığı işten dolayı sürekli benzin koktuğunu, hatta artık bu koku öyle bir düzeye gelmiş ki idrarından bile bu kokunun geldiğini söylüyordu kadın. Ve o kadının çocukları da artık bu kokudan rahatsız bir şekilde ‘’anne sen çok kötü kokuyorsun’’ diyorlarmış. Bu haberden çok etkilendim. Ve ben o kokuyla yaşayan kadını anlatmalıyım ve o kokuyu izletmeliyim dedim. Bunun üzerine hikayeyi kurgulamaya başladım. Bu hikaye sayesinde bende kendi fikrimi, önemsediğim duyguları insanlara gösterme şansı buldum.

blank

Filmde işçi bir kadının yaşadığı zorluklarla birlikte aynı zamanda kokuyu da merkeze alan bir film Paydos. Koku edebi eserlerde ve sinemada değeri olan bir anlatım tarzıdır. Sen ikisi arasında nasıl bir bağ kurdun?

Haberi ilk olduğumda benzin kokusu beni çok etkilemişti. Seyirciyi de etkileyeceğine inandım. Ve gitgide bu inanç güçlendi. Bu kokunun bir bedene hapsolmasının sinemaya çok yakışacağını düşündüm. Sinema, gördüklerimiz ve o gördüklerimizin arkasında gizlenen göremediklerimizi hissetmek aslında. Ben de bu göremediğimiz benzin kokusunu Zeliha’yla birlikte seyircinin de hissetmesi gerektiğini anladım. O benzin kokusuyla birlikte hem sevgiyi hem emeği hissediyoruz aslında.

İşçilerle ilgili çok fazla film çekildiğini söyleyemeyiz, onların yaşadıklarını hep biliriz ama toplum olarak işçi bayramı dışında çok da gündemimizde değildir. Filmini biraz da bu sorumlulukla çekmiş olabilir misin?

Bu fanatik bir sorumluluk değil aslında. Belki vicdani bir sorumluluk olabilir. Çünkü mesleğim yönetmenlik ve ben o haberi okuduğumda o işçi kadının hikayesini görmezden gelemezdim. Tabi her insanın dikkatini çekecek diye bir durum söz konusu değil. Dert olması gerekiyor ve seni sürekli rahatsız etmesi gerekiyor. Dünyaya bakış açısıyla da ilgili olabilir bu. O haberi okuduktan sonra hiç aklımdan çıkmadı. Sürekli aklımda döndü durdu ve sonunda Paydos’un hikayesini film haline getirebildim.

Sektöre dair umut ve kaygıların nelerdir? Sonuçta sinema, dizi sektörü de zorluklarla başlayıp devam eden bir sektör, ileride bu sektörde kendini nerede görüyorsun?

Biz sinema emekçileri için sektörümüz gerçekten zorlu bir yol. Umutlarım ve kaygılarım aynı oranda galiba. İyi ki umutlarımız var zaten. Onlar bizi, beni ayakta tutuyor. Kaygılarımdan bahsedecek olursam eğer, beni en çok rahatsız eden şey sektörümüzdeki hiyerarşiler. Bu durum ekipler arasındaki iletişimi koparıyor ve mutsuz bir çalışma ortamı doğuyor. Bu mutsuzluk ister istemez üretilen işlere yansıyor. Bunun haricinde mutsuz çalışma ortamları, çalışanlar için yıpratıcı bir duruma dönüşüyor. Bunun dışında ise tabi ki çalışma koşulları ve saatler. Bizim de fabrikada çalışan işçilerden hiçbir farkımız yok bence. Oradaki işçiler de eve gittiklerinde sadece duş alabilecek ve uyuyabilecek vakit bulabiliyor. Çocuğuna, eşine sıkı sıkı sarılabilecek zamanı bile bulamıyor. Bizler de öyleyiz. Keşke fabrika işçilerinin de, bizlerin de insanı şartlarda çalışma koşulları olabilse. Umutlarım da bu koşulların gerçekten yapıcı bir şekilde iyileşmesi. Daha sağlıklı ortamlarda çalışabilmek diyebilirim. Türkiye’deki hikayeleri önce kendi insanımıza daha sonra dünyaya duyurabilmek umutlarım arasında. Özellikle kısa film bambaşka bir dünya. Ve ben galiba o dünyayı çok sevdim. Sinema kariyerimde kısa film yönetmenliğinde ilerlemek istiyorum. Ama maalesef Türkiye’de kısa film çekerek para kazanılmıyor. Sadece bu yüzden vazgeçmek istemiyorum. Aynı zamanda sektörde çalışıp hayatımı kazanmayı planlıyorum.

blank

Biraz ilk filmini çeken bir yönetmen olarak neler yaşadın, nelerle karşılaştın onları dinleyelim…

Bu sorumluluğu üstlendikten sonra çok korkuyordum. İlk deneyim çünkü. Geceleri uyuyamıyordum. “Ben bu işin altından nasıl kalkacağım?” sorusu sürekli aklımdaydı. Ama bütün bir süreç sonunda aslında korkmamam gerektiğine dair çok büyük bir deneyime dönüştü. Korku sanki biraz kamçılamalı insanı ve kendini akışa bırakmakta daha cesaretli olunmalı diye düşünüyorum. Eğer çok istenirse, ne istediğin çok iyi bilinirse güzel bir yola giriyor diye düşünüyorum. Şunu da belirteyim kısa filmler biraz dostlukla çekiliyor. Benim ekibim çok yetenekli ve anlayışlıydı. Yani sinema da kolektif bir iş olduğu için ekip çok önemli. Bunu anladım. Yönetmen yardımcılarım bana çok destek oldular. Özellikle Ferhat ve Pelda. Dedim ya insanın sahiplenmesi lazım bu işi.  Yönetmen yardımcılarım işte öyleydi. Ferhat bu işte en çok emeği olan kişilerin başında. Ekibi kurmadan çekim aşaması dahil filmin her yerinde emeği var. Bana en çok destek olan kişilerden biri. Pelda’yla ise Beylikdüzü’nden Tuzla’ya kadar fabrika aramak için her gün gezdik. Mekanlarımızı metrobüsle gezerek bulduk. Çok yorulduk ama yorulduğumuza değdi galiba. Ve bu film sadece bana ait olan bir film değil. Filmde emeği geçen herkese ait Paydos…

Oyuncu seçimi, onları sete hazırlama ve verim alma konusunda nasıl çalıştın, nelerle karşılaştın?

Paydos benim için bir okuldu. Film çekmek adına birçok şey öğrendim ki her filmimde de yeni şeyler öğreneceğimi biliyorum. Paydos’ta ise oyuncu seçimi, yönetimi adına söyleyeceklerim şunlar olurdu herhalde. Öncelikle Reyhan’la (Özdilek) aramızda güzel bir enerji yakaladığımızı düşünüyorum. Bu durum beni çok rahatlattı. Prova yapacak imkanımız çok olmadı fakat Reyhan’la tencere parlatma işlemi üzerine çok konuştuk. Çocuk oyuncularla olan iletişimimde de çok zorlanmadım. Çünkü çocukları çok seviyorum ve onlara sevgimi gösterebildiğim de karşı enerjiyi alabiliyorum. Set büyüsü olduğunu düşünüyorum zaten. O an orada sahnenin duygusunu hissetmek daha güçlü.  Bunun dışında kendimde set anında bir şey fark ettim. Sahnede oyuncudan beklentilerimi anlatırken tamamen duygularımla hareket ettim. Mesela bu sahnenin duygusunu içimde hissedebiliyorsam, içim rahat bir şekilde diğer sahne ya da plana geçebildim. Senaryoyu yazarken de böyle oldu.

Sinemada kadın hikayelerinin, kadın karakterlerin azlığından bahsetmek mümkün. Bunun sebebi ne olabilir sence, kadınların varlığı sinemaya nasıl bir anlam katıyor?

Maalesef sadece sinemada değil, gerçek hayatımızda da kadınlar hep ikinci planda kalıyor. Ve ikinci planda kalmaları isteniyor. Çünkü bu durum değişirse her şey değişir. Bundan korkuyorlar. Kadınların iş hayatında olması, en önemlisi ekonomik özgürlüklerinin olması, onları korkutan en büyük şeylerden biri bence. Kadınlar ekonomik özgürlüğe sahip olduğunda boyun eğmiyor ve özgürce uçabilme şansları olabiliyor. Ve her geçen gün kadınlar kendi gücünün farkına daha çok varıyor. Zaten sosyolojik açıdan toplumda olan bir şeyin sinemaya yansımaması imkansız bir durum. Ataerkil toplum hikaye yapısını, karakterleri bile belirliyor. Ama bunu değiştirecek olan bizleriz. Kadının sinemaya kattığı anlam… İlk aklıma gelen kelime sadece yaşam. Kadının yaşamla arasındaki bağ çok derin bence. Bir kadın olarak empati kurduğum için bu cümleleri yazabiliyorum. Ben sinemayı yaşamla ayrı yerlerde asla düşünemem. Birbirlerine o kadar yakın ki… Kadın; sürekli üreten bir varlık. Bu bir insan olabilir, ev olabilir, toprak olabilir. Bu yüzden kadınsız bir hikaye olabileceğini düşünemiyorum. Bunu ne kadar inkar etseler de kadınlar yaşamımızın her yerinde. Sinemaya da acılarıyla, sevinçleriyle ve hikayeleriyle yaşam verdiklerini düşünüyorum.

blank

Pandemi sürecini filme çekmek istesen nasıl bir hikaye ortaya çıkardı?

Galiba deneysel bir film çıkardı diye düşünüyorum. Çünkü bütün dünyanın ilk defa yaşadığı bir dönem oldu. Ve hepimizin için çok zordu. Bazı kesimler için çok daha zordu aslında. Çaresizliği ve mecburiyeti anlatan bir film olurdu diye düşünüyorum. O kadar çok yaşadık ki bu duyguları… Bu iki çelişkili duygudan bir film çıkardı sanki…

Çevrimiçi festivaller hakkında neler düşünüyorsun?

Çevrimiçi film festivalleri seyirciye ulaşma konusunda bir yandan biz hikayelerini duyurmak isteyen yönetmenler için güzel oldu aslında. Filmlerimiz dünyanın öbür ucuna aynı anda ulaşabildi. Ama insan sosyal bir varlık. Seyirciyle yan yana gelip kalabalıklar içinde, sinema salonunda filmlerimizi izletme isteği hiçbir zaman bitmeyecek.

Bundan sonraki sinema yolculuğu nasıl devam edecek?

Şu an aklımda ve kalbimde olan istek kısa film yönetmenliği. Kısa filmin dünyasını çözmek. Daha da derinlere dalmak. Hikayelerimi kısa ve öz bir şekilde seyirciye sunmak…

Son olarak neler söylemek istersin?

Öncelikle tüm dünyaya sağlık ve huzur diliyorum. Bununda dışında bir kadın olarak ülkemizde hızla artan çocuk istismarının, kadına olan şiddet ve cinayetin bir an önce son bulmasını istiyorum. Ülkemizdeki bu gündemle maalesef son söylemek istediğim şeyler bunlar oldu. Daha güzel günlerde, daha umutlu şeyler söylemek dileğiyle…

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Buğra Mert Alkayalar: ‘Film festivalleri genel olarak dram türünün üzerine düşüyor’

Korku ve gerilim türleriyle ilgilenen ve bu türlerde üretimde bulunan
blank

Gündüz Sevdi: ‘Ailesinin istediği hayatı yaşamaya mecbur olan milyonlarca erkek de var.’

İkinci kısa filmi Sıradaki ile 3. Boğaziçi Film Festivali’nde en