Önden not: Semih Kaplanoğlu’nun sinemasına verilen kıymeti görmezden gelecek değilim. Eleştiriyi de siyasete bulaştırmadan sadece onun sineması ve Buğday filmi özelinde tamamlamayı umuyorum.

blankYazının kalanını okumadan önce, bilmenizi isterim ki; ödüllü sinemacımız Semih Kaplanoğlu’nun çektiği post apokaliptik Buğday filmi, benim için tüm zamanların en büyük sinemasal hayal kırıklıklarından biri oldu.

Evet, Semih Kaplanoğlu hiçbir zaman benim favori sinemacılarımdan biri olmasa da uluslararası başarılarını görmezden gelmiyorum. İtiraf etmeliyim ki onun sinemasına olan ilgimi Bal’dan çok önce kaybettim. Herkes Kendi Evinde ve Meleğin Düşüşü ile sinemamıza kıymet kazandıran Kaplanoğlu’nun o biçimi ve anlayışı devam ettirmesini dilerdim ancak bu mümkün olmadı.

Buğday’dan ilk haber aldığımda oldukça heyecanlandığımı yazmak isterim. Bilimkurgu sinemasındaki favori alt türüm olarak post apokaliptiğe ülkemin sinemacılarından bir dokunuş gelecek olmasından dolayı mutluydum. Onur Ünlü gibi birkaç istisna dışında, bağımsız(mış gibi görünen) sinemacılarımızın türler arasında yolculuk yapmadığından hayıflanan bir eleştirmendim ve Semih Kaplanoğlu nihayet bu muhafazakarlığı aşıyordu. Yani en azından öyle umut ediyordum.

Buğday, bu beklentime uygun bir şekilde başlayan ve bir süre de öyle devam eden bir iş. Karamsar bir gelecek kurgusunda insanoğlunun ekinlerini kaybedişini izliyoruz. Uygarlığın, avlanmaktan vazgeçip ekmeye başladığımız noktada geliştiğini bildiğimizden bunun medeniyetin yok olmasına yol açacağının farkındayız. Çünkü teknolojimiz hangi noktaya gelirse gelsin yaşamaya devam etmek için binlerce yıl önce islah edilen birkaç tahıla muhtacız. Buğday bunların başında geliyor. Bu şu demek aslında; yaşamak için havaya, suya ve buğdaya muhtacız! Sorun şu ki doğanın (filme göre tanrının) bize bahşettiği en büyük hediyelerden biri olan buğdaya yapılan genetik müdahaleler en sonunda onun insanlığa küsmesine ve büyümeyi reddetmesine yol açıyor. Kıtlığa, açlığa ve kitlesel bir yok oluşa tek çare olabilecek ekinler çürüyor ve bilim insanları bu konuda çaresiz! Ve bu noktada, bilim dünyası tarafından –bilim dışı fikirleri yüzünden- suçlanarak dışlanmış bir profesörün yardımına ihtiyaç duyuluyor. Ona ulaşmak ise çorak topraklardan geçerek sürdürülecek tehlikeli bir yolculuğu öngörüyor. Film bu arayışı konu ediyor. En azından giriş hikayesinin derdi bu…

blank

Bir yere kadar oldukça umut veren bir yapım, Buğday… Bu dramatik giriş hikayesi, biçimi ve Giles Nuttgens’in muhteşem görüntü yönetmenliği sayesinde oldukça etkileyici bir seyirliğe dönüşmeyi başarıyor. Filmin geneli görsel açıdan muhteşem! Teknik adamların ustalığı, filmin özüne sirayet etmiş Tarkovsky başyapıtları olan Solaris ve Stalker’ın görsel setup’ıyla birleşince ortaya çıkan vizyon etkileyici. Ancak bu muhteşemlik kamera geniş açıdan çıkıp kurulan sete yakın girdiğinde devam etmiyor. Semih Kaplanoğlu’nun distopya hayalindeki tüm görseller başka yapıtlardan ödünç alınmış gibi duruyor ve bu ödünç alma işlemi filmin orijinalliğini yaralıyor. Bana göre gişe sinemasında post apokaliptik dünyanın görsel tasarımını oluşturan iki film var; A Boy and His Dog (1975) ve Mad Max serisi… Buğday, geniş açılarda bir Tarkovsky filmi tadı yakalarken, daha dar açılarda Tarkovsky mamulü Stalker’dan uzaklaşarak bu filmlerin görselliğini taklit ediyor. Filmin karakter tasarımlarının, Crio Santiago’nun 80’ler boyunca çektiği Mad Max taklidi çöp filmlerdeki kadar özensizleştiği anlar var. Bu da beni o dünyadan hızlıca çıkarıp bir seti izlediğimi (ki öyle zaten) düşündüren başlıca şey oldu.

Şimdi daha da üzücü olan kısma geliyorum; Buğday, seyirciyi ekolojik bir hikaye ile tavlayıp filmin iki önemli karakterini buluşturduğu andan itibaren başka bir yola sapıyor ve finale kadar giderek yükselen bir şekilde bilime karşı dogmayı savunuyor. Bunun bir savunudan ötesi olduğu da çok açık. Yaradılış inancını savunan bir sinemacı evrimi sinema yoluyla tokatlamaya çalışıyor. Evet, bunu yapabilir de ancak bilimkurguymuş gibi yaparak ve öyle başlayarak sonrasında neredeyse türü dinamitlemeyi amaç edinmiş bu inanç propagandasını görmezden gelecek ve onaylayacak değilim. Bu kafası iyice karışık denemenin uluslararası festivallerde neden kimselere yaranamadığının da cevabı aynı zamanda. Onlar da aynı şeyi sezdiler ve reddettiler. Kaplanoğlu ve yapımcılarının, bu stratejinin sezilmeyeceğini düşünmüş olmalarına şaşırdım doğrusu. Yine de yönetmenin amacına ulaştığını düşünüyorum; bir sürü yabancı ortaklığı bulunan, oyuncu kadrosunda hiç Türk barındırmayan, Türkçe çekilmeyen ve ulusal sinema dilinden iyice uzaklaşan Buğday tuhaf bir şekilde ¨milli sinema¨ örneği olarak sahiplenildi.

blank

Peki, çalışmayan şey ne? Kaplanoğlu’nun ilham aldığı Tarkovsky sinemasındaki dindar yaklaşımdan öte bir şey var Buğday’da. Stalker aroması içeren giriş-gelişme kısmını geçtiğimiz noktada, filmin son bir saati, mega bütçeyle çekilmiş bir Sırlar Dünyası bölümü gibi adeta. Sanki başka bir yönetmene emanet edilmiş ve o da kendi mezhebine dair tüm fikirleri aceleyle filme enjekte etmiş. Lanthimos’un Agamennon’un trajedisini uyarlayıp çektiği Kutsal Geyiğin Ölümü’nü alkışlarken neden Kaplanoğlu’nun, Hazreti Musa ile Hızır’ın yolculuğunun sinemadaki hikayeleştirmesini yeriyoruz? Kendi geleneğimize, kültürümüze, dinimize düşman mıyız? Elbette hayır. Bu soruların cevabı iki sinemacının bu mitlere olan farklı yaklaşımından kaynaklanıyor. Buğday girdiği hikayeden hızla uzaklaşarak usumuzda başka şeyler tohumlamaya çalışıyor. Daha açık yazacağım; bu film açık bir inanç propagandası yapıyor. Evet, bana göre sinema zaten propagandadır ama bundan uzaklaştığı ölçüde de sanata dönüşür. Daha basit bir cümle ile açıklamak gerekirse; bu kadar kör gözüm parmağına bir anlatım kimseye yaranamaz ve niyeti açığa çıkarır.

Kıymetli bir sinemacının yeteneklerini propagandanın hizmetine sunması durumuna ilk kez rastlamıyoruz. Sinema tarihi bunun örnekleriyle dolu. Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı etkileyici görselliği için görülebilir ancak biçimden sıyırıp öze inildiği vakit görülüyor ki, yönetmenin filmografisindeki en zayıf iş. Semih Kaplanoğlu Buğday’da başka büyük sinemacılara ve eserlerine özeniyor ama o referansların üzerine orijinal bir şey koyamıyor ve geçmiş yapıtlarının bile gerisine düşüyor. Özden uzaklaşıp özü aramaya çıkmak pek akıllıca değil, eleştirimin temelinde de bu yatıyor. Son söz; Buğday kaba bir replika, daha fazlası değil.

murattolga@otekisinema.com

blank

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusudur ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. Ayrıca 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. Şen, "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı ve "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanıdır. Yazılarına Beyazperde ve Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Logan’s Run (1976)

1976 yapımı Logan’s Run, William F. Nolan ve George Clayton
blank

Transformers 3: Dark of the Moon (2011)

Transformers: Dark of the Moon kullanılan muhteşem efektler ve 3D