Özgürcan Uzunyaşa ile Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada filmini konuştuk. Shakespeare’in anlamlı tiradının filme ismini vermesi bir yana, teknik ve içerik olarak çok anlamlı, titizlikle çalışılmış bir kısa film örneği. Özgürcan Uzunyaşa artık kısa film çekmeyeceğini, uzun metrajlı filme doğru yol aldığını söylüyor. Nedenleri elbette röportajın içinde…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Özgürcan, Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada filminle birlikte bambaşka bir anlatımla karşımıza çıkıyorsun. Öncelikle bu tarz bir anlatımı nasıl tasarladın, ortaya çıkan kurgudan memnun musun?
Merhaba, öncelikle bu güzel sohbet için teşekkürler. Kısa filmcilerin sesine destek olduğunuz için herkes adına ayrıca teşekkürler. Filmin anlatım tarzını filmin fikri hayata geçirdi. Senaryo aşamasında danıştığım, tanıklıklarını dinlediğim onlarca insanın deneyimini sinema diline tercüme etmek istedim. Yazdığım senaryoyu, bu dille konuşmak istedim. Bu dili tasarlarken birçok seçenek değerlendirdim. Yapabileceklerimi, yapamayacaklarımı, sevdiklerimi ve sevmediklerimi ayırdım. Hangisinin bu deneyim için en iyisi olacağına karar verdim. Seyirciyi kurgu kararına ortak etmek istediğimde karar kıldım. Sonuç olarak ortaya çıkan kurgu, beraberinde kısa filmin erişebildiği imkanlar dahilinde çokça tartışma yarattı. Dolayısıyla olumlu bir taraf var diye düşünüyorum.
Filmi birleşik, kesme yapmadan sunuyorsun ve bizi bir izleme biçiminin içine sokuyorsun. Burada konunun dondurulup, biçimin daha akışkan olduğuna dair bir yorum yapılabilir mi?
Bence kesinlikle öyle. Akışkanlık temel motivasyondu. Film olabilecek en akışkan biçimde olmalıydı. “Konunun dondurulması” tanımın ilginç, çünkü benim filmin gerçeklik dünyası ile ilgili kişisel görüşüme çok yakın. Burada detaylarına girmeyeceğim. Fakat filmde kesmelerin olduğu sahne ve olmadığı sahneler arasındaki fark, bana bunu ifade ediyor.
Filmin ismi William Shakespeare’in anlamlı bir sözünden ilham alıyor? İsimle konunun uyumu tamam gibi görünüyor, sen ne dersin? İkisini nasıl birleştirdin?
Benim için çoğu zaman isim ve film aynı anda var oluyorlar. Birini diğerinden sonra planlamıyorum. Bu öykücülük geleneğinin de etkisi sanıyorum. Birçok öykücünün öykü ismiyle öyküsünü yazdığını biliyorum. Benim için de öyle. Bir oyuncunun sette hızlı adımlarla yürürken, sürekli engellere takılan bir yolculuğu canlandı gözümde, etrafında çok rahatsız edici anlar yaşanıyordu. Görüntünün üzerinde filmin adı yazdı; “cehennem boş, tüm şeytanlar burada”.
Ben de çocuk kitaplarımın birçoğunun ismini bulup yazdığım çok olmuştur, haklısın. Kadın bedenine yapılan tacizi anlatıyorsun, tiyatro hocasından başlıyor ve biraz da anlaşılmama hali olarak devam ediyor. Sektörel olarak tiyatro ya da dizilerde oyunculuk alanını seçmenin bir sebebi var mı? Bir de filmde gerçeklik boyutunu bozarak, kadının yaşadığı sürece nasıl bir anlam katmayı düşündün?
Senaryoyu yazdığım dönemde tiyatro, metinlerarasılık ve oyunculuk dünyasıyla fazla iç içeydim. Aynı dönemde performatif alandaki tacizlere karşı sesler yükselmeye başlamıştı. Bunlardan ve çevremde duyduklarımdan etkilenmiş olmalıyım. Bir yandan, bir erkek yönetmen olarak bununla nasıl bağ kurabileceğim fikrini, filmden bağımsız olarak zaten düşünüyordum. Empati değil kastettiğim, insanca bir anlama mücadelesi. Bunun için sektörel anlamda özeleştirel bir tutuma gittim. Daha önce defaatle vurguladığım bir söz var. Duygu Sağıroğlu’nun derslerde söylediği bir söz. Film yapan yönetmen, seyircinin karşısına çırılçıplak çıkan bir delidir. Buna hazır olun. Bu söz bende, bildiğini samimiyetle söyle, öyle yapmasan da zaten herkes her şeyi görecek, anlamına geliyordu. Ben de kendi içime, bildiğim yere döndüm. Erkekler olarak her şey üzerinde nasıl söz hakkı talep ettiğimizi, nasıl benmerkezci yaklaştığımızı düşündüm. Bunun taciz teması ile ortaklığı beni çok etkiledi. Tanıklıklar fikri kuvvetlendirdi. Yalnızca hayallerinin peşinden koşan bir gencin, birilerinin delirmiş egoları, güç kurma hevesleri ve erkeklikleri uğruna gerçekliğinden ve kimliğinden edilmesi; en azından bunu sorgulayıp mücadele etmek zorunda kaldıkları ayrı bir katmanın içine düşürülmesi, dehşet verici.
Kız yaşadıkları karşısında susmayan, bunu paylaşan birisi. En azından filmin içindeki erkek arkadaşıyla paylaşıyor ve gördüğü tavır karşısında kendini anlayacak başka yollar arıyor gibi… Bir filmin içerisinde olduğumuz için aslında sektörel bir sorun haline geliyor ve herkesin haberi oluyor. Biraz da sektörel duyarsızlık haline atıfta bulunuyorsun.
Bu duyarsızlıktan ziyade, enteresandır, filmin kendi kendini eleştiren bir hali de var sanki değil mi? Bana hep filmlerin yaratıcılarıyla giriştikleri bir tartışma var gibi geliyor. Filmler ve yönetmenleri, patalojik bir aşk ilişkisindeler. Bunun büyüsü beni etkiledi sanıyorum. Biz filmi çektik, bitirdik ve kurgudayken Cannes Film Festivali bitti. O dönemde, Cannes’daki bazı filmler üzerinden, sinema yazınında enteresan bir tartışma dönüyordu: Erkeklerin erkek filmlerinden bıkmıştık, şimdi de erkeklerin erkekler ne kadar kötü filmlerine maruz kalıyoruz. Bu tartışma o dönem epeyi ilgimi çekmişti. Sinemanın üretenin kimliğiyle bu kadar ilişkili hale gelmesi bir yandan rahatsız edici, bir yandan da çok doğal. Sanat bağlamla var olur. Fakat bağlam, üretenin kimliğinden ibaret değil. Zamanın ruhuyla da ilgili. Zaman bize, dönün ve kendinize bakın, özeleştiri yapın, hepiniz büyük hastalığın birer parçasısınız diyor. Bölünmüş kimliklerimiz, yıkılmış gerçeklik algımız ile Fisher’ın deyimiyle, tek gerçek olduğunu sandığımız kapitalist gerçekçiliğin sınırında olduğumuzu söylüyor. Dolayısıyla bence sektörel bir duyarsızlık değil, satın alınmış ve satılmış, ikiyüzlü bir duyarlılık var. Kim olduğumuza ve ne yaptığımıza dönüp bakmak, bir duyarlılığı satın almaktan daha değerli.
Gülşah jürinin karşısına çıktığında, tacizci hocanın inkar ve belki de aşağılama hali devam ediyor. İnsanın aklına orada olan kadın jürilerin de benzer hikayeler yaşamış olma ihtimali geliyor ama unutulmuş, bastırılmış hikayeler! Bu durumda Gülşah’ın sarsılmayan ruh halinden nasıl bir ilham almalıyız?
Bu meseleyi düşündüğümde yine filmin içindeki sevgilinin “sen oyunculuğuna odaklan” sözü geliyor aklıma. Sevgilinin o cümlesi zaten provalar sırasında ettiğimiz sohbetlerde ortaya çıkmış ve senaryoya eklemlenmişti. Gülünç, çünkü zaten öyle yapacak, başka ne yapsın!? Sana gel bununla uğraşalım da demiyor ki… Gülşah’ın sarsılmayan ruh hali, tanıdığım tüm mücadele eden genç sanatçıların, oyuncu kadınların ruh hali. Bana verdikleri ilham, öfkeni, hayal kırıklığını ve yalnızlığını “üretimine yansıt”, mücadele et, savaş idi. Dolayısıyla Gülşah’tan da bu ilhamı almalıyız diye düşünüyorum. Sanırım Ariel tiradı, hiçbir konservatuvar sınavında böyle oynanmamıştır daha önce.
Bu filmin teknik olarak nasıl tasarlandığını biraz detaylı bir şekilde öğrenebilir miyiz?
Tüm detayları veremem elbette ama ben bir filmin tekniğiyle esere dönüştüğüne inanıyorum. Bu konuda görüntü yönetmenim şahaneler şahanesi Ahmed Hamdi Eren ve sanat yönetmenim Onur Sekmen’in katkıları büyük. Ben film yapım süreçlerinin her alanında bilfiil bulunduğum için, prodüksiyonel koşulları da biliyorum. Dolayısıyla elimdeki senaryoyu elimdeki parayla nasıl çekebileceğimi planlamamız gerekiyordu. Eğer bu biçimi tercih etmeseydik, çok daha pahalı ve korkutucu bir set geçirecektik. Dolayısıyla imkanlarla tasarım birleşti. Bu noktada teknik çalışma başlamalıydı.
Çok fazla prova yapılmalı, teknik testler tamamlanmalı her şey hazır olmalıydı. Fakat bunu karşılayacak imkanımız yoktu. Çözüm olarak 3D uzayı buldum. Önce Ahmed ile birlikte referans filmler, sahneler, planlar çıkarıp, hangi kamera ve lensle çekildiklerinden renk paletlerine kadar inceledik. Bunların bizim için avantaj ve dezavantajları üzerine düşündük. Ardından, Nilsu Baldan (kostüm tasarımcısı) ve Onur Sekmen ile de oturup, bir renk çalışması yaptık. Bu sırada sahne akışları için mekan tasarımları kafamda netleşmeye başlamıştı. Bulabileceğimiz fiziksel mekanlara göre mizansenler değişecekti. Bu yüzden anlaştığımız ilk mekanlardan sonra ölçüler alındı ve çizimler yapıldı. Çünkü bundan sonra, sete kadar o mekanlarda çalışmak için ortada bir para yoktu.
Ardından 3D düzlemde, tüm mekanları birebir ölçeğe yakın bir biçimde yaptım. Ahmed ile birlikte, kullanmayı düşündüğümüz kamera sensör boyutu ve lenslerin de olduğu bir arayüzde, aktörleri yerleştirip ve blockingleri tasarladık, film boyunca gezinen kameranın her durağını görsel olarak 3D dünyada hazırladık. Real Time Rendering özelliği olan Unreal Engine üzerinden kamera hareketlerini ve blockingin bu hareketlerle nasıl çalıştığını gördük, ona göre düzenlemeler yaptık. Ahmed, 3D dünyada gördüğü mekanlar üzerinden bir aydınlatma tasarımı çalıştı. Onun aydınlatma defterini görmeniz lazım! Ders niteliğinde! Devreler, yerleri güçleri oyun içerisinde değişen ışıklar. Bu ölçekte bir film için akıl almaz bir ön çalışma örneğiydi.
Tüm bunlardan sonra sete girdiğimizde, bizim için teknik anlamda her şey çok netti. Ne yapacağımızı yüzde doksan biliyorduk. Geriye detaylarla oynamak kaldı.
Oyuncuları nasıl seçtiniz, özellikle de başroldeki Öykusu Özyürek’in o kesintisiz gibi duran akış içerisindeki muhteşem performansı gayet öne çıkıyor. Özel bir çalışma yaptınız mı kendisiyle?
Öyküsu çok zeki bir oyuncu. Aynı karakterin farklı gerçeklik katmanlarındaki halini oynamak herkesin harcı değil. Öykü, kendisinden isteneni çok iyi anlayıp, fikirleriyle, eleştirileriyle ve yapıcılığıyla katkı sağlıyor. Pratik çözümler buluyor ve karakterle bütünleşiyor. Her şeyden önemlisi, setteki çevresine karşı algısı çok açık. Rol arkadaşları olan oyuncular ve ekipmanlarla her zaman etkileşim halinde. Bunu yapması gerekiyordu, tüm film bunun üzerineydi. Sürekli, filmin her anı için olası sorunlar ve endişeler hakkında konuştuk. En ufak pürüzleri bile önden konuşup sette alternatif çözümlere yönelerek önündeki engelleri kaldırmaya çalıştık. Bu diğer oyuncular için de geçerli.
Bizim çok fazla prova fırsatımız olmamıştı. Filmin ancak yarısını prova edebilmişizdir. Fakat tamamı üzerine konuşmuştuk. Oyuncuları seçerken de bu güvenli sular benim için önemliydi. Elbette birçok faktörü değerlendiriyorsunuz. Benim için her şeyden önce, yalnızca benim kafamda var olabilen böylesine bir projeyi en iyi anlayabilecek kişilerle çalışmak önemliydi. Kayhan çok iyi bir yönetmen, Ayda farklı dramatik türler içerisinde aynı anda bulunabiliyor. Drama oynarken komediyi, komedi oynarken dramayı yaratabiliyor. Onat’ın karakteri anlamak ve yaratmak için verdiği emek hayranlık verici. Sorduğu sorular, benim kafamdakinden daha derin bir karaktere yol açtı. Aynı şekilde Güçlü de öyle. Karakterini sevmek ya da sevmemek üzerine düşünmemeli, yorumunu sona saklamalı ve orada o eylemlerle var olmalıydı. Bunu o da biliyordu.
Ben oyuncuları seçerken sohbet etmeye özen gösteriyorum. Sohbetlerimizde oyunculuk, yönetmenlik ve dünyaya bakışımız benzeşiyorsa, benim için öncelikli oluyor. Bu filmde tüm oyuncularımla arkadaş olmamın sebebi de bunun başarılabilmiş olması herhalde.
Kısa film çekerek kendi hayallerinizden birini gerçekleştiriyorsunuz ama festivaller nasıl sahip çıkıyor bu hayallere, memnun musunuz? Ya da uzun metrajların altında kalma halinin, biraz tökezleme halinde olsa da kırıldığını düşünüyor musunuz?
Bence uzunların altında kalma halinin kırılmasının sebeplerinden biri, uzunların çok da parlak olmamaları. 2010’da İstanbul’a sinema okumaya geldiğimden beri, gidebildiğim tüm kısa film festivallerine gidip ülkede yapılan her işi izlemeye çalışıyorum. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, son 5 yıldır (2019 zirve olmak üzere) kısalardan iyi iş çıkma oranı uzunlara göre çok daha fazla. Örneğin bu yıl Birlikte, Yalnız, Larva, Ben Tek Siz Hepiniz, Adres, Bugün Değil gibi işler izledik. Daha sayamadığım birçok özel iş var. Bir kısmı da ilk yönetmenlik. Beni hayrete düşüren şeylerden biri de bu ilk yönetmenlikler, riskli, korkutucu denemelerle dolular. Başarıyla kalkanlar ya da kalkamayanlar, 5. filmini izlediğimiz uzun metraj yönetmenleri bile böyle riskler almıyorlar. Aynı sularda yüzüyorlar.
Fakat festivaller bu hayallere ve başarılara nasıl sahip çıkıyorlar derseniz, o sorunun cevabı zor ve uzun. Onların da çok sıkıntıları var. Bütçeleri yok ve üzücü ki, artık seyirci de eskisi gibi ilgili değil. Sinemamız bir yeniden doğuş yaşayacak. Fakat tam da sinemanın sonunda. Hem umutlu hem umutsuzum. Yine de şunu söyleyebilirim, kısa film festivallerinde artık kısacılara öğrenci gözüyle bakılmıyor. Bizlerin de en az onlar kadar birer sinemacı olduğumuzun farkına vardılar. Galiba biraz da saygıdan, bilemiyorum. (Bunlar çok ironik ama gülerek yazdığımı görmediğiniz için itici olabilir, latife ediyorum canım.)
Kısa film alanında emek veren biri olarak kısa film çalışmaların devam edecek mi, yoksa artık uzun metrajın vaktinin geldiğini düşünenenlerden misin? Film nasıl tepkiler aldı, sonuçta etkili bir konuya parmak basıyorsun, sektörel olarak, izleyici, basın vs. anlamında nasıl tepkilerle karşılaştın?
Kısa film yapmaya devam etmek isterdim. Eğer şartlar uygun olsaydı. Fakat bu filmden sonra, sanırım bir daha yönetmen olarak kısa film yapmam. Zaten yapamam da herhalde. Kısa film bütçeleri karşılanabilir olmaktan çıktı. Dönüşü yok, manevi tatmin az, maddi tatmin hiç yok. Ben artık neden sorusunun cevabını veremiyorum. Uzun bir filmde benzerini yapsaydım, çok daha kuvvetli bir etkisi olurdu. Bu da beni düşündürüyor. Sonraki projem kesinlikle bir uzun metraj.
Filmin aldığı tepkilerden bazıları çok hoşuma gidiyor. En çok da yarattığı tartışma. Her izlenen ortamda, taciz ve erkek tavırları üzerine erkekler saatlerce tartışıyor. En çok bu konu konuşuluyor. Böyle bir hedefim olmasa bile, bir sesi yükseltmeyi başardığımızı hissediyorum. Sektörde, saldırıya uğradığını düşünen bir taraf var. Nadir de olsa negatif tepkiler alıyorum. Bu da iyi. Saldırmak ve savunmak önemli şeyler. Basında şu ana kadar gelen tepkiler çok olumlu. Daha çok ve detaylı tepkiler görmek hepimiz istiyoruz. Fakat sanırım kısaları eleştirmeye ve övmeye dair de bir çekingenlik var. Korkmayın, büyük yönetmenleriniz kadar kırılgan değiliz.
Filmin bütçesi konusunda neler söylemek istersin, destek aldığın kurumlar nereler?
Hiçbir kurumdan destek almadık. Tam bağımsız bir film. Profesyonel kısa film standartlarında bir bütçeydi. Belki biraz üzerinde ama kesinlikle çok üstünde değil. Çok daha pahalı filmler gördüm, duydum. Yalnız 2 buçuk yıl para aradığım, tüm kurumlara ve desteklere başvurup hiçbir yerden ekmek kırıntısı bile alamadığım, proje aşamasında beğenilmeyen canım filmimizin şimdi her yerde alkışlanması, beni coşturmuyor da değil, ne yalan söyleyeyim. Bağımsız olmanın bir keyfi de bu olsa gerek. Tabii paramız olsa neler olurdu, hayal kurmak bedava.
Son olarak neler eklemek istersin?
Uzun zamandır sürdürdüğünüz, kısa filmlere yer verdiğiniz bu özel alanınız için teşekkür ediyorum. İmkansızlıklar giderek artıyor. Artan görünürlük imkanları, eserlere verilen değeri azaltıyor. Entelektüel ve pratik emek, karşılığını daha az buluyor. Umarım, kısa filmler daha çok konuşulur, daha çok izlenir, açabilecekleri kapılardan, uzunlarda bulamayacağınız dünyalarda hep beraber buluşabilir. (Ben de umarım uzun yapınca kısa izlemeyen yönetmenlere dönüşmem.)