Paddleton (2019), Elveda (The Farewell, 2019), Baba (The Father, 2020) ve Elveda Oğlum (Di jiu tianchang / So Long, My Son, 2019) gibi benzer temaya sahip hassas içerikli birkaç filmi babamın hastalığının ağırlaştığı bir süreçte seyrettiğim için bendeki etkileri derin ve kalıcı oldu. İster anne-baba, ister büyükanne-büyükbaba, ister bir dost isterse evlat olsun, çok sevdiğiniz birinin kaybı (ya da yakın gelecekteki üzücü akıbeti) öyle kolay kolay sindirebileceğiniz bir şey değil. İnsanın hevesini kursağında bırakan bir şey varsa, o da ikinci yarısı/devresi olmayan bir maçtır.
Gücünü basitliğinden ve sahiciliğinden alan Paddleton (2019) filminde çok sevdiğim bir sahne var. Tedavisi olmayan ölümcül bir hastalığa yakalanan Michael (Mark Duplass) yakın dostu Andy (Ray Romano) ile gittiği bir eyaletteki eczaneden sadece altı aydan az ömrü kalmış olan terminal aşamadaki hastalara yazılabilen bir reçete vasıtasıyla alınan özel bir ilaç seti ediniyor. Kendi kendine acısız intihar etmeni sağlayan bir ilaç seti bu. Otele gittiklerinde Andy, “İlaç torbası bende kalsın” diye tutturuyor. Gerekçeleri de saçma sapan: “Çalabilirler, benim evdeki dolabımda güvenli bir alan var. Kutunun arkasında.”, “Ben üst katta oturuyorum, sen alt katta, hırsızlar her zaman önce alt kata girerler”, “Hillside’daki su borusu patlar da siteyi sel basarsa ben üst kattayım, ilaçlar su altında kalmaz.” Absürt gerekçeler. Michael uyuyunca Andy gidip çocuklar için üretilmiş uyduruk bir dijital kilitli kasa satın alıyor. İlaç setini kasaya kilitliyor, şifreyi ise Michael’a vermiyor. Evet, çocukça bir davranış ama bir insanın sevdiği biri avuçlarından kayıp gitmesin diye yapabileceği bencilliklerin sınırsızlığını bir bilseniz, Andy’nin yaptığı saçmalıklar size o kadar da garip gelmez. Sevdiğini kaybetmek üzere olduğunun bilincinde olan bir insanın en büyük düşmanı birdenbire zaman hâline gelir, her hamle zamana karşı yapılır. O nedenle, Andy’nin zaman kazanmaya yönelik zavallıca hamlesini görünce ya da Michael’a aldığı bilmeceli tişörtün aslında niye alındığını öğrendiğimde acı acı gülümsediğimi hatırlıyorum.
Paddleton’da sevdiğim bir başka sahneye gelelim. Michael bir noktada “Sanırım hazırım. İyi hissederken gitmek (ölmek) istiyorum, acı çekerken değil. Artık hazırım.” deyince zaman kısıtı altında hareket ettiğinin ayırdına varan Andy şöyle bir itirafta bulunur: “İşten izin almalıydım. Bir ay önce. Birlikte daha çok şey yapabilirdik.” Ben ağır hasta olan anne ya da babası için (ebeveyni öldükten sonra) bu cümleyi kurmayan bir evlat görmedim. Şartları zorlayıp da yapabileceğiniz bir şeyi yapmamış olmak, hayatta yaşayıp yaşayabileceğiniz en korkunç pişmanlıklardan biridir çünkü bu his hiç geçmez, her dem tazedir ve bir kurt gibi zihninizi kemirmeye devam eder.
Film zaman sıçramalarını bize belirtmekten kaçınıyor, birkaç hafta geçti, birkaç ay geçti herhâlde diye tahminlerde bulunabiliyoruz, ama bu Paddleton’ın yararına çalışıyor. Seyirci bir sonraki sahneyi merak ediyor, buna bir de başrol oyuncularının sade ama etkili performansları eklenince tadından yenmiyor. Bilhassa ilk kez bu denli dramatik bir rolde seyrettiğim Ray Romano’nun oyunu beni çok etkiledi. O tutuk, şüpheci ama çocuksu tavrına bayıldım (tomografi sonucunu öğrendikleri sahnedeki hâli, yeni taşınan anne-oğulla sohbeti, ofisteki kızla muhabbeti vs.). Romano’nun öfkeleri kadar kahkahaları da sahiciydi, ama asıl sustuğu yerlerde oyunu büyüdü. Çektiği acıyı, duyduğu kaygıyı ve yaşadığı iç çelişkiyi sadece jest ve mimiklerle aktarabildiğini gördük. Gerçekten etkileyici bir oyunculuk, o yıl görmezden gelinmiş olması üzücü.
Mark Duplass ile Ray Romano’nun kimyası mükemmel uyuşmuş, perdede acısıyla tatlısıyla hakiki bir dostluğa tanıklık ediyoruz. Pizza, film (Ölüm Yumruğu / Death Punch), oyun (Paddleton) gibi rutinlerle adım adım inşa edilen gerçek bir dostluk. Duplass karakterinin hastalığına karşı takındığı soğuk tavrı ustalıkla yansıtıyor, filmde duygu sömürüsüne yer yok. Bağıran, çığıran, kendini yerlere atan bir kanser hastası görmüyoruz, karşımızda sakin ve makul biri var, bu da filmdeki son sahnesini (“Yolun sonunda görüşürüz dostum”) daha dokunaklı hâle getiriyor.
Sakın yazdıklarımdan sonra Paddleton’ın tümüyle dramatik bir film olduğunu sanmayın, ikilinin kanser teşhisini öğrendikleri açılış sahnesinden başlayarak sayısız sahnede ince bir mizaha rastlıyoruz, hatta kahkahalarla güldüğüm birçok yer oldu (eczanedeki kredi kartı krizi, otel sahibesinin yanlış anlaması, turist kasabasındaki absürtlükler vs.). Favorim, Andy’nin “deve kuşunun en hızlı koşan kara hayvanı” olduğuna dair tezini kanıtlama gayreti. Filmin ruhuna işleyen abartısız mizah anlayışı, gücünü daha çok gündelik hayatta zaten var olan, sıklıkla karşılaştığımız gariplik ve tezatlıklardan alıyor, böylesi anlarda -her ne kadar yazarlar Mark Duplass ve Alex Lehmann olsa da- stand-up’çı Romano senaryoya küçük dokunuşlarda bulunmuş gibi geldi bana.
Adını uydurma bir oyundan (Paddleton) alan film bana başka bir anımı daha hatırlattı. Lise yıllarımızda en yakın dostlarımdan ikisiyle Batak, Üç-Beş-Sekiz ve King karışımı bir iskambil oyunu uydurmuş ve adını Karambol koyduğumuz bu oyunu yıllarca sadece üç dost oynamıştık (kimseye öğretmemiştik). Kurallarını olabildiğince sertleştirdiğimiz (mesela o ay boyunca koz sırası geldiğinde hangi kozu oynayacağına oyuncu ay başında karar veriyor ve ne olursa olsun o ay bir daha değiştiremiyordu) oyun süreğen (bitimsiz) bir oyundu. Yüzlerce ayrı oturum süren Karambol diğer iki dostumun ettiği bir kavga sonucu bitmişti. Sonra üçümüzün bir araya geldiği durumlar oldu ama Karambol bir daha hiç oynanmadı. Hiç. Diğer iki dostum da zamanla birbirlerinden uzaklaştılar, ben ikisiyle de ayrı ayrı görüşmeye çalışıyorum. Bazen Karambol oynadığım zamanlar ne kadar mutlu olduğum aklıma geliyor (ki bu muhteşem oyuna ve masasında dönen olağanüstü sohbete olan müptelalığımız yüzünden üçümüz de ilk yılımızda üniversite sınavını kazanamamıştık, ne gam!), bir daha asla o iskambil masasında oturamayacağım, asla o oyunu oynarkenki kadar mutlu olamayacağım fikri beni boğuyor. Paddleton’ı seyrederken kendimi bir ölçüde Andy ile özdeşleştirmemin ardında yatan neden bu sanırım. Andy, Michael’dan boşalan daireye taşınan küçük Evan’a Paddleton oyunundan konu açtığında duygulandım. Hayat, bir oyun arkadaşınız olduğunda daha keyifli geçer çünkü, hatta oyunu (ve kurallarını) sadece siz biliyorsanız, yani oyun size özelse tadından yenmez. Belki ben de bir gün dostlarımla tekrar Karambol masasına oturabilirim. Kim bilir? Nasip… Ama oturamazsak, “Yolun sonunda görüşürüz dostlar”…