Aslında gösterime girdiği zaman hem eleştirmenler hem de seyirci nezdinde büyük sükse yapan Joker (2019) ile Parasite’i (2019) birlikte ele alan bu yazının büyük bir bölümünü üç yıl kadar önce -2020 kışında- yazmıştım ama iki filmi içime sinen bir şekilde bağlayamadığım için bir kenara bırakmıştım. Geçenlerde Joker’e bir devam filmi çekildiğini (Joker: Folie à Deux), Parasite’in bir Hint yeniden-çevrimi yapılacağını (Amerikan yeniden-çevrimi ya da mini dizi projeleri şimdilik yattı) okuyunca dur şu yazıya bir daha bakayım dedim. Bong Joon Ho’nun bazı röportajlarında, demin bahsettiğim bağlamayı yapabilecek bir şey buldum. Peki neydi bu iki filmin öyküsüne yönelik talebi hâlâ güncel kılan? Sadece elde ettikleri gişe başarısı mı, yoksa yazımda ele almaya gayret ettiğim temel tezin güncelliğini bir yandan koruyor oluşu mu? Bence her ikisi de…
1 Eylül 2019’da dünyanın çeşitli yerlerinde başta ekonomik sıkıntılar (işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, eşitsizlik vb.) ve politik özgürlük (adalet, insan hakları vb.) temelli büyük protestolar ve sokak olayları yaşanmaya başlamıştı. Arjantin, Brezilya, Fransa ve Venezuela gibi protestoların görece daha eskiden (aslında epi topu o tarihten 1 yıl kadar önce, 2018’de) yaşandığı ülkeleri bırakarak 2019 yılında kısa sürede protestoların kitleselleştiği ülkeleri şöyle kabaca sıralayalım: Bolivya, Şili, Ekvador, Haiti, Peru, Rusya, Hollanda, İspanya’nın Katalan Bölgesi, Cezayir, Lübnan, Mısır, İran, Irak, Endonezya ve Hong Kong. İran’da durum vahimdi. Sonrasında Covid pandemisiyle beraber Amerika Birleşik Devletleri ve birçok Avrupa ülkesi uzun yıllar aradan sonra çift haneli enflasyonla karşılaştılar. Amerikan stand-up komedyenleri enflasyon esprileri yapmaya başladı, düşünebiliyor musunuz? En son 70’lerde yapmışlardı. Bir de Türkiye gibi yıllardır topun ağzında olan patlamaya hazır ülkeler olduğunu biliyoruz. Mesela ülkemizde ürkütücü boyutlara varan işsizlik ve enflasyonla beraber korkunç bir fakirleşme başladı. Covid, deprem felaketi gibi hadiseler bu yoksullaşmayı derinleştirdi. Neyse… Sonuçta çember daralıyor. Dünya ekonomisi birçok açıdan tehdit altında. Bir ay önce ABD’de banka iflasları başladı, tıpkı suya düşen bir taşın yarattığı etkinin dalga dalga genişlemesi gibi, ABD’nin 16. büyük bankasının iflasının ardından 48 saat içinde iflas sayısı üçe yükseldi. 13 Mart 2023’te ABD Başkanı Biden duruma müdahale edip batan banka mevduatlarına kefil olduklarını ilan etmek zorunda kaldı. Mudiler batan banka şubeleri önünde devasa kuyruklar oluşturdular. 150 yıldır aralıksız dünyanın en büyük Gayri Safi Milli Hasılası’na sahip olan “Kralın” durumu buysa bir de bizimki gibi kırılgan ekonomileri düşünün.
Küresel medeniyetin itici gücünü teşkil eden ülkelerin ilgili sorunlara bulduğu çözümlerin palyatif nitelikte olduğu gözlemleniyor. Makyajla örtülmeye çalışılan açık bir yara var. Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Batı Medeniyeti’nin sanal dünyalarla, dizilerle ve bilgisayar oyunlarıyla uyuşturmaya çalıştıkları kitlelerin tamamı internet müptelası oldu çıktı. Aşağı yukarı her ülkede böyle. Yalan yok, hepimiz bir süredir elektriğe ve internete bağımlıyız. Bong Joon Ho’nun Parasite’i (Parazit, 2019) böyle bir sahneyle başlıyor. Bir ev dolusu insana internet lazım ama üst kattaki komşu Wi-Fi şifresini değiştirdiği için onları (beleşten) hayata bağlayan birkaç şeyden biri ağır hasar almış oluyor. Wi-Fi erişiminin gittiğini duyan anne sesinde kırgınlık olduğu anlaşılacak şekilde -küçük bir çocuk sorsa asla şaşırmayacağımız- masum bir soru yöneltiyor evlatlarına: “Ne yani, WhatsApp yok mu artık?” Tek manzaraları sarhoşların işediği bir kenar mahalle duvarı olan ve yiyecek ekmekleri bile olmayan bu aileye “en azından” internet lazım yani. Çocuklar aradıkları kanı “evin en yüksekteki makamı”nda buluyorlar: Banyodaki klozetin yanında. Çok acı ve ironik bir portreyle başlıyor filmine Bong.
Todd Phillips’in Joker’i (2019) farklı bir zaman diliminde (1980’lerin başı, büyük ihtimalle 1981) geçiyor olmasına rağmen günümüzü eğretilediği kuşku götürmez. Her ne kadar Parasite’le (hatta Bong Joon Ho’nun Snowpiercer’ıyla) benzer çıkarımlara sahip olsa da bir palyaçonun trajik öyküsünü anlatan Joker, yapısı gereği olaya bambaşka bir açıdan yaklaşıyor. Geriye gidip bunu biraz açalım.
İnanılmaz ama gerçek, palyaçoluk (clowning) mesleği, milattan önceki devirlere kadar dayanır. Önceleri şarkılarla, danslarla, çeşitli şakalarla/komikliklerle sadece firavunları/tanrı-kralları eğlendirenlerin icra ettiği bir meslek ama zamanla plütokrasiyle (varsıl erki) yönetilen toplumlarda zenginlerin de palyaçoları (clown) oluyor. Aslında buradaki “clown” sözcüğünü bizim dilimizde daha doğru karşılayan sözcük “palyaço” değil, “soytarı”. Shakespeare’in oyunlarında bazen önemli karakterlerden biri olarak hayat bulan bir meslek bu. Tarihî vesikalara baktığımızda kralların, beylerin emrinde soytarılar olduğunu teyit edebiliyoruz. Erk sahibi kişinin sağında solunda bulunup onu eğlendiren, güldüren, mutlu eden kişiler bunlar.
Soytarılık uzun bir süre daha çok fiziksel bir engeli olanların (genelde kısa boyluların, cücelerin ve fiziksel deformasyonları olanların) mesleği olarak görülür. Öte yandan günlük kullanımda soytarı sözcüğünün alçaltıcı (“dalkavuk”, çıkar için birine yaranmak isteyen kimse anlamında) bir yönü olduğunu belirtmeme gerek yok, “clown” sözcüğüne benzer bir kullanıma sahip olan “fool” sözcüğü de ahmak/budala/soytarı anlamına gelmektedir. Filmde Thomas Wayne’in farkında olmadan isyana meyilli kitleyi tek noktada konsolide ettiği televizyon röportajında kastettiği şey de aslında “soytarılık” ya da halk arasında kullanıldığı şekliyle “şaklabanlık”. Tabii buradaki anlamı serserilik/başıboşluk/avarelik. Thomas Wayne kendinin ve varlıklı zümrenin çalışmayanları/üretmeyenleri/isyancıları soytarı olarak gördüğünü beyan ediyor, milleti asıl çileden çıkaran da bu oluyor. Buradan ilk tespite gelelim: İşlevi, yetkinliği ve başarısı tartışılabilir, herkesin görüşüne saygı duyuyorum ama Joker kesinlikle ‘sınıf filmi’ emareleri taşımaktadır. Bir grup iyi giyimli kodamanın sinemada (sadece varlıklılara açık olduğunu anladığımız özel bir seansta) bir başka serseri/başıboş/avare filmi olan Asri Zamanlar’ı (Modern Times, 1936) seyredip kahkahalara boğulduğu sahnede bu zengin-fakir/varsıl-yoksul ikiliği (dikotomi) zirve yapar. Bildiğiniz gibi Modern Zamanlar filmi, sistemin çarkları arasında yitip gitmekte olan emekçileri merkeze alan ve işçi/emekçi/çalışan sınıfı trajedisini komediye evrilten eşsiz bir örnektir. Herkes sinemada ayıla bayıla 20. yüzyılın ilk büyük palyaçosuna katıla katıla gülüp fena hâlde eğlenmektedir ve üst sınıfların palyaçoluktan beklediği de üç aşağı beş yukarı budur: Gözleri kapalı, ölümün kıyısında dans edip zenginleri mutlu etmeleri. Parasite’te ailenin şoförü Ki-taek’i milleti eğlendirmek için Kızılderili şefi kılığında görüp Bay Park’ın “Bu iş için para alıyorsun, buna o gözle bak” dediğini işittiğimde aklıma direkt Joker gelmişti.
Biz Joker filminde Arthur Fleck’i ilk kez nerede görüyoruz? Elinde “Hepsi Gitmeli/Satılmalı” yazan bir levhayla kapanmakta olan bir dükkânın/mağazanın, raflardaki malları (muhtemelen) zararına sattığı bir kapanışta. Peki ona saldıranlar kim? Genç işsizler… Hani ülkemizde işsizlik oranı resmî kurum raporlamalarında bile %30’lara yürüyen genç işsizlerden bunlar. 2020’de İran’da onlarca insanın ölümüne yol açan olayları tetikleyen genç işsizlerden… Yukarıda kısaca bahsettiğim sokak protestolarının itici gücünün bu (gözü açılan ve haksızlığı fark eden) genç kitle ile bir şekilde işsiz kalmış ya da bir türlü iş bulamamış insanlar olduğunu görmemek için kör olmak lazım. Öfkeliler ve her an patlamaya hazır bir bomba gibiler. Arthur’u ortada hiçbir sebep yokken hırpalayan gençler Gotham’ın içten içe çürüyüşünden nasibini almışa benziyorlar. Arthur’un öldürdüğü ilk insanların bu gençler değil de aslında dolaylı olarak bu gençleri bu hâle getiren ekonomi aktörleri (buradaki durumda “borsacılar”) olmasındaki ironiyi tekrar dikkatinize sunuyorum. Üstelik filmin finalindeki zincirlerinden boşanmış çılgın kalabalığın içinde (Joker’in safında) onu filmin açılışında döven gençlerin olduğunu da az-çok tahmin edebiliyoruz.
Parasite’te de Joker’dekine benzer bir kentsel çöküşün emareleri görünüyor. Dev bir ekonomik ve sosyal yıkım var. Bunların çoğu açık ama bir kısmı örtülü. Örneğin Park ailesinin kızını eğiten üniversite öğrencisi, aslında İngilizce ders verme işinden düzgün bir para kazanıyor olmasına rağmen sevdiği kızı yakın arkadaşına emanet edip yurt dışına eğitime gidiyor. Yurt dışında eğitim almazsa ülkesindeki iş arama sürecinde yetersiz kalma ihtimali olduğunu bal gibi biliyor çünkü. Damadı olmayı arzu ettiği aileye yaraşır olmaya da çalışıyor tabii. Min’in dedesi, Kim ailesine bir hediye gönderiyor, evin annesi Chung-sook “Keşke yiyecek bir şey gönderseydi” diyor, açlar çünkü, ama şu basit gerçeği gözden kaçırıyor: Belli ki Min’in dedesinin durumu da iyi değil, evinde en bol olan şeyi gönderebiliyor sadece. Min aynı zamanda pek de iyi durumda olmadığını anladığımız dedesini de bırakıp gitmiş oluyor yani yurt dışına. Ne kadar tanıdık değil mi? Resmen ülkemizi anlatıyor.
Joker’de kentin çöküşü birkaç küçük ama ince dokunuşla pekiştiriliyor. Film ilerledikçe (çöpçü grevinin de etkisiyle) çöp yığınlarının ekranda daha büyük yer kapladığını görmeye başlıyoruz, ayrıca fareler de giderek irileşip sıçana, cardına evriliyorlar. Büyük fareler basıyor kenti. Thomas Wayne ve eşi sinema çıkışında arka sokakta bir “palyaço” tarafından öldürüldüğünde hemen arkalarında dev bir çöp yığını ve irice bir fare görmemiz boşuna değil. Cesetlerin, çöpün ve farenin önünde müstakbel Batman’i görüyoruz. “Çürümüş bir kent” demiş oluyor Phillips, “kendi kahramanlarını ve kötü adamlarını yaratır.” Batman ve Joker’i ekonomik ve sosyal açıdan çökmüş bir kent kusmuş oluyor bünyesinden.
Parasite ise koku, yağmur, beslenme gibi birçok öğeyi kullanarak çok daha net bir tavır takınıyor bu konuda. Filmdeki en önemli kırılma anlarından birini (sınıf içi çatışma yerine birdenbire sınıflar arası çatışma kararı alınan cinnet anı) koku belirliyor mesela. Varlıklı ile yoksulu ayırt eden şey koku oluyor film boyunca. Koku sınıflar arasındaki en aşılmaz farklılığı temsil ediyor. Koku bedende vücut buluyor ama aslında giysilerden, tüketilen gıdalardan ve yaşanılan evden geliyor, böyle düşündürüyor bize film. Bodrum katının havasızlığının, yaşam tarzının kokusu bu… O kadar keskin bir kırılım ki bu, üstüne defaatle basıldığından mıdır nedir, sanki o koku perdeden çıkıp bize kadar geliyor. Yönetmen o kokunun yarattığı ayrımın filmini çekiyor âdeta. Buna benzer bir etki de yağmurda var.
Film boyunca insanda kesinlik duygusu uyandıran o mimarlık şaheseri evden hiç çıkmayan Park ailesinin küçük oğlu, yağmur bastırdığında geceyi dışarıda kurulan Kızılderili çadırında geçirmek istiyor. Aynı anda filmin en görkemli sahne ve set tasarımlarından birinde Baba Ki-taek, oğlu Ki-woo ve kızı Ki-jung’un sel baskını yaşanmakta olan varoşlarda bulunan bodrum katındaki evlerine varma çabalarına şahit oluyoruz. Üzerlerinde yağmura dayanıklı bir kıyafetleri bile olmadan apar topar garaj kapısından öylece çıkıyorlar. Kamera onları yokuş aşağı hızlı adımlarla ilerlerken çekiyor ve sonra öne doğru eğilip zengin mahallesindeki su tahliye ızgaralarına zoom yapıyor. Baba ve çocukları derine, giderek daha derine doğru sefil bir hâlde ilerliyorlar, evin bodrumundan kentin bodrumuna giden eşsiz bir yolculuk izliyoruz.
Keskin hatların hâkim olduğu, düşüş trendi gösteren borsa grafiklerini anımsatan müthiş bir merdiven çerçevesi yakalıyor yönetmen, çok sayıda basamaktan oluşan bir merdiven bu. Aşağıya iniyorlar. Sonra bir tünele giriyorlar. Yönetmen ailenin zavallı hâlini peş peşe öyle ustaca kadrajlarla betimliyor ki, insanlıktan çıktıklarını, su baskınına uğramış hayvanlara dönüşmeye başladıklarını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Merdivenler, yollar, tüneller ve hiç dinmeyen bir yağmur… Yoksul mahallesine geldiğimizi yolda biriken çöp yığınlarından anlıyoruz, aynı şehirde zenginlerin oturduğu, buraya yürüme mesafesindeki mahallenin temizliğiyle büyük bir kontrast inşa etmeye başlıyor Bong. Karakterler yürürken -tıpkı Joker’de olduğu gibi- arka planlarda kargaşa, düzensizlik ve pislik hüküm sürüyor. Sokağa yığılmış eşyalar, yıpranmış duvarlar, bozuk asfaltlı yollar, biriken çöp yığınları… Evlerinin bulunduğu mahalleye geldiğimizde yağmurun merdivenlerden inme şekli bile değişiyor, hatta evin oğlu durup bu farkı inceliyor birkaç saniyeliğine. Bu minicik plandan merdivenlerin bile nizami olmadığını ya da bozulduysa/kırıldıysa bile sonradan tamir edilmediğini anlıyoruz. Yoksul mahallelerine yağmur bile bir acımasız yağıyor sanki. Yolculuk devam ediyor. Hâlâ derine iniyorlar. Kamera karakterlerden giderek uzaklaşıp onları geniş planlarda yağmurdan sırılsıklam olmuş, oradan oraya koşan küçük ve zavallı sıçanlara dönüştürüyor. Gözümüzün önünde sinematografik açıdan kusursuz bir sınıfsal uçurum tablosunun inşa edilmekte olduğunun ayırdına varıyoruz. Derine, en derine iniyorlar… Baba, oğlu ve kızı bodrum katındaki, basık tavanlı, klostrofobik dairelerine vardığında ise evi su bastığını öğreniyoruz. Sahip oldukları üç-beş şey de heder olup gidiyor. Kazandıkları paranın bir miktarını, bir-iki sigarayı, birkaç öteberiyi ve Chung-sook’un madalyasını kurtarabiliyorlar. Macar yönetmen Bela Tarr bir seferinde “Andrey Tarkovsky filmlerinde yağmur arınmayı simgeler, oysa benim filmlerinde sadece çamuru” minvalinde bir söz sarf etmişti, çok etkilenmiştim. Bong Joon Ho’nun Parasite’inde ise yağmur ilginç bir şekilde her ikisini birden simgeliyor, bunu inanılmaz önemli ve yaratıcı bir hamle olarak görüyorum. Yağmur zenginler için bereketi, mutluluğu ve hazzı simgelerken yoksullar için ise su baskınını, çamuru ve sefaleti simgeliyor. Daha iyi anlatılamazdı. [Burayı uzunca anlattım, sıkıldıysanız özür dilerim, bu sahne benim hayranlıkla seyrettiğim ve filmde açık ara en çok beğendiğim bölüm.]
Parasite’te birçok insanın gözünden kaçırmış olabileceği güzel bir detay daha var. Evin hanımı eve varmadan 8 dakika önce hizmetliyi arayıp hemen “ram-don” adında bir yemek hazırlamasını söylüyor. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla evin küçük oğlunun hayatta en sevdiği şey ram-don; ablasının da çok sevdiği bir yemek bu, bayılıyorlar. Yemeği anne silip süpürdüğünde onun da çok beğendiğini anlıyoruz, daha önceleri evde sıkça yapıldığı belli. Bu yemeği 40 küsur yaşındaki ev hanımı Chung-sook duymamış bile çünkü hiç yememiş. Börülce, deniz mahsullü erişte ve bonfile içeren bir yemek bu. Zaten tüm film boyunca Kim ailesinin bir numaralı derdi, karınlarını doyurmak. Parasite’te yemek/gıda, sınıfsal ayrımı netleştiren bir araç olarak kullanılıyor. Acıktığı için gece sürünerek buzdolabına varmaya çalışan karakterler, şoförüne sanki o sık sık yiyebiliyormuş gibi “Beni iyi kaburga yapan bir yere götürsene” diye ricada bulunmalar, ilk maaşları yemekle kutlamalar… Bodrum katında yaşayanların da tek derdi yemek (ama ölmemek için yemek, finalde evde kapalı/kısılı/mahsur kalan babayı hatırlayınız). Sefalete sürüklenen her iki ailenin de eskiden lokanta işletmesine ne demeli? Açlık film boyunca neredeyse perdenin dışına taşıyor, Parasite’in en güçlü yanlarından biri bu.
Joker ise biraz daha farklı ama çok da uzak olmayan bir yerden bakıyor yoksulluğa. İşsizlik ve gelir dağılımı eşitsizliğini kitleleri harekete/eyleme geçirip galeyana getiren en önemli yakıt olarak sunuyor. Bilhassa devletin “sosyal devlet” olma işlevinden sıyrılmaya çalışması ve “yük” olarak gördüğü bazı sosyal yardımları kısması vuruyor Arthur Fleck gibileri. Mesela Arthur sosyal hizmet görevlisini görme (danışmanlık alma) hakkını yitiriyor, hastalığını kontrol altında tutmasını sağlayan ilacı bundan sonra alamayacağını öğreniyor. Giderek artan halüsinatif etkinin ve şiddet eylemlerine dönüşen sanrıların kökeninde yine ekonomik gidişatın olduğunu görüyoruz.
Gotham Şehri’nde grevler, toplu işten çıkarmalar ve iflaslar almış başını gidiyor. Gotham sosyoekonomik açıdan çökerken suç üssel olarak artmaya başlıyor. Yönetici erkin bu işe bulduğu çözümlerden biri de tıpkı ülkemizde olduğu gibi “fukara ve düşkünlerin dram ve komedi malzemesi edildiği TV programları” olmuş, belli. Ne kadar da tanıdık öğeler bunlar. Bir hastane acilinde ya da restoranda ya da her evde her gün izlenen uyuşturma programları da bir süre sonra derde deva olmuyor. Patlamanın işaret fişeğinin TV programında çakılması tesadüf değil. Aslında Arthur öteden beri hayalini kurduğu talk şova, anlamsız hayatına tek başına anlam katacak bir intihar eylemi için gidiyor. Hatta programın sunucusu Murray Franklin’den kendisini “Joker” (palyaço/soytarı) olarak tanıtmasını rica ediyor. Hayatı boyunca tek bir kez olsun içten/gerçekten gülmediğini düşünen Arthur’un amacı, “Gülmek mi istiyorsunuz? Gülmek mi istiyorsunuz, ha? Alın, buna gülün!” demek bir bakıma. Ama son anda sezgilerine güvenip çok daha korkunç bir eyleme imza atıyor. Uzun ve sert konuşmasıyla bütünleşen sarsıcı eylemi, sokak olaylarının fitilini ateşliyor. Kendisini bir kahraman/kurtarıcı figürü olarak görmeye başlayan kalabalığın Arthur’u kurtarması boşuna değil. Onlara onların derdinden anlayan biri lazım. Onların ifade etmekte zorluk çektikleri şeyleri kolayca söyleyebilen biri lazım. Yapmaya asla cesaret edemeyecekleri şeyleri yapabilecek dirayette biri lazım. Arthur Fleck’in doğal bir lider olarak ortaya çıkmasının sebebi, bu özelliklere sahip oluşu. Yoksa Arthur sınıf bilincine sahip, makul bir siyasi önder falan değil, resmen akıl hastası. Ama onu önünde sonunda delirten şey, sistemin ta kendisi!
Parasite’in sonuna doğru yer alan parti sahnesinde de Joker’in finali gibi feci bir şiddet patlamasına tanık oluyoruz. O ana kadar biriken her şey, tıpkı baraj kapakları açıldıktan sonra devasa bir azametle güldür güldür akıp önüne gelen ne varsa sürükleyen durgun sular gibi bir anda yıkıp dökmeye başlıyor. Burada peş peşe gelen iki öfke patlamasının ikincisini tetikleyen şeyin, yerden araba anahtarının (metayı simgeleyen şeyin) alınması değil, yine “koku” (kokudan tiksinme) olduğunu hatırdan çıkarmayınız. Peki, böylesi mükemmel ve kanlı bir Yeni Asya Aşırılığı finali dururken Parasite niye 15 dakika daha devam ediyor? İşte bunun cevabı filmin sınıfsal duruşunda yatıyor.
Baba Ki-taek’in o ultra lüks zengin evinin gizli bodrumunda sıkışmış bir mahkûma dönüştüğünü görmemizi istiyor yönetmen. Hatta Ki-taek öldürülen kadını, ironik bir biçimde, o evin bahçesine gömüyor bir gece vakti. Aslında o ev için mücadele eden iki kişi o evde sonsuza dek mahsur kalmışlar gibi oluyor. Kadının kocasının ve adamın kızının da o evin bahçesinde öldüğünü hatırladığımızda ironi katlanıyor. E, baştan beri tüm plan o evde işe başlamak, o ev sayesinde hayatını daha iyi koşullarda idame ettirmekti. Baba bir yandan mektubunu okurken, görüntülerde köpeğin, ölen adamın beline saplanmış et dolu şişten bir parça alması, şiirsel bir cenaze töreni gibi bir sürü şey izliyoruz. Ama bu bölümün bam teli, oğlanın babaya yazdığı hüzünlü mektupta vücut buluyor. Şöyle diyor mektubunda oğlu Ki-woo:
“Baba, bugün bir plan yaptım. Başlangıç planı. Para kazanacağım. Hem de çok fazla. Üniversite, kariyer, evlilik; hepsi tamam… Param olunca da o evi alacağım.”
Ki-woo ailesinin yeniden o evde bir araya gelip mutlu olacağı günlerin hayalini kuruyor. O muhteşem evde güneşli bir günde buluşma hayalinden karlı bir Kore gecesi bodrum kattaki soğuk dairelerine acı bir kesmeyle bitiriyor filmini Bong Joon Ho, o günün asla gelmeyeceğini bilerek ve bunu hissettirerek…
Başladığımız soruya dönelim ve bitirelim. Filmin böyle bir sonu olmasının sebebi, aslında o lüks ve pahalı evde cisimleşen eşitsizliğe vurgu yapmaktır. Bu filmin merkezinde üç farklı aile yok, o kusursuz ev var. O evde yaşamak ya da yaşayamamak, öyle bir eve sahip olmak ya da sahip olamamak, işte bütün mesele o. Kapitalist sistemin merkezindeki mülk edinme tutkusunun mutluluğa giden yegâne yol olarak zihinlerimize kodlanmaya çalışılması, eşitsizliğin kökenine değil emarelerine yoğunlaşılması, yönetmenin derdi bunlarla. Ev bir simge, hatta filmin merkezi. Abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz ama birçok Bong Joon Ho röportajında geçen küçücük bir ifadeden bunu net bir şekilde görüyoruz. Röportajlarda şöyle diyor filmin finalindeki hayal ile ilgili olarak Bong: “Öyle bir evi satın almak, Ki-woo’nun 547 yıllık maaşına mal olur. Ki o da maaşından başka bir yere herhangi bir harcama yapmadığı durumda.” Düşünebiliyor musunuz, 547 (evet, “beş yüz kırk yedi”) yıl çalışsanız ancak Parasite’teki gibi bir ev alabiliyorsunuz. Bong röportajların birinde bu hesabı yaparken Ki-woo’nun Güney Kore’deki asgari ücret kadar aldığını varsaydığını söylüyor. Şeytan dürttü tabii, hemen kabaca bir hesaplama yaptım. Bizde 2023 Nisan’ı itibariyle aylık asgari ücretten çalışana kalan net tutar 8.500 lira. Euro/avro şu sıralar 21 lira civarı, yani asgari ücretli bir çalışanımız kabaca ayda 400 avro kazanıyor. 547 yıl 6.564 ay eder, ayda 400 avro’dan aşağı yukarı 2,6 milyon avro gibi bir meblağa ulaşıyoruz. Hepimiz bu ülkede bu değerde en az 100 bin ev/konut/daire olduğunu ve içinde birilerinin oturduğunu bal gibi biliyoruz. Fazla da konuşmak istemiyorum. Bu düzen böyle gitmez, önünde sonunda korkunç bir şekilde patlar, o yüzden gelir dağılımı eşitsizliğini gidermek ve muhtaç durumdakilerin yaralarına merhem olacak, herkesin insan gibi yaşamasını sağlayacak tarzda bir sosyal devleti inşa etmek zorundayız. Sinemada sınıf çatışmasının yükselişini simgeleyen Parasite ve Joker filmleri bir böcek gibi, bir fare gibi yaşamaya mahkûm edilen insanları merkeze alarak bir bakıma bu meseleyi anlatmaya çalışıyor, üstelik sinema sanatından zerre kadar taviz vermeden. Çok teveccüh görmelerinin, çok konuşulmalarının ve insanda tarifi zor, kalıcı izler bırakmalarının temel nedeni bu.
Sadece sinemaya seyirci kalın, hayata değil. Sevgiler…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- Botz- Bornstein , Thorsten ve Giannis Stamatellos (editörler), 2022. Parasite: A Philosophical Exploration, Brill: Hollanda.
- hollywoodreporter.com/news/general-news/bong-joon-ho-black-white-parasite-cut-1274862
- indiewire.com/2020/10/parasite-audio-commentary-bong-joon-ho-criterion-1234595272
- smh.com.au/entertainment/movies/from-cult-favourite-to-cannes-winner-bong-joon-ho-keeps-it-weird-20190603-p51u0q.html
- vice.com/en_us/article/ne89wm/in-parasite-food-is-a-violent-weapon-of-class-struggle
[/box]