blankPassengers’a eleştiri yazmak iki açıdan dolayı zor. Bunlardan ilki meramınızı sürprizbozan vermeden anlatmak. Film çok büyük bir sürpriz içermese de kısıtlı yapısından dolayı eser miktarda sürprizbozan bekleyin. İkincisi ise övmenin de, yerden yere vurmanın da filme haksızlık olması. Yani tam bir “beşten şaşma, altıyı aşma” filmi Passengers.

Film bizi teknik bir arıza sonucu 120 yıllık uzay yolculuğunun 30. yılında yapay uykusundan uyanan Jim Preston’la tanıştırıyor. Yaklaşık 1 yıl boyunca koskoca gemide bir androidden başka dostu olmayan ve yalnızlıktan çıldırma noktasına gelen Preston sonunda çok bencilce bir karar veriyor ve kapsülde görüp abayı yaktığı Aurora Lane’i uyandırıyor. İkisi mutlu mesut yaşarken Preston’ı uyandıran arıza uzay gemisini kemirmeye devam ediyor. Senaryo, hakkında kararsız kaldığım yazarlardan Jon Spaihts’e ait. İlk filmi The Darkest Hour sırf üç boyutlu film olsun, torba dolsun diye çekilmiş gereksiz bir uzaylı işgaliydi. Sonra Prometheus’un ilk senaryosunu yazdı. Ardından gelen Damon Lindelof bence filmin en gerilimli sahnesi olan sezaryen sahnesini Spaihts’ten birebir alınca ona da yazar payesi verilmek zorunda kalındı. Passengers’ın bir bütçe sıkıntısı yok. Senaryoyu tek başına yazan Spaihts, aynı zamanda filmin uygulayıcı yapımcısı. Yani filmin günahlarını da, sevaplarını da ondan bilebiliriz.

Passengers sevaplarla başlıyor. Spaihts, Jim Preston’ın yalnızlığını seyirciye aksettirmek için elinden geleni yapıyor. Belli bir yaratıcılık içeren bu sahnelerde “söyletme göster” kuralını kullanmaya gayret ediyor (gerçi söyletiyor da) ve özellikle boş uzay giysisinin elini tutup başını göğsüne yasladığı sahnede doruğa ulaşıyor. Benzeri bir çabayı Aurora’yla Preston’ın ilişkilerinin durumu konusunda da görüyoruz. Yine çok yaratıcı şeyler yok, “sen bunu yemezsin” diye sevgilinin tabağından yemek alma düzeyinde şeyler var, ama bir çaba görmek mümkün. Bütün bunlar filmin ilk yarısını keyifli kılıyor.

blank

Elbette çiftin mutluluğu sonsuza dek sürmüyor. Aurora, Preston tarafından uyandırıldığını bir şekilde öğreniyor ve ondan sonra her şey tepe taklak oluyor. O ana kadar biraz Moon (Ay) gibi yalnızlığı anlatan, biraz da 80’lerin erotik klasiği Blue Lagoon’u (Mavi Göl) andıran Passengers bir anda gişe elde etmeye çalışan bir felaket filmine dönüşüyor. Film odağını kaybettiği gibi, küçük kusurlarına büyüklerini ekliyor. Karakter gelişimi bir anda duruyor. Geminin daha önce giremedikleri yerlerini açmalarını sağlayan bileziği verip 5 dakika sonra ölen Gus karakteri “ben deus ex-machina’yım” diye bağırıyor. Sebep sonuç ilişkileri tamamen boşlanıyor. Mesela Aurora’nın Preston’ı neden affettiği meçhul. Başlangıçta motivasyonunun Preston’ın Aurora’yı uyandırması gibi bencillik olduğunu düşünmüştüm ama filmin sonunda tekrar uyutulma ihtimalini reddederek “aşka âşık kadın” klişesine dönüşüyor ve karaktere duyduğunuz tüm saygıyı kaybediyorsunuz. Bir de fragmanlara konan meşhur havuz sahnesi, filmde hiç de beklediğiniz gerilimi yaratamıyor.

The Imitation Game’le Hollywood’a başarılı bir giriş yapan Norveçli yönetmen Morten Tyldum, bütün bu kargaşadan anlamlı bir film çıkarmakta zorlanıyormuş gibi görünüyor. Buna karşın bir atmosfer yaratabildiğini söylemek mümkün. Lawrence’la Pratt’ın sevişme sahnesi hariç. Bu sahne kötü kurgunun mu, gerilen oyuncuların rahatlamak için içtikleri içkiyi fazla kaçırıp zil zurna sarhoş olmalarının mı, yoksa PG-13’ün kurbanı mı, anlamak güç. Başrolleri Jennifer Lawrence ve Chris Pratt oynayınca bir oyunculuk sıkıntısından da söz etmek mümkün olmuyor. İki oyuncu da filmi gayet güzel sırtlıyor ve karakterlerinin izlenebilir olmasında büyük yere sahipler. Ama senaryo özellikle filmin ikinci yarasında ellerini biraz bağlıyor. Laurence Fishbourne’le Andy Garcia ise muhtemelen kariyerleri boyunca bu kadar kolay para kazanmamıştır.

blank

Passengers kimlik bunalımından mustarip bir film. Bir yanda yalnızlık, aşk gibi kavramların işlendiği nispeten iyi bir ilk yarı, diğer yanda iki sevgilinin mutluluğunun önündeki badireden ziyade aksiyon olsun diye konulmuş gibi görünen, eğreti duran, felaket filmi özentisi bir ikinci yarı. Belki felaket filmi kısmı işleseydi, filmden daha çok tat alabilirdik. Belki Jon Spaihts Aurora’yla Preston’ı ayırmak gibi bir hataya düşmeseydi, filmin ikinci yarısı daha çok gerilim yaratabilirdi ve karakterler daha tutarlı olabilirdi. Veya belki de Passengers 110 milyon dolarlık maliyetini gişede çıkarmaya çalışan gereksiz uzun bir Hollywood prodüksiyonu yerine fikri hür bir bağımsız film olsaydı, daha karakterli bir film izleyebilirdik.

blank

Kaan Zanbakcı

1976, İstanbul doğumlu. Sinema denen sanatın ne kadar büyülü bir şey olduğunu 1986’da, Şişli Site sinemasında izlediği Return of the Jedi ile farkına vardı. 10 yıldır çevirmenlik yapıyor. Önce Divxplanet bünyesinde, ardından Öteki Sinema’da film eleştirileri yazdı. Sender’in açtığı senaryo atölyelerine katıldı. Hayalî İcraat adında bir bilimkurgu/fantastik sinema sitesi hazırladı ancak o büyüklükte bir siteyi tek başına hazırlamanın zorlukları, hosting firmasının saçmalıklarıyla birleşince 6 yılda büyük mesafe kat eden, 800’ü aşkın makale içeren sitesini kapadı ve Öteki Sinema’ya geri döndü.

3 Comments Leave a Reply

  1. Bu kadar eleştirmişsin, merak ettim sen ikinci yarısını nasıl yazardın? Senaryo nasıl olsaydı daha güzel olurdu?

  2. Öncelikle, yazıdan da anlayacağınız üzere, Aurora’yla Preston’ı ayırmazdım. Bunun iki sebebi var: Birincisi, filmin önemli bir kısmını bu ilişkinin kurulmasını ve ilerlemesini anlatmaya harcamışsanız, çiftin başına gelen şeyin “ilişkinin önündeki badire” olarak algılanması filmin daha iyi işlemesine neden olur. İkincisi ise, aralarındaki ilişkinin türü ne olursa olsun, bu tür filmlerde ikililerin ayrılması seyirci için ayrı bir heyecan katmanı yaratır. Bunun güzel bir örneğini 1972 tarihli orijinal Poseidon macerası filminde görebilirsiniz. Burada karakterlerden ikisi kardeştir. Bir ara ayrı düşerler. Karakterler birbirleri için endişelerini dile getirdikçe seyirci “acaba kurtulacak mı” sorusunu sorar. Kısacası, Preston’la Aurora geminin yarattığı hayali tehlikelerle birlikte baş ederdi. Yine birlikte baş ediyorlar ama mecburiyetten havası var. Geleceklerini kurtarmak için edecekleri algısını yaratırdım.

    Peki Preston’ın Aurora’yı uyandırdığı bilgisini ne yapardım? İzlenebilecek iki yol var: Birincisi geçiştirmek. Bu gerçek ya ortaya çıkmazdı, ya da Aurora bir şekilde “olan olmuş, yapacak bir şey yok” der geçiştirirdi. Böyle olması önce “yüzünü görmek istemiyorum” deyip sonra yeniden uyutulma ihtimalini reddeden bir karakterden çok daha tutarlı olurdu belki ama seyirci, kullanılmayan senaryo unsurlarını pek hoş karşılamaz. Onun yerine Gus’ı kullanırdım. 15 dakika görünüp yapay bir şekilde öldürülen kelli felli bir adam olmazdı da, filmin sonuna dek yaşayan, Aurora’nın ikinci bir talibi olurdu. Preston’ın kasten uyandırdığını da, Aurora’yı kendi tarafına çekebilmek için o söylerdi. Aurora’nın ondan sonra kafası karışırdı. Böylece hem ilişkinin önüne bir badire daha çıkarırdım, hem de karakteri deus-ex machina olmaktan kurtarıp bir işe yaratırdım.

    Bunlar da klişe evet, ama türün gereklerine daha uygun ve karakterler daha tutarlı.

  3. Cevap için teşekkürler, senaryonun beni şaşırtmasını beklerdim filmi izlemeye başladığımda ve filmin en başında belliydi gidişatı, Gus karakteri sadece girilemeyen yerlere girmeleri ve sorunun ne olduğunu söylemesi için çıktı, olayı çözmek de Jim’e kaldığı için Aurora’nın gözünde kahraman oldu, dediğin gibi Gus karakteri sadece bir araç oldu ve boşa harcandı; ama Jim’e de rakip olamazdı farklı bir oyuncu seçmeleri gerekirdi rakip olması için :)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Metropolis (1927)

Yıl 2020… Makineleşen ve tamamen yapay ışıklara boğulan şehir korkunç
blank

The World’s End (2013)

The World’s End. Seyredin, tek seyredin, sevgilinizle seyredin, tayfanızla seyredin,