The Daytrippers (1996), Superbad (Çok Fena, 2007), Adventureland (2009) ve Clear History (2013) filmlerinden tanıdığımız Greg Mottola çatışan bireylerin yarattığı durum komedisini aktarma konusunda başarılı bir yönetmen, bu bağlamda “kafadar filmi” (buddy movie) konseptine getirdiği yeni bir soluk kazandırdığını söyleyebiliriz. Elinde Simon Pegg ve Nick Frost’un birlikte kaleme aldığı Paul gibi sıkı bir senaryo olduğunda Mottola da üzerine düşeni yapmaktan geri kalmıyor. Paul (2011) bugüne kadar çekilmiş en yaratıcı, en sıra dışı uzaylı filmlerinden biri.
Aslında bir komedi filmi olan Paul (2011) üç alt-tür arasında mekik dokuyor: Yol filmi, kafadar filmi ve uzaylı filmi. Bunu yaparken hem bu üç alt türün bazı önemli filmlerine göndermelerde bulunuyor hem de türlerin temel dinamikleriyle gırgır geçiyor. Bir yandan bilimkurgu ve fantastik dünyalar geleneğine saygı duruşunda bulunan diğer yandan onunla maytap geçen film bulmak zordur. Paul bu bakımdan her seferinde yeni keşiflere imkân tanıyan sayısız detayla örülü bir film. Film boyunca Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, E.T., Alien, Uzay Yolu, 2001: Uzay Yolu Macerası, Easy Rider, Yıldız Savaşları, Flash Gordon, Indiana Jones, Predator, Total Recall, X-Files, Siyah Giyen Adamlar gibi sayısız klasiğe göndermeler yapılıyor. Spielberg esprisine bayıldım mesela ama asıl favorim, Canım Babacığım (Capturing the Friedmans, 2003) belgeseline yapılan atıftı, resmen ağzımdaki çayı püskürttüm.
Ancak Paul’u sevmemin tek nedeni bu değil, filmin başlıca dört karakterini kendi iç çelişkilerini ortaya koyabilecek kadar derinleştirebilmeyi başardığını düşünüyorum. Bunu hafif komedi formatındaki bir yol filminde çok sayıda karakter için yapmak zordur. Filmdeki hemen her sahne bir karakter hakkındaki bir gerçeği aydınlatmak üzere tasarlanmış. Paul, Clive, Graeme, Ruth gözümüzün önünde değişiyor, dönüşüyor hatta Clive ve Paul’daki değişim hayli dramatik. Onları beklenmedik tepkiler verirken, üzülürken, sevinirken, gülerken, gözleri dolmuşken, şaşkınken ya da korkmuşken görüyoruz. Mottola karakterlerle özdeşleşmeniz için elinden geleni yapıyor, bir süre sonra siz de karavanın bir yolcusu oluyorsunuz. Senaryo ana karakterleri arasında ustaca ilişkiler tesis ediyor, onlarla duygudan duyguya sürükleniyoruz. Daha da güzeli, bu hikâyeyi tamamlayan yan karakterler çok renkli.
Zeki, kurnaz ve kendinden emin Ajan Zoil rolünde Jason Bateman çok iyi bir iş çıkarmış, finale kadar kozunu saklamayı biliyor. Şapşal ajanlar Haggard (Bill Hader) ve O’Reilly (Joe Lo Truglio) çaktırmadan hikâyeye Laurel-Hardy’vari bir ton ilave ediyorlar. Sigourney Weaver’ın görünmese bile sahne hâkimiyetini ilan eden o sert ve otoriter sesi yeter. Ekran süresi görece az olan yan karakterler de eksantrik. Blythe Danner son anda dahil olduğu hikâyede gözleriyle bile rol çalabileceğini gösteriyor. Jeffrey Tambor’un kısacık ekran süresinde harikalar yarattığı o kibirli ve bıkkın Adam Shadowchild, yabancı düşmanı hillybilly’ler Gus ve Jake, bir elinde İncil diğer elinde pompalı tüfeğiyle kızını kurtarmaya giden köktendinci Moses Buggs… Birbirinden tuhaf ve ilgi uyandırıcı karakterler ve sürpriz unsurunu hiçbir zaman ihmal etmeyen başdöndürücü bir hikâyeyle bir nevi Coen çılgınlığı seyrediyoruz.
Şimdi gelelim filmin en çok sevdiğim özelliğine… Paul (2011) bazen birbirine değen üç-dört farklı hikâye aksından oluşuyor, spiral bir yapı gibi düşünün. Özünde, iki yakın dostun, Graeme ve Clive’ın yolculuğunu seyrediyoruz, temel aks bu. Bu aks, önce Paul’un gelişiyle (gizem öğesi), ardından Ruth’un ortaya çıkışıyla (aşk öğesi) dallanıyor. Graeme ve Clive arasında -Clive açısından daha belirgin olan- bir gerilim/çatışma doğuyor çünkü Clive, ikinci plana itildiğini, değersizleştiğini hissediyor. Hâliyle Paul ve Ruth’a başlarda Graeme kadar iyi davranmıyor, yani dallara da çatışma sızıyor. Paul’un eve dönüş yolculuğu filme ikinci çatışma alanını kazandırıyor çünkü derin devleti temsil eden “The Big Guy”, elemanları aracılığıyla Paul’un peşine düşüyor. Burada hem bir zaman kısıtı olduğunu hem de ajanların ne pahasına olursa olsun Paul’un gidişini engelleme emri aldıklarını öğreniyoruz. Paul planının tam olarak ne olduğunu Graeme ve Clive’a açık açık söylemediği için belirsiz bir geleceğe yüründüğünü biliyoruz. Sonra Pegg-Frost ikilisi daha ilginç bir şey yapıyorlar; önce şapşal ajanlardan kimin/neyin peşinde oldukları bilgisini saklayıp, daha sonra telsizden duyulan bir “muhtemel” infaz kararı neticesinde Paul’un peşindeki ajanları da kendi içinde ikiye bölüyorlar. Özellikle Haggard iyice bileniyor ve uzaylıyı kendi yakalamak istiyor, bu da filmin sonuna heyecan katacak bir gerilim yaratıyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Pegg-Frost ikilisi, iki ayrı gerilim bandı daha yaratıyorlar. Biri görece küçük; karavanımızla yol almakta olan kahramanlarımızı Gus ve Jake ikilisiyle tesadüfen tekrar karşılaşmak, diğeri daha büyük; kızının alıkonulduğunu (kaçırıldığını) düşünen babayı silahlandırıp karavanın peşine takmak. Böylece sahne geçişlerinde gerilim bir an olsun azalmıyor, sonu kanlı biten müthiş bir kovalamaca izliyoruz. Bu hikâye aksları birbirine zarar vermediği gibi, aksine, birbirlerini besleyip güçlendiriyorlar. Senaryonun asıl başarısı burada.
Finale yaklaştıkça patlamalar, kazalar, ölümler, cinayetler birbirini izliyor. Hiç tahmin etmediğimiz kişiler karşı karşıya geliyorlar (hatta kısa süreliğine de olsa yeni bir çatışma alanı doğuyor) ve film kolayca tahmin edilemeyecek bir şekilde son buluyor. Bu sürprizi ayrıca sevdim.
Müzikler, görüntü çalışması ve Paul’u seslendiren Seth Rogen’in katkısıyla harika bir seyirlik deneyimi sunuyor Paul. Ha, filmde sevmediğim yerler var mı, var. Ruth’un hızlı ve şaşırtıcı değişimi inandırıcı değildi; başlıca düşmanların “Siyah giyen adamlar” (devlet), ırkçılar (eğitimsiz halk) ve köktendinci Hristiyanlar (kilise) olması fikrini biraz banal buldum. Yine de karakter çatışmaları iyi yazılmış, iyi oynanmış keyifli bir yolculuk filmi Paul (2011), üstelik bir hayli komik. Uçuk komedi sevenlere tavsiye ederim.