Pembe Panter… Dünyanın en ünlü ve değerli elmasının adı. Bu elmasa dikkatlice bakıldığında görülen zıplayan hayvan figürü. Ortadoğu ülkesi Lugash’ın dini sembolü. Sevimli bir çizgi film kahramanı. Fransız emniyeti Sûrete’nin yüz karası mı dahi mi olduğu kestirilemeyen müfettişine seyirciler tarafından verilmiş lakap, büyüklerin dünyasında var olmaya çalışan, şans melekleri tarafından kutsanmış çocuk ruhlu şaşkın bir kahraman…
1963 yılında Blake Edwards’ın Pembe Panter’i (The Pink Panther) gösterime girdiğinde, filmdeki bir yan karakter olan Jacques Clouseau (Jak Kluzo) tüm filmi ele geçirmeyi başarmıştı. Şaşkın müfettiş Clouseau’nun filmdeki komedi öğesine katkısı tartışılmazdı. Peter Sellers’ın olağanüstü oyunu bu karakteri öyle yüceltti ki filmin adı daha sonraları seyirciler tarafından karakterin lakabı haline getirildi. Pembe Panter filmleri böylece sinema tarihinde eşine az rastlanır bir duruma yol açmıştı. Bir yan karakter diğer ana karakterleri aşmakla yetinmeyip filmin adını da sahiplenmişti. Clouseau Pembe Panter haline gelirken, filmin yalnızca jeneriğinde karşımıza çıkan, Pembe Panter elmasına bakınca görülen sevimli panter de aynı adla bağımsızlığını ilan etmiş, kendine ait çizgi filmlere sahip olmuştu.
Pembe Panter
İlk Pembe Panter filminde David Niven, Peter Sellers, Robert Wagner, Capucine, Claudia Cardinale gibi isimler yer alıyordu. 10 yılda 16 mücevher hırsızlığına imza atmış olan “Phantom” lakaplı bir hırsızın Pembe Panter elmasını çalma girişimini anlatan filmde, ülkenin kralı olan babası tarafından küçükken kendisine hediye edilen elması, yönetim değişince iade etmesi istendiği için kaçıran Prenses Dahla merkezdedir. Tatil için karısıyla İtalya’ya gelen Müfettiş Clouseau, Prensesin de aynı otelde kaldığını öğrenince, yıllardır peşinde olduğu Phantom’un bu elması da çalmaya kalkacağını öngörür.
The Pink Panther, sonraki filmlerle karşılaştırıldığında (Peter Sellers’in oynadıkları içinde) en sıkıcı olanıdır. Sir Charles Lytton’la Prenses Dahla arasında kurulmaya çalışılan romantik ilişki, ikisi arasında geçen -ve de bitmek bilmeyen, filme de pek bir şey kazandırmayan sahneler tempoyu düşürür. Filmin kendine geldiği yerler Clouseau’nun bulunduğu sahnelerdir. İlk filmde Peter Sellers’in Clouseau karakteri, sonraki filmlerde geliştirdiği -Fransız aksanlı konuşma gibi- özelliklerden farklıdır ama temelleri kolayca görülebilir. Buna göre Clouseau işine son derece bağlı ve severek yapan biridir. Sakarlık yapmadığı hiçbir sahne bulunmaz nerdeyse, komedi unsuru bu sakarlıklarla işine bağlılığının çatışmasından doğar. Clouseau attığını vuran, akılcı planlarla suçluları tuzağa düşüren polis kahramanların tam zıttıdır.
Başrolde David Niven olmasına rağmen, Peter Sellers’ın rolüne kattığı yaratıcı öğelerle onun karakteri daha çok işlenmiş ve derinleştirilmişti. David Niven, Sir Charles “Phantom” Lytton rolünde kendine güvenli, hayatı ciddiye almayan, hep güler yüzlü birini canlandırır ve baştan sona sıkıcıdır. Yeğeni George, Clouseau’nun karısı Simone ve Prenses Dahla da ondan çok farklı sayılmazlar. Böylece filmde en öne çıkan karakter Clouseau olmuş olur.
En güzel sahneler, sonlara doğru filmin şaha kalkmasını sağlayan kostüm partisiyle başlar. Bir şövalye zırhındaki Clouseau, bir soytarı kılığındaki amiri ve zebra kostümündeki polisler en akılda kalıcı tiplerdir. Roma’daki bir meydanda yaşlı bir adamın önünde cereyan eden, tüm araçların sonunda birbirine girdiği takip sahnesi de çok güzeldir. Blake Edwards bu sahne için Alfred Hitchcock’un Foreign Correspondent (1940) filmindeki benzer bir sahneden esinlenmişti. Bu filmde evinden çıkıp yolun karşısına geçmek isteyen bir adamın önünden hızla birkaç araç geçer, tam yol boşaldı derken konvoy halinde polis araçları vızır vızır yolu yine doldururlar, adam da evine geri girer. The Pink Panther’de ise bu espri iyice abartılıp daha karmaşık hale getirilmiştir.
Clouseau’nun filmin sonunda komploya uğrayarak Phantom sanılması ve mahkum edilmesi sahnesinde önemli bir ayrıntı bulunur. Clouseau, halk tarafından çok sevilen Phantom sanıldığı için onlardan olağanüstü sevgi görür. Bunun üzerine, olmadığı Phantom kimliğini kabulleniverir ve suçlu da olsa önemli biri olmanın keyfini çıkarmaya karar verir. Clouseau’nun “büyük” biri olma kompleksine sahip çocuk ruhlu karakterine dair iyi bir anlatımdı bu, küçük kurnazlıklara başvuran sevimli ezikliği de görünür hale geliyordu. Bu karakter yapısını Sellers sonraki filmlerde zirveye çıkaracaktı.
Son sahne, aynı zamanda filmin sonradan yarattığı bir gerçekliği de yansıtmaktaydı. Clouseau filmde halkın sevdiği, başkarakter hırsız Phantom haline gelirken, Peter Sellers da başroldeki David Niven’ın yerini çalıyor ve halkın sevgilisi bir oyuncu haline geliyordu. Pembe Panter filminde Clouseau öne çıkınca hemen üç ay sonra bu karakterin başrolü aldığı bir film çekildi. Başlığında Pembe Panter olmayan tek Pembe Panter filmi olan Karanlıkta Bir Çığlık…
Karanlıkta Bir Çığlık
A Shot in the Dark (1964) filmiyle Clouseau başrole terfi etmişti. Aslında bir tiyatro oyunundan uyarlanan film, farklı bir başkaraktere sahipken Clouseau filmine çevrildi. A Shot in the Dark Clouseau’yu kullanmasına rağmen bir devam filmi değildir. İlk filmle ilgili tek bağlantı, Clouseau’nun hapishanelerdeki rahatsız mobilyalar hakkındaki görüşlerini ifade ederken söylediği, “Evet ben de orada bulunduğum sırada bunu fark etmiştim.” repliğidir. Bunun dışında ne jenerikte bir pembe panter vardır ne de Pembe Panter elması söz konusudur. Ama ilk filmden yönetmen Blake Edwards ve muhteşem müzikleriyle Henry Mancini iş başındadır. Senaryoyu da Blake Edwards’la birlikte, Exorcist kitabının yazarı William Peter Blatty yazmıştı.
A Shot in the Dark, büyük bir malikanenin sakinleri arasındaki gizli saklı iş çevirmeleri gösteren müthiş bir sahneyle açılır. Malikanedeki odaları gösteren tek bir kamera açısından aynı sahne içinde malikanedeki herkesin gizlice yasak sevgililerinin odalarına girip çıktığı, birbirlerini gözetlediği görülür. Sahne, bir odadaki silah patlamasıyla son bulur. Malikanenin şoförü, hizmetçi Maria Gambirelli’nin odasında öldürülmüştür ve tüm deliller onun katil olduğunu göstermektedir. Ama Clouseau aynı fikirde değildir. Yardımcısı Hercule’e, tüm deliller Maria’nın katil olduğunu göstermesine rağmen onun suçlu olamayacağını söyler, çünkü “içgüdüleri” öyle söylemektedir. Yargısına son derece güvenen Clouseau, bunu kanıtlamaya girişir. Tabi bunları kendine has garip ve beceriksiz yöntemlerle yapmaya çalışacaktır.
A Shot in the Dark yalnızca Pembe Panter serisinin değil sinema tarihinin de en iyi komedi filmlerinden biridir. Sayısız klasik sahne barındırır. Giriş sahnesinden başlayarak, Clouseau’nun Hercule ile davayı değerlendirdiği sahneler, Maria’yı farklı kostümlere bürünerek takip etme, çıplaklar kampı, malikanedeki bilardo odası ve finalde Clouseau’nun tüm zanlıları toplayıp katili açıklamaya giriştiği sahneler efsanedir. Clouseau karakteri ilk filmden sonra bu filmde tam olarak kendini bulmuştu. Role Fransız aksanı ve bazı kelimeleri farklı söyleme özelliğini ekleyen Peter Sellers oyunculuğunun zirvelerinden birini yaşar. Göründüğü her sahne komik ve yaratıcılık doludur. Pek çok sahnenin onun doğaçlamaları üzerine kurulu olduğu düşünüldüğünde Sellers’in bu konuda nasıl bir deha olduğu kolayca görülebilir.
A Shot in the Dark, Pembe Panter filmi deyince vazgeçilemeyecek başka karakterleri de bizimle tanıştıran filmdir. Bunlar, Clouseau’dan nefret eden Başmüfettiş Dreyfus, yancı François ve Clouseau’nun vefakar uşağı Cato’dur. Clouseau’nun suçluları bulmak için kılık değiştirme huyu da bu filmle başlar. Sırasıyla baloncu, sokak ressamı ve avcı kimliklerine bürünerek iz sürmeye kalkar. Clouseau, mükemmel ve karizmatik kanun adamı kahramanların zıttı olduğu gibi ayrıca onların bir eleştirisi ve hatta onlarla ölesiye dalga geçen bir kahramandır. Bu alay Dreyfus karakteriyle somutlaşır. Dreyfus işinin ehli bir polis olarak Clouseau’nun kimsenin göremediği aptallığını bildiğinden, bunlara rağmen başarılı olmasını hazmedemez ve ondan sürekli kurtulmaya çalışır. Pembe Panter filmleri böylece, aptal olmayıp doğru yöntemleri kullanan Başmüfettiş Dreyfus’u Clouseau karşısında yenilgilere uğratıp çıldırtarak, kuralına göre oynayanlardan intikam alır.
Clouseau’nun bu ilk başrolünde coştukça coşması ve seyircileri gülme krizine sokması yanında öyküdeki anlatım da bu komediye eşit düzeyde verilir. Büyük bir malikanedeki zengin ve politik güçlere sahip kişiler ve onların yandaşı bazı hizmetliler, yine aynı malikanedeki şoför, bahçıvan gibi hizmetlileri öldürür ve hepsinin suçunu da başka bir hizmetçiye; Maria Gambrelli’ye atarlar. Malikane sahiplerinin Polis üzerinde nüfusları vardır ve olaya atanacak müfettişi bile belirleyebilmektedirler. Film bu anlatımla, egemen güçlerin hizmetlerine koşturdukları kimseleri nasıl ezip yok ettikleri ve suçunu da yine onlardan birine atarak işin içinden nasıl sıyrıldıklarını bir cinayet yumağı içinde gözler önüne serer.
Pembe Panter Çizgi Filmi
İlk filmin jeneriğindeki animasyon için Blake Edwards’ın isteği üzerine Friz Freleng tarafından yaratılmış olan Pembe Panter karakteri çok sevilmişti. Bunun üzerine bir jenerik öğesi olmaktan çıkıp kendi başrolünü kaptığı çizgi filmleri yapıldı. İlki Aralık 1964’te yayınlanan Pembe Panter, 124 bölüm sürerek 1980 yılına kadar devam etti. 6-7 dakikalık bu çizgi filmlerde çoğu zaman diyalog bulunmuyordu ve filmin jeneriğindekine benzer öykü yapıları içinde aynı espri mantığının korunduğu çok eğlenceli bölümler içeriyordu. Klasik çizgi film geleneğinin en önemli yapımlarından biri olan Pembe Panter; süresi, slapstick anlayışı ve başkarakterinin konuşmamasıyla sessiz sinema dönemi komedi yıldızlarının mirasını da sürdürüyordu. (Pembe Panter yalnızca iki bölümde konuşur; 5. ve 9. bölümler)
Pembe Panter çizgi karakteri alaycı, rahat tavırlı, asaletini hep koruyan bir karakterdi, karşılaştığı kişilere bu özelliğiyle kök söktürüyordu. Bazen de tam tersi yaşanıyor; zor durumlara düştüğü, bir türlü amacına ulaşamadığı maceralar yaşıyordu. Zaman zaman gerçek çekim stok görüntüler de çizgi filmin içine yerleştirilebiliyordu. Ateş edildiğinde yanmış gibi tüten karakterler ve hemen ardından eski hallerini almaları gibi çizgi film dünyasına ait anlatımların en yaratıcı kullanımları Pembe Panter çizgi filmindeydi. Son derece basit çizgilere sahip olan yapımda arka planlar bazen tamamen boş oluyor, yalnızca öykünün gerektirdiği cisimler çiziliyordu. Bu basitlik çizgi filmin önemini azaltmak yerine sade ve yalnızca amaca yönelik vuruculuğuyla daha da değer kazandırıyordu. İlerleyen zamanlarda çizgi kalitesi giderek arttı ve son bölümlerinde artık bu basitlik yerine tam teşekküllü bir çizgi film haline gelmişti.
İlk Pembe Panter filminin jeneriğinde pantere daha benzer bir çizim vardır; dört ayak üzerinde hareket etmeye daha uygun bir anatomiye sahiptir. Ama çizgi filmlerde Pembe Panter daha da insanlaştırılarak tamamen iki ayak üzerinde yürümek üzere tasarlanmıştır. Bundan sonraki tüm yapımlarda da bu tasarım kullanıldı.
Pembe Panter 1984’te 26 bölüm süren Pembe Panter’in iki oğlunun maceraları üzerine kurulu Pink Panther and Sons, 1993 yılında başlayıp 60 bölüm devam eden ve bu kez Pembe Panter’in konuşmaya başladığı bir seri ve 2010’da klasik çizgi filmdeki konuşmayan kahramanlara dönüş yapılan Pink Panther and Pals ile devam etti.
1965’te Freleng, Pembe Panter’e ek olarak “The Inspector” çizgi filmini yapmaya başladı. The Inspector, bu kez A Shot in the Dark filminin jeneriğindeki karakteri bağımsızlaştırmıştı. Pembe Panter’in aksine diyaloglu olan bu çizgi filmde Inspector, Peter Sellers’in Clouseau karakterine benzese de onunla hemen hiç ilgisi yoktur. Suçluları yakalamaya çalışırken başına türlü belalar gelir ama bunlara verdiği tepkiler Clouseau’dan çok farklıdır. İnatçı ve çabuk sinirlenen Inspector karakteri aslında bu yönleriyle biraz da sinir bozucu ve sevimsizdir. Asıl sempati duyulan karakter onun yardımcısı olan Çavuş Deux-Deux’dur. Inspector, Pink Panther gibi bir başarı gösteremedi ve ancak 34 bölüm sürdü.
Inspector Clouseau
Inspector çizgi filmindeki karakter 1968 yılında çekilen Inspector Clouseau filminin jeneriğinde de görülür. Bud Yorkin’in yönettiği, Clouseau’yu Alan Arkin’in oynadığı bu filme Pembe Panter filmi diyemeyiz. Bu yalnızca jenerikte Pembe Panter’in bulunmaması ya da Clouseau’yu Peter Sellers’in oynamamasıyla ilgili değildir. Tüm film Pembe Panter anlatısından farklıdır. Yönetmen değişimi hemen kendini belli eder. (Aynı yıl Blake Edwards ve Peter Sellers The Party filmini çekmekteydiler. Peter Sellers ise senaryoyu kendi yazarsa filmde oynayabileceğini söylemiş ama bu kabul edilmemiştir.) Tabi ki asıl fark en çok Clouseau karakteriyle ortaya çıkar. Alan Arkin’in Clouseau’su zeka engelli birinin sesiyle konuşur, hareket ve tavırlarıyla da embesilliğini kanıtlar. Jacques Clouseau karakterini alıp bu hale getirmek korkunç bir seçimdi. Peter Sellers’in Clouseau’da yarattığı hem çocuksu, kendini kanıtlamak için çırpınıp duran, oyuncu ve bazen kurnaz karakterinin sempatikliğinin birazı bile Alan Arkin’in canlandırdığı karakterde bulunmaz. Bu film Peter Sellers ve Blake Edwards’ın dehalarını bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Inspector Clouseau’daki sakarlık sahneleri öyle basit ve sıradandır ki kötü bir müsamere izlediğinizi düşünebilirsiniz. Oysa Peter Sellers’in doğaçlamalarla da desteklediği müthiş sakarlık sahnelerinin yaratıcılığı eşsizdir. Inspector Clouseau’daki başka bir önemli eksik de Henry Mancini’nin müzikleriydi.
Pembe Panter’in Müziği
Pembe Panter teması bir başyapıttır. Henry Mancini caz temelli müziklerinin en iyilerinden birini Pembe Panter filmleri için hazırlamıştı. Bu tema serinin imzalarından biri haline gelmiştir. Pembe Panter teması dışında A Shot in the Dark için yaptığı Inspector Clouseau teması, daha sonraki filmlerde daha da gelişen varyasyonları, It Had to be Better Tonight, Shadows of Paris, Come to Me gibi şarkılarla Pembe Panter film müziklerinin istisnasız tamamı muhteşem eserlerden oluşur.
The Pink Panther ve A Shot in the Dark’ın başarısına rağmen Blake Edwards ve Peter Sellers Pembe Panter filmlerini uzun süre devam ettirmediler. Peter Sellers’in adeti olduğu üzere A Shot in the Dark setinden habersiz ayrılıp ortadan kaybolmasının Blake Edwards’ı kızdırdığı ve birlikte çalışmamaya karar verdikleri söylenir. Bu ayrılığa The Party filmiyle son vermişlerdi. Peter Sellers ne kadar zor ve dengesiz bir karaktere sahip olsa da yeteneği tartışılmaz bir oyuncuydu. İki sanatçı arasında bir sevgi-nefret ilişkisi olduğu çok açıktır. A Shot in the Dark’tan 11 yıl sonra Sellers’lı Clouseau, Return of the Pink Panther ile geri döndü.
Pembe Panter’in Dönüşü
70’lerin başında Blake Edwards bir Pembe Panter senaryosu hazırlamış ama United Artists, aktörün ve yönetmenin eski başarılarından uzak durumda bulunan kariyerlerinden ötürü filmin yapılmasına sıcak bakmamıştı. Ama neyse ki çeşitli girişimlerden sonra 1975’te yeni Pembe Panter filmi gösterime girdi. Bu hem Blake Edwards-Peter Sellers-Henry Mancini ortaklığının hem Pembe Panter çizgi kahramanı ve Pembe Panter elmasının dönüşüydü. Aslında senaryosu en zayıf Pembe Panter filmlerinden biri olan Return of the Pink Panther her şeyini Clouseau, Dreyfus, François ve Cato karakterlerine ve bu karakterleri canlandıran oyunculardan sonuna kadar faydalanmayı bilen Blake Edwards’a borçludur. Filmin başlarında Clouseau’nun evine bombalı bir saldırı olur ama bunu yapanın kim olduğu bile filmde cevaplanmaz. (Suikastçının Dreyfus olduğunu düşünsek de bu bilgi tahminden ibaret kalır.) Filmin öyküsünün kolayca özetlenemediği filmde akılda kalan, Peter Sellers’in oyunculuğunu konuşturduğu bölümlerdir. Yine pek çok klasik olmuş sahne, daha sonra yapılmış komedi filmlerince kopyalanmıştır. (Şabanoğlu Şaban filmindeki silah şeklindeki çakmak esprisinin birebir bu filmden alınmış olması gibi.)
Return of the Pink Panther, Lugash’taki müzede sergilenen Pembe Panter elmasının hikayesini anlatan tur rehberiyle açılır. Elmasın ülkelerinin dini sembolü olduğunu söyler. Bir Ortadoğu ülkesinin “dini” sembolünün “elmas” olması, üzerine kurulabilecek anlatımlar açısından güzel malzemeler sunsa da film bunun üzerinde hiç durmaz. Çok iyi korunan bu elmas Phantom tarafından çalınır. Bunun üzerine Lugash kralı Fransa’dan, daha önce Pembe Panter kaybolduğunda onu bulan Clouseau’nun olayı araştırmasını ister. (Pembe Panter elmasıyla ilgili daha önceki tek film olan Pink Panther’in sonunda Clouseau, elması Sir Charles Lytton ve yeğeninin çaldığını söyleyerek onları mahkemeye çıkartmış ama elmas kendi cebinde bulununca hapse girmişti. Sonradan Phantom eylemlerine devam edince salıverileceğini düşünmemiz sağlanmıştı. Bu olayı Clouseau’nun çözdüğü söylenebilirse de ayrıntılar açısından belirsizlikler vardır.)
Clouseau o sırada sıradan bir polis memuru rütbesine düşürülmüşken bu çağrı üzerine yine müfettiş olur ve araştırmasına başlar. Bu filmdeki Pembe Panter kumpası; yönetimdekilerin, elmasın çalınması bahanesiyle muhalif gruplara mensup kişileri ortadan kaldırma girişimleri üzerine kuruludur. Ama bu da ilk filmdeki Prenses Dahla’nın elması ülkesine iade etmemek için çalınmış süsü verme planı gibi geçiştirilir. Açıkçası filmde senaryonun pek de önemi yoktur. Tek başına bir Clouseau şovu izleriz, Dreyfus rolünde muhteşem Herbert Lom, Cato rolünde Burt Kwouk ve François’da Andre Maranne de ona katılırlar. Baştaki maymunlu dilenci ve banka soygunu, Dreyfus’un çakmak-silahı üzerine kurulu Clouseau sahneleri, Cato-Clouseau dövüşleri, Clouseau’nun telefon tamircisi, otel görevlisi, zengin çapkın kılıklarına girdiği ve finaldeki Uzakdoğu restoranı sahnesine kadar durup durup kahkahayı patlattığınız sahneler arka arkaya sıralanır.
Clouseau bu filmde öncekilerden daha sarsak hale gelmiş gibidir, bu ilk sahneden hemen belli olur. Pink Panther ve A Shot in the Dark’ta daha zıpkın gibi görünen Clouseau belki de yaşlandıkça biraz daha saf ve alık bir hale gelmiş gibi bir izlenim uyandırır. Buna rağmen enerjisinden bir şey yitirmemiştir. On bir yıl sonraki bu devam filminde Sellers, karakteri sonraki filmlerde devam ettireceği yeni bir temele kavuşturmuştu. Clouseau davayı çözüp elması bulmak için yine garip yollara başvurur, yine çeşitli şekillerde başarısızlığa uğrar ama görünmez ellerin yardımıyla sonunda yine zafere ulaşır. Dreyfus ise bu haksız başarıyı kaldıramayıp yine onu öldürmeye çalışır.
Dreyfus Clouseau’dan neden bu kadar nefret etmektedir? Clouseau belki şaşkın biridir, belki aptalca yöntemleri vardır ama sonuçta başarılı olduğuna göre görevini de layıkıyla yerine getirmiş olmaktadır. Dreyfus ise sonuca değil sürece odaklanır. Onu müfettişliğe asla layık görmez, asla kendisiyle eşdeğer bulmaz ve buna rağmen kendisinden daha başarılı olmasını kıskanır. Dreyfus aslında dünyanın adaletsizliğine isyan eder. Bir şeyleri kırıp dökmeden on adım atamayan, bazen büyük yıkımlara neden olan bu adamın başarılı sayılması, üstlerince, devlet başkanlarınca sevilip sayılması onu çileden çıkartır. Adaletsizliğe isyan edenlerin tepkisiyle, bu adaleti kendisi sağlamaya çalışır. Clouseau’yu defalarca öldürmeye çalışır ama anlayamadığı şey, onun zaten normal bir insan değil, melekler tarafından korunan bir kutsanmış olduğudur. Dreyfus onu öldürmeyi başaramayınca yapacak bir şeyi kalmaz ve delirir. Filmin sonunda onu deli gömleği giymiş halde görürüz. Hemen ertesi yılın Aralık ayında gösterime giren devam filmi de Dreyfus’un bu deliliği üzerine kurulmuştu.
Pembe Panter Coşuyor
Pink Panther Strikes Again (1976), Clouseau karakterinin Pembe Panter adıyla ve aynı adlı çizgi kahramanla özdeşleştiğini resmi olarak ilan eden filmdi. Filmde Pembe Panter elmasından bahsedilmez bile. Jenerik çizgi filminde Clouseau’nun gölgesi Pembe Panter olarak görünür. Bu jenerikte Pembe Panter sinema perdesinde kılıktan kılığa girer, Clouseau onu yakalamak için perdeye atladığında oraya hapsolur.
Bir önceki filmin bittiği yerden başlayan Pink Panther Strikes Again, adına yakışır bir filmdi. Peter Sellers bu filmde karakterini uç noktalara taşımıştır. Pembe Panter filmleri içinde en fantastik ve absürt bölüm olan film, Dreyfus’un akıl hastanesinden kaçıp Clouseau’yu öldürmeye çalışması, bunu başaramayınca azılı katillerden bir çete kurup bir bilim adamını kaçırması, ona bir kıyamet günü silahı yaptırarak dünyayı tehdit etmesi üzerine kuruludur. Dreyfus’un dünyadan tek istediği şey ise Clouseau’nun öldürülmesidir. Birleşmiş Milletler binasını yok ederek ciddiyetini de tüm dünyaya kanıtlar. Bunun üzerine tüm ülkeler en iyi suikastçılarını Clouseau’nun üzerine salarlar.
Devletlerin Clouseau’yu ortadan kaldırmak için casus suikastçılar göndermesi aynı zamanda Soğuk Savaş ortamında ülkelerin nasıl birer suç örgütüne dönüştüklerini de gösterir. Birleşmiş Milletler binasının yok edilmesi, zaten böyle bir “birleşmenin” olmadığı dünyada önemsiz bir kayıptır. Ülkelerin tek endişesi kendi ülkelerine bir zarar gelmemesidir.
Clouseau’yu tabi ki hiçbir suikastçı öldüremez. Clouseau’nun melekleri onu her zamanki gibi korurlar ve 27 suikastçı, ya talihsizlik sonucu ya da yanlışlıkla birbirlerini haklayarak can verir. Clouseau böylece bu engelleri aşarak, delirmiş arkadaşını durdurmak üzere onun saklandığı kaleye ulaşır. İngiltere’yi topyekün yok etmeye kalkan Dreyfus’u engeller ve kıyamet makinesinin yalnızca kaleyi ve içindeki Dreyfus’u yok etmesini sağlar.
Pink Panther Strikes Again, absürdü zorlayan senaryosuna rağmen serinin en eğlenceli bölümlerinden biri olmuştur. Peter Sellers’ın dehası her sahnede, her mimiğinde, her hareketinde görülebilir. Bir anlık bakışı, bir anlık duruşu bile sizi güldürmeye yeter. Akıl hastanesinin bahçesindeki sahnelerle müthiş bir başlangıç yapan film, finalde kaleye giriş ve dişçi sahneleriyle coşar da coşar.
Pembe Panter’in İntikamı
Revenge of the Pink Panther’da (1978) Dreyfus karakteri geri döner. Bir önceki filmde yok olduğu gösterilen karakter bir açıklama yapılmadan hala akıl hastanesindeymiş gibi gösterilir. Dreyfus Pembe Panter filmleri için vazgeçilmez bir öğedir, o yüzden bu durumu hiç sorgulamaya gerek yoktur.
Bu kez Clouseau’ya suikast düzenleyen Fransız mafyası “French Connection”, onu öldürdüklerini sanırlar ama tabi ki Clouseau hayattadır. Fakat onları yakalamak için yaşadığını gizler. Başmüfettişliğe de onun ölümüyle birden iyileşiveren Dreyfus geçer. Revenge of the Pink Panther filmin ortalarına kadar oldukça eğlenceli ilerler ama senaryonun önceki filmlere göre daha kısır kalmış olduğu söylenebilir. Peter Sellers’in enerjisi de sanki biraz azalmış gibidir. Sellers’in uzun yıllar yaşadığı kalp sorunu yüzünden önceki filmde her an yaşayabileceği bir kriz için sette dublörü sürekli hazır bekletiliyordu. Bu filmde durumunun daha da kötüleştiği belli olur. Sellers 1964’teki ilk ölümcül krizin ardından ikincisini 1977 yılında yaşamıştı. Bu krizin onu oldukça etkilemiş olduğu açıktır ve çok fazla fiziksel hareket barındıran sahnelerde görünmez. Gerekli yerlerde ise uzak planlarda dublörler kullanılmıştır.
Bu film de pek çok dahiyane sahne barındırır. Özellikle Hong Kong’taki oteldeki asansör sahnelerini anmak gerekir. Clouseau’nun “Baba” kılığında bulunduğu, asansördeki birinin osurduğu bu sahne müthiştir. Asansördekilerin yüzündeki ifadeler ayrı ayrı incelenirse herkesin; kokudan rahatsız olmak, suçlunun kim olduğunu bulmaya çalışmak, umursamıyormuş gibi davranmak gibi bu talihsiz anda verilecek tepkilerin hepsini verdikleri görülür. Kimin yaptığı bilgisi seyirciye verilmez ve gerçekte de suçlunun kendini ele vermediği o anlar perdeye birebir yansıtılır. (Ama belki de bu duruma en aşırı tepkiyi vererek, rahatsızlığını belli etmek için arkasını dönen Clouseau’nun asıl kaynak olduğunu tahmin etmekle yetinebiliriz.)
Pembe Panter’in Aşkı
Peter Sellers ve Blake Edwards Pink Panther Strikes Again’den sonra başka Pembe Panter filmi çevirmeyeceklerini söylemiş ama filmin olağanüstü başarısından sonra tekrar iş başına geçmişlerdi. Revenge of the Pink Panther’dan sonra Peter Sellers uzun zamandır yapmayı planladığı Being There (1979) filmini gerçekleştirdi. Oyunculuk yeteneğinin zirvesini zorladığı bu filmle amacına ulaşmıştı.
Peter Sellers’in Pembe Panter filmlerini küçümsediği söylenir. The Life and Death of Peter Sellers’da (2004) bu açıkça belirtilir. Ama Pembe Panter filmlerine baktığınızda Peter Sellers’in Clouseau karakterini ne kadar çok sevdiği apaçık görülür. Belki daha ciddi olduğunu düşündüğü rollerde -Being There’de olduğu gibi- oynayarak daha saygın hale gelmeyi düşlüyordu. Clouseau karakteriyle yalnızca insanları güldüren bir komedyen olarak yaftalanmak istemiyordu. Oysa bu filmlerde milyonları güldürmekle yetinmemişti, Clouseau karakteri müthiş bir oyunculuk şovudur. Dünya üzerinde pek az oyuncu çok minimal ifadelerle karakter özelliklerini bütünüyle yansıtıp seyircileri kahkahalara boğabilir. Komik olan yalnızca diyaloglar, düşüp kalkmalar veya Clouseau’nun cebelleştiği talihsiz durumlar değildir. Peter Sellers’in ölçüsünü kaybetmeyen oyunculuğundaki deha, bulunduğu sahneleri bir sihir gibi dönüştürüyordu. Bu gerçek daha sonra defalarca kez kanıtlanacaktı.
Peter Sellers, beş Pembe Panter filminden sonra artık milyonların sevgilisiydi ve belki bazen bir lanet olarak algıladığı Pembe Panter’le anılır hale gelmişti. Ama onun Pembe Panter’i küçümsediği, ondan nefret ettiği asla söylenemez. Peter Sellers’in Clouseau’yla işi henüz bitmemişti. Proje ve hikayesini bizzat kendi oluşturduğu bir Pembe Panter filminin hazırlıklarına girişmişti. Romance of the Pink Panther adlı bu projenin Sellers’la birlikte Jim Maloney’in yazdığı iki versiyon halinde senaryosu bulunmaktadır. Birbirinden çok büyük farklar barındırmayan senaryolarda Clouseau, The Frog diye anılan bir kadın suçluya aşık olur. İlk versiyonun sonunda başmüfettişlikten komiserliğe atanırken ikincide müfettişliği bırakarak “karanlık tarafa” geçer. Yapılsaydı nasıl bir Pembe Panter filmiyle karşılaşacağımızı bilemiyoruz ama Clouseau karakterinde bu müthiş aktörün oyunculuğunu bir kez daha izlemek bile yeterli olurdu.
Ameliyat korkusu yüzünden bir türlü kalbine müdahale edilmesine ikna olmayan Sellers, ne yazık ki 22 Temmuz 1980’de, Romance of the Pink Panther senaryosunun ikinci versiyonu tamamlandıktan 8 gün sonra son kalp krizini geçirdi ve komaya girdi. İki gün sonra da henüz 54 yaşında yaşama veda etti. Peter Sellers göçüp gitti ama Pembe Panter filmleri bitmedi. Ölümünden 2 yıl sonra Trail of the Pink Panther (1982) gösterime girdi.
Pembe Panter’in Peşinde
Blake Edwards, en başta “Tek ve biricik Müfettiş Clouseau, Peter Sellers’a…” yazısıyla ona adadığı bu filmde, Pink Panther Strikes Again filmi için çekilip kullanılmamış sahneleri bir araya getirerek bir öykü oluşturur. Filmin ilk yarısı, ek çekimlerle Clouseau’yu takip eder. Pembe Panter elması yine çalınır ve Lugash kralı yine olayı çözmesi için Clouseau’yu ister. Filmin yarısında ise, Clouseau’nun uçağının kaybolduğu söylenir. İkinci yarıda, bir muhabir onun yakınları ve tanıyanlarla görüşmeler yaparak Clouseau’yla ilgili daha detaylı bilgiler edinmeye çalışır. Bu sahnelerde önceki beş filmde görülen Sir Charles, Hercule, Cato ve Dreyfus’la yapılan görüşmeler de verilir ve geri dönüş sahneleri kullanılır. Yeni bir karakter olarak Clouseau’nun babası da görülür.
Trail of the Pink Panther, güya Clouseau karakterine bir anma olarak yapılmıştı ama film bütünde etkileyici olmaktan çok uzaktır. Clouseau’nun Profesör Balls’un dükkanındaki sahneleri, uçakta sakat kostümüyle çektiği çileler, ofisinde çıkardığı yangın sahnelerinin ardından ortadan kaybolduktan sonra film kaçınılmaz olarak düşüşe geçer. Onun hakkında konuşan kişilerin düşünceleri zaten bildiğimiz şeylerdir. Bu bölümde parlayan karakter yalnızca Dreyfus olur. Clouseau’nun cenaze törenindeki konuşması ve Clouseau hakkında yaptığı röportajdaki halleriyle Herbert Lom yine formunun zirvesindedir. Fakat film Clouseau karakterine hakkını asla veremez, bu karakterin dinamiklerini anlatmakta öyle yüzeyseldir ki onun hakkında konuşanların söyledikleri son derece basit hatta iğreti kalır. Blake Edwards, filmin senaryosunu kendi oluşturmuş fakat kendi yarattığı karaktere nerdeyse hiç özenli yaklaşamamıştır. Böylece Trail of the Pink Panther, Edwards’ın sinekten yağ çıkarma projesi olarak kaldı. Seyirciler bunu affetmedi ve film gişede hüsrana uğradı.
Filmin sonunda, pek yakında Curse of the Pink Panther adlı filmin geleceği duyuruluyordu. Bu film Trail of the Pink Panther ile aynı zamanda çekilmişti. Bu sefer Peter Sellers’in hiçbir şekilde, -ne eski görüntüler, ne kullanılmamış sahneler- olmayacağı bir Pembe Panter filminden ne beklenebilir?
Pembe Panter’in Laneti
Blake Edwards, Trail of the Pink Panther’in başına “Tek ve biricik Müfettiş Clouseau Peter Sellers’a” diye yazmıştı ama bu yalnızca bir yazı olarak kaldı. Edwards, başka bir oyuncuyu Clouseau rolünde göstermenin anlamsızlığını biliyordu ama Curse of the Pink Panther’da, Clouseau yerine geçirmeye çalıştığı bir kahraman yaratmaya çalışır.
Clouseau’nun kaybolmasını araştırmak üzere dünyanın en iyi dedektifi bir bilgisayar tarafından seçilecektir. Dreyfus bunu engellemek için bilgisayarı tam tersine programlar ve böylece bilgisayar dünyanın en kötü dedektifini seçer. Bu dedektif de Clouseau benzeri davranışlar göstererek bizi umutsuzca güldürmeye çalışır. Blake Edwards kendi yarattığı karakteri, başka bir oyuncuyla devam ettirmek istemişti ama herhalde o zaman kabullenemediği bir gerçek bunu imkansız kılıyordu. Clouseau karakteri artık onun değil hem adı hem karakter yapısıyla Peter Sellers’ın olmuştu. Bir Pembe Panter filminde onun yerine geçirilmeye çalışılacak olan her karakter başarısızlığa mahkumdu.
Clouseau bir önceki filmde mahsur kaldığı adadan kurtulmuş(?) ve Pembe Panter elmasının peşine düşmüştür. Elması bulur ama -Romance of the Pink Panther projesinden esinle- elması çalan Kontes Chandra’nın tarafına geçer. Yüz ameliyatı geçirdiği görülür ve filmin sonunda Roger Moore’a dönüşür(!)… Roger Moore, Sellers’i taklit edebilmek için elinden geleni yapmıştır ama elbette bunu başarabilmesi imkansızdı.
Blake Edwards’ın, Clouseau’yu bulmak için görevlendirilmiş dedektife onun karakter özelliklerini yüklemeye çalışması; sakarlık, şans eseri kurtulma, abuk sabuk yöntemler kullanma vs. kendi yarattığı karakterine yaptığı en büyük yanlıştı. Hala yaşatmaya çalıştığı Clouseau’yu estetik ameliyatla Roger Moore’a çevirmek bu karakter yıkımının zirvesi haline gelir. Biricik ve tek Müfettiş Clouseau Peter Sellers’tır diyen Edwards, Clouseau’yu bir türlü biricik ve tek bırakamamıştır. Edwards bu berbat filmin de gişede büyük bir çöküş yaşamasına rağmen tekrar deneyecekti…
Pembe Panter’in Oğlu
Son Pembe Panter girişiminden 10 yıl sonra Edwards bu kez Clouseau’nun A Shot in the Dark’taki sevgilisi Maria Gambrelli’den olma oğlunu karşımıza çıkardı. Pembe Panter karakterini bu şekilde yeniden popüler yapmayı düşünmüştü. Edwards hâla yeni bulduğu oyunculara Clouseau’luk yaptırmaya çalışıyor ve başarısız oluyordu. Son of the Pink Panther’da senaryonun sıradanlığı ve kurgunun berbatlığı da eklenince ortaya yine çekilmez bir film çıkmıştı. Oysa Sellers’in oynadığı Pembe Panter filmlerinin senaryosu kötü bile olsa Sellers sahneleri yeniden canlandırmayı başarıyordu. Maria Gambrelli rolünde ilk Pembe Panter filminde Prenses Dahla’yı oynayan Claudia Cardinale’in yer alması ise bir başka garip seçimdi. Film gişede battı ve Edwards nihayet Pembe Panter’in peşini bıraktı, bu aynı zamanda yönettiği son sinema filmi oldu.
Son of the Pink Panther filminin tek önemli yeri giriş jeneriğidir. Henry Mancini kısa bir an gözükür; orkestrayı yönetirken yanına gelen Pembe Panter’e şef çubuğunu verip çekilir. Pembe Panter de müzisyenleri yönetmeye başlar. Henry Mancini’nin müziği ve Bobby McFerrin vokali serideki en güzel çalışmalardan biridir. Bu Henry Mancini’nin de son çalışması oldu ve ertesi yıl hayata veda etti.
Peter Sellers zaman zaman Clouseau karakterindeki çalışmasını palyaçoluk diye küçümsemişti ama bunu söylerken Clouseau karakteriyle tarih yazmakta olduğunu çok da fark etmemiş olmalıydı. Çünkü onun yerine Blake Edwards’ın getirmeye çalıştığı herkes itici bir palyaçoluktan, asla güldürmeyen soytarılıktan öteye geçemedi. Peter Sellers sonrası Pembe Panter filmleriyle Blake Edwards’ın sözüne bir ekleme yapmak gerektiği açıkça belli olmuştu: Peter Sellers tek ve biricik Müfettiş Clouseau’dur ve bir Pembe Panter filmi onsuz olamaz.
Yıllar geçse de Pembe Panter’e olan ilgi azalmadı. Bu filmler, çok fazla üretilmesine rağmen gerçekten nitelikli olanlarının pek az olduğu komedi filmleri içinde hemen gösterilecek örneklerdir. Pembe Panter’in bu özelliğinden faydalanmaya çalışan bir sonraki örnek 2006 yılında ortaya çıktı.
Pembe Panter 1 & 2
Son filmden 13 yıl sonra çekilen The Pink Panther bir devam filmi değil, yeniden çevrimdi. Edwards’ın Clouseau yerine getirmeye çalıştığı, tanınmayan oyunculardan yeni karakterler yerine tanınmış bir komedi oyuncusu olan Steve Martin Clouseau rolündeydi. Senaryoda da imzası olan Martin, Sellers’in Clouseau’sundan pek çok öğeyi kullansa da karakteri yeniden yorumlama yoluna gitti. Martin oluşturduğu karakteri tutarlı şekilde oynamasına rağmen Sellers’in büyüleyiciliğine asla erişemez. Bu filmde Clouseau tesadüfler ve içgüdüleri sayesinde değil, dikkati sayesinde ve başarılı bir soruşturma sonunda suçluyu yakalar. Yalnızca bu yönüyle bile film Pembe Panter’lerden bambaşka bir filmdir. Dreyfus da sevimli bir kötü değil, düşman kesileceğimiz sinsi bir karakterdir. Clouseau’nun sonlara doğru berbat bir polis olmasının yüzüne vurulması ve onun bundan etkilendiği duygusal sahneler de yine Pembe Panter dünyasında var olmayan bir olgudur. Çünkü asıl Clouseau karakteri zaten iyi bir müfettiş olmadığını içten içe hep bilir. Ama çocukça bir savunma mekanizmasıyla bunu örtbas eder ve kendini hep iyi ve özgüvenli bir polis olarak göstermeye çalışır, kendini de buna inandırır. Ama yeni filmdeki Clouseau bunun farkında olmayan ve gerçekler ona gösterildiğinde üzülen biridir. Kendini tekrar kanıtlaması da meleklerin değil, kendi çabasıyla gerçekleşir. Böylece yeni Pembe Panter filmi sıradan bir başarı öyküsünden ileri gidemeyen, suçluyu araştırma sırasında komik sahnelerle süslenmeye çalışılan bir suç komedisi olmuştur.
Steve Martin’in Pembe Panter filmi, 2000’lerin sinemasına uygun, parlak, renkli, ışıltılı bir ambalajla sunulmuş, reklam kampanyasının da desteğiyle gişede başarılı olmuştu. Filmin önceki üç film gibi çakılmamasının nedenini Steve Martin, Kevin Kline, Jean Reno, Beyonce gibi tanınmış oyuncularına, sıradan da olsa akan bir kurguya sahip olmasına bağlamak gerek. Ama üç yıl sonraki devam filminde bunlar da yeterli olmayacaktı.
Pink Panther 2 (2009) ilkinin senaryosunu tekrar eden bir filmdi. Clouseau yeniden çalınan Pembe Panter elmasının peşine düşüyor, kendini ve Fransa’yı rezil ediyor, dışlanıyor ve sonda yine olayı çözmeyi başararak saygınlığını geri kazanıyordu. Bu filmin tek artısı Dreyfus rolündeki John Cleese’dir. Clouseau’ya komplolar kurarak onun rezil olmasını ister ama Herbert Lom gibi ona asla kızamayacağınız sevimli bir oyunla yapar bunu. Devam filminin beklenen başarıyı gösterememesi üzerine bu Pembe Panter macerası da böylece son buldu.
Peter Sellers’ın İntikamı
The Life and Death of Peter Sellers filminde Sellers’ın hayatı boyunca ergenliğini atlatamamış bir çocuk olduğu vurgusu yapılır. Pembe Panter filmlerinde de Peter Sellers’ın Clouseau karakterine bu çocuk hallerini yansıtmış olduğu çok açıktır.
Clouseau’nun sakarlıkları ve etrafı kırıp dökmesi, bulunduğu ortamlara bir tepki ve oradaki insanları cezalandırmadır. Kendine aşırı güveninin temellerinde aslında çocuksu bir güvensizlik yatar. Bu güvensizlik, onun başkalarını kendinden daha iyi, profesyonel, olgun, özgüvenli görmesine neden olur. Böylece “büyük” insanların dengeli dünyalarını sakarlıkları ve olmayacak yöntemleriyle bozar. Sonunda da rezillik gibi görünen şeyler, mutlak başarıya giden yoldaki dahiyane davranışlar haline gelir. Clouseau onunla birebir ilişkide olan kişiler tarafından geri zekalı, şaşkın, aptal biri olarak tanınmışken başka herkesçe bir kahraman olur çıkar. Müfettiş Clouseau büyüklerin burnu büyük dünyasına bir eleştiridir.
Clouseau’nun çocuklukla ilişkisi oyunbaz oluşuyla da görünürdür. Cato’yla evde dövüşçülük oynarlar. Pembe Panter filmlerinin vazgeçilmez öğesi olan bu sahnelerde Clouseau ve Cato’nun yaptıkları şey, fütursuzca dövüş oyunu oynamak ve evi altüst etmektir. Üstelik de etrafı dağıtıp harabeye çevirdikleri için onlara kızacak bir anne-baba da başlarında bulunmadığından son derece özgürdürler. (Bu oyunda abi-kardeş dövüşlerinde olduğu gibi hep tek bir taraf; Cato dayak yer.) Bir başka çocukluk öğesi, kılık değiştirme ve çeşitli oyuncaklar kullanma şeklindedir. Clouseau renkli, gösterişli kostümler ve oyun hamuru gibi plastik makyaj malzemeleriyle bir çocuk gibi kılıktan kılığa girerek oyun oynar. Bir “çocuk” olarak da melekler tarafından korunup kollanır. Pembe Panter filmlerinin bir başka vazgeçilmez öğesi Clouseau’yu ortadan kaldırmak için düzenlenen suikastlardır, hepsi de bir şekilde başarısız olur. Bu girişimlerde öyle şanslıdır ki görünmez bir güç tarafından kollandığını düşünmeden edemezsiniz. Peter Sellers 1964’teki kalp krizinin ardından iyileştiğinde, krizi geçirdiğinde bir melek gördüğünü ve meleğin ona “Şimdi ölmeyeceksin” dediğini söylemişti. Belki gerçek belki şaka söylenen bu sözler onun Clouseau ile kurduğu bir başka yakınlığı yansıtır. Clouseau’yu inanılmaz bir şansla ölümlerden kurtaran işte bu melektir.
Peter Sellers kendiyle barışık biri değildi. Çirkin bir yüze ve şişman bir vücuda sahip olduğunu düşünüyordu. Kimlik arayışını tamamlayamamış bazen zalimleşen bir “çocuktu”. Bu durumun izlerini Clouseau’da görmek mümkündür. O da kendiyle barışık biri sayılmaz. Şaşkın biri olduğunu bilir ama bunu örtmeye çalışır durur. Kendine aşırı güvenli olması, yöntemlerinin aptalca olmasına aldırmaksızın ısrarla devam etmesi bunun açık kanıtıdır. Clouseau zaaflarına, rezil durumlara düşüp durmasına rağmen sonda kazanıp devlet başkanlarından ödüller alan bir kahramana dönüşmesiyle, onu aptal ve yetersiz bulanlardan intikam almış olur.
Clouseau böylece yalnızca başarılı bir başmüfettiş olmakla yetinmez, tanrılaşır. Gerçekte kendini aşağı gördüğü çevrenin, insanların üstüne çıkmış olur. Dokunulmaz, yok edilemez, alt edilemez, üzüntü verilemez bir tanrı-insana dönüşür. Seyirciler de ondan farklı sayılmazlar. Onun filmdeki uğraşılarına bakarak gülüp eğlenirken, kendi yetersizlikleriyle Clouseau’yu bağdaştırır ve onun kahraman haline gelmesinden kendileri başarmışçasına haz duyarlar. Her şeyden öte, gördüğümüz karakterin sunduğu deha dolu eğlenceyle atılan kahkahalar bile tek başına, acımasız hayata karşı bir duruşu ifade eder. Sinemada hiçbir karakter bizi bu çocuk ruhlu, kendini kanıtlamak için çırpınıp duran, melekler tarafından şımartılmış şaşkın kahraman gibi güldürememiştir.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
Güzel yazıydı, klavyene sağlık. Pembe Panter filmlerini ayrıntılı incelemen ayrı güzellikte olmuş.
Harika yazı