blank“Karanlığın ortasındayım. Işığım yok! Bir adam ve bir kadın, yemekteler. Bir restoranda… Hastalar… Meşguller… Trafikteler… Her gün bunları yaşıyorlar. Dünya’da değişen bir şey yok!”

Michael kimseyle uyuyamayan, göğsünde uyumak istediği kadını henüz bulamamış bir adamdır. Issızlık hayatına sızmıştır. Duyguları olmadığını düşünür. Bir restoranda şef olarak çalışmaktadır.

Susan epidemiyolojisttir. Hayatına kimseyi almamıştır uzun zamandır. Kendini işine adamıştır. Bir gün bir kamyon şoförü getirilir çalıştığı hastaneye. Adam koku alma duyusunu yitirmiştir. Ortada bir salgın vardır. Yavaş yavaş duyuların kaybolmasına sebep olan ve nedeni bilinmeyen bir salgın…

Tamda bu salgının ortasında bu iki yitik insan birbirlerini bulurlar. Sigara, çakmak ve hatıraları tazeleyen bir yemek eşliğinde ilk önce sabaha kadar ağlarlar… Birlikte uyurlar…

Perfect Sense daha önce seyrettiğimiz klasik salgın filmlerine benzemiyor. Oradan oraya koşuşturan insanlar, başkalaşmış yaratıklar yok bu filmde. Bilindik kıyamet senaryolarına da benzemiyor yapım. Ortada kıyamet kopacak ey günahkâr güruh diye bağıran insanlar ama kopan kıyamet o bildiklerimizden de değil. Kıyamet duyularını yitirerek kopuyor yapımda. Bizim için önem arz eden koklamak, tatmak, işitmek, görmek gibi duyuları…

2011 tarihli Perfect Sense, 92 dakikalık bir aşk… Duyularını yitiren insanlığın arasında kalan iki yitirmişin kendi duyularını yeniden kazanmasına dair… Ve bir mücadele öyküsü insanlığın kaybettiğimin yerine ne koyabilirim sorusuna verdiği yanıt. Lakin hayat devam ediyor! Beyazperdedeki bu salgın kimseyi öldürmüyor fakat ölmekten de beteri olduğunu kanıtlıyor, hissedememek…

blank

Yönetmenliğini David Mackenzie’nin üstlendiği yapımın senaryosu Kim Fupz Aakeson’a ait. Oyuncu kadrosunda ise başarılı isimler var. Ewan McGregor, Eva Green ve Connie Nielson… Yapımın sade ve acelesi olmayan bir dili var. Tıpkı arka fonda akıp giden müziği gibi… Anlatıyor sindirerek ve sakince. Bunu destekleyen oyunculuk ve Max Richter’in müzikleri de olunca akıp giden, izlemesi tatlı ve huzurlu bir film çıkıyor ortaya. Ajite etmekten sakınan yapım içinde barındırdığı duyguyu damla damla akıtıyor perdeye.

Bugüne kadar kıyameti ve salgınları yıkılmaya, ölmeye, öldürmeye, kana ve dehşete bağlayan birçok yapım izledik. Ama aslında başımızda dönenip duran asıl kıyameti görmezden geldik. Duyularımızı kaybetme ihtimalini. Her gün kaybettiğimiz şeyi yani. Bir yerlere koşarken, yalan söylerken, ondan daha iyi olacağım ya da daha çoğuna sahip olacağım derken kaybettik sevdiğimizin kokusunu. Ailemizle içilen sıcak bir çayın tadını… Verilen güzel bir hediyeye cevaben atılan samimi bir kahkahanın sesini ve uyandığımızda görmemiz gereken güzel bir yüzün izini…

İzlerken düşünmeniz gereken çok şey var. Eğer ki yanınızda sahiplenebileceğiniz ve size duygularınızı geri verebilecek bir insan var ise onu hissetmenin ne kadar mükemmel olduğunu düşünün mesela. Hala hissedebiliyorken… İyi seyirler…

blank

Melahat Yılmaz Özberk

1981 Ankara doğumlu... Anadolu Üniversitesi Türk dili ve Edebiyatı bölümünde okuyor. Gölge- e Dergi ve Öteki Sinema’da çeşitli film eleştirileri ve hikâyeler yazıyor. Tek dileği yazacak sözlerinin bitmemesi ve bunları sayfalara dökebilmek…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Blacula (1972)

Blacula tüm vampirlerin, hatta tüm canavarların beyaz olduğu bir geleneği
blank

Let The Right One In (2008)

Danimarkalı yönetmen Carl Theodr Dyer’in Vampyr’inden sonra yine soğuk diyarlardan