Sinema tarihinde sadece tek bir uzun metraj yönetmiş o da başyapıt olmuş birkaç yönetmen var. Charles Laughton (The Night Of The Hunter, 1955), Herk Harvey (Carnival Of Souls, 1962), Barbara Loden (Wanda, 1970) ve Dalton Trumbo (Johnny Got His Gun, 1971) gibi. Bu ilgi çekici konuda kapsamlı bir yazı yazacağım için şimdilik ne olmuş, nasıl olmuş gibisinden fazla detaya girmeyeceğim ama bu isimlerden birisi de çağının en önemli grafik tasarımcılarından biri kabul edilen Saul Bass (Phase IV, 1974).
Saul Bass’ı sizler Alfred Hitchcock’tan Martin Scorsese’ye, Otto Preminger’den Stanley Kubrick’e kadar sayısız ustanın filmine sunduğu katkılar nedeniyle dolaylı da olsa zaten tanıyorsunuz. Psycho’nun (Sapık, 1960) storyboard’larını çizen, sayısız Hitchcock filmine jenerik tasarımı yapan bir isim Bass. İşte bu büyük sanatçı 75 yıllık hayatı boyunca sadece bir tek uzun metraj yönetti, o da zamanla “gelmiş geçmiş en kült filmlerden biri” oldu çıktı. Bu yıl İstanbul Film Festivali sayesinde beyazperdede seyretme fırsatı bulduğumuz Phase IV, Liquid Sky (1982) ile birlikte festivalin benim açımdan en parlak filmiydi. İkisi de büyük sürpriz oldu. Kült Filmler Zamanı’nın bu seferki konuğu, yüksek bilinç düzeyine ulaşan karınca kolonilerinin dünyayı istilasını anlatan 1974 tarihli Phase IV.
Haberturk’te izledim, Celal Şengör hocaya soruyorlar, en büyük tehdit ne olabilir diye, böceklerden korkuyorum diyor ve ekliyor, böceklerin evrim süreçleri akıl almaz süratte ilerliyor, milyondan fazla tür var, onlara en yakın hayvan türü olan kuşların tür adedi 10 binin altında. Ki kuşlar dinozorlardan türemiş (ataları dinozormuş) ve sayısız evrim geçirerek milyonlarca yıl ayakta kalmayı başarmışlar. Ama diyor hoca, böcekler ortalama bir insan ömrü içinde bile defalarca evrim geçirebiliyorlar, adaptasyonları inanılmaz.
Evet, bugün sayıları tartışmalı olmakla birlikte milyondan fazla böcek türü olduğunu biliyoruz. Her geçen gün bu sayı artıyor. Şöyle bir interneti kabaca taradım, daha geçtiğimiz yıl Anadolu’da 20 kadar yeni böcek türü keşfedilmiş. Hölldobler ve Wilson, 1994 tarihli “Karıncalara Yolculuk” kitabında dehşet bir bilgi paylaşıyorlar. Eski ve tahmini bir rakam ama çok çarpıcı. İngiliz böcek bilimci (entomolog) C.B. Williams’ın hesaplamalarına göre dünya üzerinde yaşayan böcek sayısı “bir milyon (kere) trilyonun” üzerindeymiş, evet, öyle bir rakamın kelime karşılığı yok ama matematikten anlayanlar için şöyle ifade etmek mümkün: 10¹⁸ (yazıyla, “on üzeri on sekiz”). Bu böcek türlerinin içinde Formicidae ailesine mensup olan karıncalar en organize türlerden biri kabul ediliyor. Hölldobler ve Wilson “Karıncalar” adlı 1990 tarihli olağanüstü çalışmalarında, karıncaların alt familya (alt takım) sayısını 11, cins sayısını 297 ve tür sayısını da yaklaşık 8.800 olarak paylaşmış. Bunlar o tarihte tespit edilip isim verilenler. 1940’lardan itibaren bu alandaki çalışmalar sayısız yeni türün ortaya çıktığını gösteriyor. Yeni ve henüz isimlendirilmemiş cinsler de hesaba katıldığında dünya üzerinde varlığını sürdürdüğünü düşündükleri muhtemel karınca cinsi sayısının 350 civarı, tür sayısının da 20.000’den fazla olduğunun tahmin edildiğini not düşmüşler. Yakın tarihli rakamlara internetten baktım, kayıt altına alınmış karınca türü sayısı 12.000’i geçmiş bile. Phase IV, bu karınca türlerinin dünya dışı bir etki sonucu zekâ sahibi olmalarını anlatıyor.
Hikâye son derece basit ve yalın. Uzayda bir gariplik oluyor ve nedendir bilinmez bunun sıra dışı etkileri ilk olarak Arizona’daki karınca kolonilerinde gözlemleniyor. Bunu ilk fark eden de Dr. Ernest D. Hubbs adında bir İngiliz biyolog oluyor. Hubbs’ın bulgularına göre karıncalar kendilerinden katiyen beklenmeyen endişe verici davranışlar sergilemeye başlamışlardır. Artık toplanıyorlar, iletişim kuruyorlar ve bazı kararlar alıyorlardır. Karıncalar önce rakip/düşman durumdaki diğer türlerle anlaşıyorlar. Mesela termitlerle. Sonra ortak düşmanlara (kendileriyle beslenen türlere) karşı ortak hareket etme kararı alıyorlar ve uygulamaya koyuyorlar. Böylece organize savunma ve saldırılarla kısa bir süre içinde karıncalarla beslenen peygamberdevesi, kırkayak ve örümcek gibi türleri bertaraf ediyorlar. Bu türlerin Arizona Vadisi’ndeki popülasyonu süratle düşüyor ve doğal olarak karınca nüfusu da artıyor.
Dr. Hubbs yanına matematiksel iletişim uzmanı olan James R. Lesko’yu da alıp anomali teşkil eden durumu ilgili bölgede kurulacak Deney İstasyonu’nda gözlemlemeye karar veriyor. Yöre halkına tehdit teşkil etmeye başlayan “zeki” karıncalar günden güne güçlenirken Hubbs’ın ve Lesko’nun bilimsel çalışmaları da ilerleme kaydediyor hatta Lesko karıncalarla iletişime geçmenin de bir yolunu buluyor. Bu arada, bir aile hariç bölgedeki çiftçi aileleri tahliye ediliyor. Ve çok geçmeden insanlarla karıncalar arasında büyük bir yıkıma ve çok sayıda ölüme yol açan bir savaş patlak veriyor. Üstelik zekâya ve tekniğe dayalı bir savaş oluyor bu. Şimdilik hikâyenin gelişimine dair anlatıyı burada kesiyorum. Bu filmi evde iki defa daha izledim, bazı sahnelerini ise defalarca. Ayrıca Barry N. Malzberg’in filmden uyarlanan ve bazı detayları genişleten heyecan verici romanını (novelization) da okudum. O nedenle, hikâyenin ilerleyişini başka bir yazıya bırakarak yazının geri kalanında bu filmi kült mertebesine taşıyan özelliklere odaklanmak istiyorum.
Phase IV’u kült mertebesine eriştiren en önemli özellik, karıncaların kullanılma şekli. Evet, hikâyenin neredeyse yarısında gerçek karıncalar sahne alıyor. Onların hareketleri ve eylemleri senaryoyla bütünlük teşkil edecek şekilde tasarlanmış. Bug (1975) filminde hamam böcekleriyle harikalar yaratan böcek bilimci Ken Middleham’ın karıncalara yaptırdığı şeyler inanılmaz. Âdeta rolü için yönetmenden komutan alan oyuncular gibi oynamışlar. Karıncalardan hesaplı, organize ve kesinlik duygusu taşıyan hareketler izliyoruz. Favori sahnem, kimyasal saldırıya maruz kaldıklarında panzehri hazırlamak, daha doğrusu (ilgili kimyasala karşı) bağışıklık kazanmak için geçirdikleri süreci aktaran sahne oldu. Tek kelimeyle büyüleyici. Açılıştaki 7 dakikalık sekanstan ve o sekansın en çarpıcı kısmı olan “örümceğe toplu saldırı” sahnesinden bile daha etkileyici. Bağışıklık sahnesinde karıncaların ne yaptıklarına ve ne amaçladıklarına dair mikrop kadar şüphemiz kalmıyor. Evet, konuşma yok, üst-ses (anlatıcı) yok ama her şey o kadar net ve berrak ki… Hem açılış sahnesini hem de bu sahneyi küçük bir ekrandan seyretmek durumunda kalanlar/kalacaklar adına üzülüyorum çünkü bu sahnede kullanılan (“görev alan” mı deseydik?) canlıların adanmışlık duygusuna gözlerinizle şahit oluyorsunuz. Müthiş bir illüzyon bu. Ben filmi Kadıköy Rexx’te izledim ve detaylarla âdeta büyülendim. Lütfen bu filmi mümkün olduğunca büyük bir ekranda seyrediniz.
Tabii karıncaların oyunculuğundan bahsetmişken Willy Kemplen’in müthiş kurgusunu anmadan geçmek olmaz. Kemplen, hareket dizgeleri arasındaki ritmi başarıyla ayarlıyor. Astlar ve üstler arasındaki dengeyi/düzeni/nizamı bile seziyorsunuz. Kamera yükseklikleri değişiyor, kimi zaman yardımcı sesler kullanılıyor. Mayo Simon’un kuş yuvasında akrep bulma tedirginliği yaratan ve kreşendo şeklinde adım adım artan bir gerginlikle örülü senaryosu muhteşem. Tabii hakkını teslim edelim, bütün bunları bir araya getiren Saul Bass’tan başkası değil. Ayrıca Bass’ın piramitvari kuleleri falan inanılmaz, orada sanatını konuşturmuş diyebiliriz. Bass, film özellikle post prodüksiyon aşamasındayken yapımeviyle sık sık karşı karşıya geliyor, tasarladığı finali filme eklemesini istemiyorlar, büyük bir baskı kuruyorlar ve çok sayıda yerine müdahale ediyorlar. Bass ise elinden geldiğince 2001: A Space Odyssey (1968) gibi özgün bir iş ortaya koymaya çalışıyor, finalde ısrar ediyor ama sonuçta stüdyonun dediği oluyor. Yine de Dali ve Magritte’in sıra dışı eserlerine gönderme yapan o üst-gerçekçi (sürrealist) final günümüze ulaşmış durumda, daha doğrusu 2012 yılında 1973-1974 yıllarında çeşitli vesilelerle gösterilmiş orijinal bir kopya bulundu. Renk problemi olan bu kopya üzerinde biraz çalışıldı, düzeltildi ve yayınlandı (biz de yazının sonuna ilave ediyoruz, filmi seyrettikten sonra izleyebilirsiniz). İşin ilginci, orijinal senaryoda dört safhadan/bölümden oluşan film adını o finalden alıyor ama nihai versiyonda o final yok. Dördüncü safha başladığında film bitiyor. Yine de bu, beklenenin aksine, sanki insanın böğrüne saplanan bir bıçak gibi, mevcut versiyonun etkisini katlıyor. İlk üç safhayı izliyoruz ve son safha hayal gücümüze bırakılıyor. Tıpkı bu yıl Netflix’de izlediğimiz Annihilation’da olduğu gibi… Ki insan türünü kontrol altına almak için köleleştirdiği çifti kullanıp gizlice yayılma politikası güden dünya dışı yaşam formlarını içeren Annihilation’ın atasının Saul Bass’ın Phase IV’u (1974) olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyor, bunu da yeri gelmişken not düşeyim.
Phase IV’u izlemeden önce şu bilgileri göz önünde bulundurun. Uzmanlara göre, şu anda dünyada kişi başına en iyimser tahminle en az 1,6 milyon karınca düşüyormuş ve karıncalar şimdikinin sadece beş katı büyüklükte olsaydı, insanlığın hayatta kalmak amacıyla gerekli önlemleri alması için maksimum 1 yılı kalırmış. Üstelik birçok karınca türünde köleleştirme geleneği varmış, evet, yanlış duymadınız. Bu ilk kez 1804 yılında Pierre Huber tarafından keşfedilmiş. John Sudd ve Nigel Franks’in kaleme aldığı “Karıncaların Davranışsal Ekolojisi” adlı kitaba göz atarsanız kanınız donabilir. Son iki yüzyılda Formicinae ve Myrmicinae ailesine mensup üyelerde köleciliğin ikişer kat arttığı gözlemlenmiş, yani evrimleri köleleştirmeye yatkın şekilde genişliyormuş. Kırmızı karıncalar ve Amazon karıncaları gibi çok sayıda türün ulaştığı kölelik anlayışının dehşetini şöyle anlatayım. Sadece aynı aileye mensup üyeleri (uzak akrabaları) değil, başka ailelere mensup canlıları da köleleştirdikleri gözlemlenmiş! İstenileni yapmayanı, takatten düşeni yiyorlarmış. O nedenle bu filmdeki gibi bir şekilde zekâları artarsa neler olabileceğini/yaşanabileceğini hayal gücünüze bırakıyorum. Saul Bass’ın dehşet verici bir ihtimale dair uyarı niteliği taşıyan Phase IV’unu kaçırmayın. Yok böyle bir film.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
Not: İstanbul Film Festivali, Phase IV’u “Safha 4” olarak tercüme etti, açıkçası ben bu kullanımı sevmiyorum. Üçüncü Richard’a Richard 3/III, İkinci Mehmet’e Mehmet 2/II, 10 Kasım’a Kasım 10 demek gibi bir garabet. Maalesef yabancı dildeki bu kullanım giderek yaygınlaşıyor ve ben elimden geldiğince bundan kaçınmaya çalışacağım. O yüzden Phase IV’a “Dördüncü Safha” ya da “4. Safha” denmesi taraftarıyım.
[/box]
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- Hölldobler, Bert ve Edward O. Wilson. “JOURNEY TO THE ANTS: A STORY OF SCIENTIFIC EXPLORATION”, 1994. ABD.
- Hölldobler, Bert ve Edward O. Wilson. “THE ANTS”, 1990. Harvard University Press, ABD.
- Sudd, John H. ve Nigel R. Franks, “THE BEHAVIOURAL ECOLOGY OF ANTS”, 1987. Chapman and Hall, ABD.
- www.imdb.com
- www.1000misspenthours.com
[/box]
Saul Bass’ın jenerik tasarımları
Phase IV’un kayıp finali
https://www.youtube.com/watch?v=beLpsWaUDNk
Tekrar merhaba. Daha önce de tek tük tünemişliğim olmuştu yazı altlarınıza. Düzenli takip etmeye değer çok az yazar var.
İlk kez duyuyorum filmi, iyi bir sinefil olmama rağmen. Türü sevmem bir yana, şu yazının üzerine meraka kapılmak zaten işten değil. Elinize sağlık. Rehber oldunuz.
Çok teşekkür ediyorum, faydamız dokunabilmişse ne mutlu. İşim gereği her yıl sayısız film, dizi ve belgesel izliyorum. Ayrıca hobim yüzünden de her yıl yüzlerce film izliyorum. Çok uzun yıllardır hemen her gün sinema kitabı okurum. Film kritikleri, bilimsel makaleler, YouTube videoları… Sürekli araştırırım. Yine de hemen hemen her ay tüm hayatım boyunca hiç duymadığım filmler duyarım :)
Sinema çok geniş ve derin bir okyanus hatta bir okyanustan çok, bir evren.
Saygılar…
Bu film 1980’lerin sonlarına doğru “Dört Safha” adıyla TRT’de yayınlanmıştı. Gündüz saatleriydi ve ailecek izlemiştik, korku değil salt bilimkurgu olarak görüldüğü için herhalde o saatte yayınlamışlar.
Sonraları nihayet bir video cihazı edindiğimde tekrar yayınlanmasını çok bekledim ama bir daha oynatmadılar. 2000’lere doğru ülkemizde yabancı kaynaklar biraz daha ulaşılır hâle geldiğinde bulabildiğim sinema kitaplarında aramış, ama ancak bir-iki tanesinde ikişer satırllık tanıtımına rastlamıştım. Oysa bence de uzun uzadıya analize değer bir eser. Bir süre önce blu-ray versiyonu piyasaya sürüldü.