29 Temmuz 1967 yılında doğan ABD’li aktör Philip Seymour Hoffman 2 Şubat 2014 tarihinde 46 yaşında tahminen aşırı dozda uyuşturucu yüzünden hayatını kaybetti.
Bu haberi hepimiz bir şekilde işittik ve belki de daha önce hiç dikkatimizi çekmeyen bu sarışın ve Hollywood’un diğer aktörlerine nazaran sıradan görünüşlü adamı merak ettik. Şahsen benim onunla ilk karşılaşmam Al Pacino’nun 1992 tarihli “Scent of a Woman” filmi ile olmuştu. Babasının parasının ve koltuğunun arkasına saklanan zengin, şımarık ve korkak bir çocuğu canlandırıyordu yapımda. O sene Al Pacino’nun karşısında sanık sandalyesinde oturmuş ve kendini kaçamak bakışları ve umursamaz tavırlarının arkasından göstermeye çabalamıştı. O filmle Al Pacino Oscar’ı kucaklarken o annesinin hayalini kendi hayali yapmış ve ondan tam on üç sene sonra Philip Seymour Hoffman kendi Oscar’ını annesine teşekkür ederek kucaklamıştı. Ünlü olmak böyledir. Yaşarken pek dikkati çekmeseniz de öldüğünüzde asıl değerinize kavuşmuş olursunuz. Ölmek uyanmaktır ya bazı inanışlara göre şöhret de aslında öldüğünüzde uyanır. Bu kural onun içinde değişmedi. Artık daha da parlak bir yıldız oldu kendi semalarında yanan!
İşte Philip Seymour Hoffman’dan kalan…
Capote (2005)
“Kabul edilen dualara edilmeyenlerden daha çok yaş dökülür!” Truman Capote
2005 mahsulü yapım, Gerald Clarke’ın biyografi kitabı “Capote”den esinlenilerek beyazperdeye aktarılan bir biyografidir. Kısa öykü ve roman yazarı olan Truman Capote’nin “In Cold Blood” adlı romanını nasıl yazdığını konu alan film düşük bütçesine rağmen beş dalda Oscar’a aday olmuş ve Philip Seymour Hoffman’a “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırmıştır.
“15 Kasım 1959”
Capote The New Yorker dergisi için muhabirlik yapan bir yazardır. Tiffany’de Kahvaltı romanı çok tutmuş ve beyazperdeye aktarılmıştır. Truman yeni bir kitap arayışı içerisindedir. Ve o kitap üçüncü sayfa haberi olan bir cinayeti görmesiyle şekillenmeye başlar. Kansas’ta dört kişilik bir aile vahşice öldürülmüştür. Capote en iyi arkadaşı Harper Lee ile bu cinayeti haber yapmaya gider. Fakat oraya gittiğinde anlar ki bu hikâye tek sayfalık bir haber olmaktan çok daha ötesidir. Yapımın yönetmen koltuğunda Bennett Miller oturuyordu. Capote’a hayat veren isim ise Philip Seymour Hoffman’dı. Hoffman yazara hem sesiyle, hem iç karışıklıklarıyla, hem de görüntüsüyle hayat vermişti. Tutarlı ve hiç aksamayan performansıyla oyunculuk kalitesini bir kez daha kanıtlamıştı aktör. Konusu itibariyle adamı ipten almak tarzındaki filmlerin aksine bir yazarın kitabı için ne kadar ileri gidebileceğini, hatta kurtulması mümkün olmayan bir mahkuma verdiği ümit sayesinde hayatını ve suçunu tüm içtenliğiyle anlattırmasını seyretmiştik.
Doubt (2008)
“Emin olmadığınız anlarda ne yaparsınız? Bugün ki vaazımın konusu bu… Geçen yıl başkan Kennedy suikasta uğradığında aramızda kim derin bir kaygı ruh haline bürünmedi ki? Çaresizlik! Hangi yol? Peki ya şimdi? İnsanların birlikte oturdukları, kenetlendikleri zamandı, umutsuzluk hisleriyle. Ama bunu bir düşünün! Yoldaşınızla olan bağınız sizin çaresizliğinizdi!”
Başrollerini Meryl Streep’le paylaştığı filmde peder Flynn olarak böyle sesleniyordu perdeden. Yönetmenliğini John Patrick Shanley’in üstlendiği yapımın aslında tek iyi tarafı da bu iki güçlü oyuncuyu karşılıklı atışırken seyretmekti. Yapım 5 dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Bu adaylıklar arasında “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” kategorileri de vardı. Filmin hikâyesi ise katı dini kurallarla eğitim veren St. Nicholas Kilisesi ve Okulu’nun katı ve bağnaz müdiresi Aloysius’ın (Meryl Streep), okulun sevecen ve yenilikçi pederi Flynn’e duyduğu şüphe çerçevesinde ilerler. Rahibeye göre peder Flynn erkek çocuklara özellikle de okulun tek zenci öğrencisine aşırı ilgi göstermektedir ve bu normal değildir.
Charlie Wilson’s War (2007)
“Bu filmde gördüğünüz her şey yaşandı. Yaşanan her şey harikaydı ve dünyayı değiştirdi. Fakat sonunda her şeyi mahvettik.”
Politik eleştirileri nasıl beyaz perdeye aktaracağını ve bunu irrite etmeden, saklamadan ve kırdırmadan nasıl uygulayacağını çok iyi bilen bir yönetmen var karşımızda, Mike Nichols. Başrollerini Tom Hanks, Julia Roberts ve Philip Seymour Hoffman’ın paylaştığı film izlenesi bir hikâyeyi anlatıyor ve gerçeğin ta kendisi.
Teksas’lı kongre üyesi Charlie Wilson, cömert bir bağışçısının ricası üzerine Afganistan’daki Sovyet İşgali sırasında direnişçilere gizlice silah temin eder ve Müslüman Afganistan’ın Sovyet İşgalinden kurtulması sağlar. Aslında tam bir kahramandır ta ki bölünüp parçalanan Afganistan tek başına yoksulluk ve iç karışıklık batağına düşene dek. Ki hikâye bu kısımda son bulur. Film çarpıcı konusu, aktarımı ve oyunculuk performansları ile 65. Altın Küre Ödüllerinde 5 dalda aday gösterildi. Bu adaylıklara “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Philip Seymour Hoffman da dâhildi. Yapımda kaba, gösterişsiz, sinirli ve kendine hâkim olamayan CIA ajanı Gust Avrakotos’u canlandırıyordu. Özellikle de patronunun camını ikinci kez kırdığı sahneyle bitip tükenmeyen oyunculuk enerjisini gözler önüne sermişti. Filmin en çok dikkat çeken karakteri olmayı başarmıştı.
The Savages (2007)
Amerikan Bağımsız sinemasının ürünlerinden olan yapım yönetmeni Tamara Jenkins’in gözünden bir aile dramını aktarıyordu. Bunamaya başlayan babalarıyla uzun süredir görüşmeyen iki kardeşin babalarına sahip çıkmak zorunda kalmalarıyla başlayan yapım karakter çözümlemelerinin başarısı ve oyunculuk performanslarıyla diğer benzerlerinden ayrılmayı başarıyordu. Seyir boyunca bizlere aile, yaşam, hırslar, başarı ve içimizdeki çocuğu büyütmek adına püf noktaları veriyor ve bunu sade anlatımıyla taçlandırıyordu.
Hoffman filmde Brecht ile ilgili romanını yaşam gayesi yapan özel hayatındaki başarısızlıkları kariyeriyle bastırmaya çalışan dışında soğuk ve duygusuz fakat içinde büyümeye çalışan bir çocuk-adamı Dr. John’u canlandırıyor ve bunu çok büyük bir başarıyla gerçekleştiriyordu. Çocuklaşan babasına başlangıçta mecburiyetten ilgi gösteren John bir kez daha onunla çocuklaşıyor ve yeniden büyüyordu. Tabi ona hayat veren aktörü sayesinde…
The Master (2012)
“Bir sürü iş yapıyorum. Yazarım, doktorum, nükleer fizikçi ve teorik felsefeciyim. Ama her şeyden önce insanım. Senin gibi umutsuzca yaşamı sorgulayan bir insan!”
Yönetmen, yapımcı ve senarist olarak filme imzasını atan isim Paul Thomas Anderson. Oyuncu koltuğunda Bu kez Philip Seymour Hoffman’nın Joaquin Phoenix’e eşlik ettiğini görüyoruz. Yapım günümüzün en önemli sorularından birini hikâye ediyor. Nereye aitsin ve kiminle birliktesin? 2. Dünya Savaş’ında mücadele etmiş Freddie Quell’in yolu, savaş sonrasında tutunamadığı hayata “The Cause” hareketinin kurucu üyesi Lancaster Dodd’la yani üstatla tanışmasıyla ve onun hareketine asker olmasıyla değişir.
Hoffman bu kez Dodd’la kendine hâkim, görüntüde iyi bir aile babası ve akıllı, sakin bir lideri canlandırır. Dodd kendi hareketine asker toplamaktadır. Amacı savaş sonrası bozulan, hırpalanan ruhları ve kimlikleri iyileştirmektir lakin içinde bir canavar yatmaktadır. Kendi hareketine karşı çıkanları ne pahasına olursa olsun durduran bir canavar. Hoffman bu yapımında da mükemmel oyunculuğunu konuşturmaktan ve can verdiği karakteri her yönüyle yansıtmaktan geri durmamıştır. Güçlü ve kesintisiz performansıyla akıllara kazınan bir oyunculuk sergilemiştir. Film üç dalda Oscar adaylığı getirirken emektarlarına Hoffman yine bu isimler arasındadır.
“Endişelerini bir süre bırak. Geri döndüğünde nasılsa orada olacaklar. Ve anılarında davetli değil!”
Son filminde böyle diyordu aktör. Sinema böyledir. Endişelerinizi bir kenara bırakır ve başka hayatları seyre dalarsınız. Hoffman bunu bize yaşatanlardandı.
Philip Seymour Hoffman üç çocuk babası ve hayatını filmlere vermiş iyi bir oyuncuydu. 40’tan fazla filmde rol aldı. Dizilerde rol aldı. Red Dragon (2002), The Big Lebowski (1998), Patch Adams (1998), 25th Hour (2002), Cold Mountain (2003), Before Devil Knows You’re Dead (2006) bu filmler arasındaydı. Fiziksel görüntüsü alışık olduğumuz yakışıklı oyuncu tanımına uymasa da o, oyunculuğuyla ve karakter seçimleriyle bu eksiğini kapatmıştı. Alkol ve uyuşturucu sorunundan muzdarip nice oyuncular gibi onunda sonu bu sahneyle kapandı. Kolunda bir enjentörle yalnız olarak perdeye elveda dedi. Fakat bir sanatçının ardından hatırlanması gereken tek şey sanatıdır bence. Biz de öyle yapalım istedik. Onu filmleriyle analım. Saygılarımızla…