İskoç yönetmen Peter Mullan’ın çektiği Magdalene Sisters (2002) ile uluslararası alanda ünlenen Magdalene çamaşırhaneleri vakası yeniden beyazperdede. The Lost Child of Philomena isimli kitaptan uyarlanan Philomena, Magdalene çamaşırhanelerinde yaşanan gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor ve Katolisizm ile onun öğretilerine ağır bir eleştiri getiriyor. Bu yıl, “En İyi Film” ödülü başta olmak üzere 4 dalda Oscar adayı da olan Philomena, 33. İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olarak seçildi.
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
Faaliyete geçtiği 18. yüzyılın ortalarından, son kurumun kapandığı 1996 yılına değin Magdalene çamaşırhaneleri yaklaşık 30 bin kadının “ıslah edilmesini” sağlayan yapılar olarak tarihe geçtiler. Adını, fahişelik yaparken tövbe eden, hatta Markos ve Yuhanna İncillerine göre İsa’yı öldükten ve gömüldükten sonra gören ilk kişi olan Magdalene’den alan bu kurumlar başlangıçta isimleriyle paralel bir gaye taşıyorlardı. İngiltere ve İrlanda’da kurtarma hareketi olarak ortaya çıkan bu evlerin resmi amacı fahişelik yapan kadınların ıslah edilmesi ve toplumda kendilerine yer bulabilmelerini sağlamaktı. Ancak zamanla, bilhassa Katolikliğin güçlü olduğu İrlanda’da kilisenin kontrolü altına giren bu kurumlar, kadınların sığındığı bir ev olmaktan çok uzağa giderek, birer çalışma evine dönüştüler. Toplum tarafından ahlaki bulunmayan herhangi bir tutum ve davranışa karıştıkları takdirde kendi rızasıyla gelen ya da aileleri tarafından gönderilen genç kızlar, kendilerine her konuda tam yetki tanınan gözlemci rahibelerin psikolojik ve fiziksel baskısı altında yıllarca işkence gördüler; çamaşırhanelerde çok zor koşullar altında çalıştırılarak cezalandırıldılar.
Genelde adı cinsel tacize karışmış, evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiren ya da seks işçiliği yapan kadınların gönderildiği bu çamaşırhanelerde günahlarının bedelini ödeyenlerden biri de filmin baş karakteri Philomena Lee… 18 yaşında ayrıldığı manastıra, evlilik dışı bir çocuk dünyaya getirmek üzere olduğu için geri dönen Philomena’nın rahibeler tarafından satılan çocuğunu bulma hikayesinin anlatıldığı kendisiyle aynı adı taşıyan filmi Philomena, esas olarak yaşlılık sürecini ele alsa da, geri dönüşlerle Magdalene evlerinde yaşadıklarına değinmekten geri kalmıyor. Ancak bu noktada yönetmen Stephen Frears’ın dert ettiği asıl konu, Philomena’nın Magdalene çamaşırhanelerinde yaşadıklarından ziyade orada aldığı dini eğitimin karakteri üzerindeki yansımaları…
Bu yüzden geçmişle ilişkili sekansları olabildiğince kısa tutarak, Philomena’ya ve onun çevresiyle olan etkileşimine ağırlık veriyor. Philomena’nın kendisine ve çocuğuna yapılanları bile bile, rahibeleri suçlamayı aklından dahi geçirmemesi, hatta birlikte oğlunu aradığı Martin Sixsmith’e karşı koruması, dinin ve dini eğitimin insan karakteri üzerindeki baskı mekanizmasının ve kutsallık atfedilen her nesneyi/kişiyi “günahsız” görmesinin bir sonucu olarak bu noktada önem kazanıyor. Elbette, insanın tekamül sürecinde filmde de bahsi geçen affetmek olgusu, en önemli parçalardan biridir. Ancak Philomena’nın karakterinde affetmek daha çok olgunlaşma sürecinin bir parçası olmak yerine – her ne kadar öyle gibi görünüp ilk etapta beni de yanıltsa da- aldığı dini eğitimin kendisine verdiği bir zaruret olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda filmin Katolisizmi, verdiği dini eğitim ile 20. yüzyılda dahi bireyi hür bir şekilde düşünüp karar vermekten ve bir tavır sergilemekten uzaklaştıran düşünce sistemini doğru bir biçimde sorguladığını düşünüyorum. Magdalene çamaşırhanelerinde yaşanan işkence görüntülerini yansıtıp filmin drama yanını ağırlaştırmaktansa, Philomena’nın naif ve bir o kadar da eğlenceli karakterine değinmeyi daha isabetli bulduğumu söylemeliyim. Zaten aslına bakılırsa Philomena’yı keyifli kılan unsur, dram ve mizahı çok eşit oranlarda harmanlayan bir film olmasında yatıyor…
Filmin dikkat çekici diğer tarafı ise, eşcinselliğe olan yaklaşımı çünkü böylesine ağır bir biçimde Katolik ahlak ve öğretileriyle yetiştirilen bir bireyin (Philomena) eşcinsellik söz konusu olduğunda hiç şaşırmaması hatta bu durumu hem kendi hem de seyirci gözünde normalleştirmesi… Bu çok önemli çünkü ebeveynlerin ilk duyduklarında asgari düzeyde bile olsa şaşırdıkları göz önünde bulundurulunca, Philomena Lee’nin davranışı daha da önem kazanıyor.
Jeff Pope ve Steve Coogan’ın Martin Sixsmith’in eserinden uyarladıkları senaryonun filmi serme kısmında kopukluklar hissedilse de genel yapı itibariyle izlenmesi kolay bir seyirlik olduğunu söylemek mümkün. Ancak bunun asıl sağlayıcısının Judi Dench olduğu da su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. 80 yaşındaki aktris, oyunuyla, yanında yöresindeki herkesi gölgede bırakmayı başarmış.
Dram içine serpilmiş mizahi öğeleri, Alexander Desplat imzalı müzikleri ve Judi Dench’in kusursuz oyunculuğuyla taçlanan Philomena’yı Oscar yarışında izlemediyseniz ya da İstanbul Film Festivali’nde kaçırırsanız, vizyonda hala şansınız olacak. Iskalamayın derim…
çok güzel film!