Lanetli Serinin Son Halkası
Her ne kadar hayranları tarafından üvey evlat muamelesi görse de kült serinin son halkası Poltergeist 3’ü sevmek için pek çok sebep var. Neler mi? Buyrun…
Tobe Hooper yönetmenliğinde çekilen 1982 yapımı kült korku filmi Poltergeist (Kötü Ruh) büyük ilgi görünce iki devam filmi daha çekildi. İlk iki bölüm seriyi tamamlar nitelikteyken üçüncü bölüm ilk iki bölümden biraz daha dışarda bir izlenim uyandırıyordu. Bundan ötürü müdür bilmem ama serinin üçüncü halkasına biraz haksızlık yapıldığı kanısındayım. Poltergeist 3 özellikle hikayesinde barındırdığı metaforları ile dikkate değer bir film.
İlk filmde hikayemiz Freeling ailesinin küçük kızları Carol Anne’e musallat olan kötü ruhların çevresinde gelişiyordu. Bilindiği gibi ailenin yaşadığı evin altında toplu bir mezar olduğu ortaya çıkmıştı. Bu toplu mezarda yatanlar ise bir tarikata mensup üyelerdi. Carol Anne’in masumiyeti vesilesi ile ‘ışığa’ çıkmak için çabalayan kötü ruhlara karşı ise ailenin en büyük silahı Zelda Rubinstein’ın canlandırdığı medyum Tangina’dır. Zamanına göre oldukça etkileyici efektleri bulunan film büyük bir başarı yakaladı. İkinci filmde yine Carol Anne’e dadanan kötü ruhları geri göndermek için bu sefer ruhani gücü bulunan kızılderili reisi aileye yardım etmiştir. İkinci filmde evin altındaki toplu mezarda bulunan tarikatın lideri Kane ile de tanışma şerefine nail olmuştuk. Kendisi yaşlı, soluk benizli ve bir o kadar korkunç yapısıyla akıllara kazınmayı başarmıştır. Julian Beck tarafından canlandırıldığının da altını çizelim.
Peki, üçüncü filmin çıtasındaki düşüşün sebebi neydi? Biraz buna odaklanmak istiyorum. Konun yine küçük Carol Anne’e musallat olan ruhlar ve bu kötü ruhların lideri Kane arasındaki mücadeleye odaklanıyor. 1988 yılında çekilen film ilk iki filmdeki kadroyu nispeten kaybetmişti. Carol Anne ortamda daha fazla kalmaması adına teyzesine gönderilmiştir. O dönemde git gide artan 80’lerin ve 90’ların meşhur plaza evlerinden birisinde oturan halası, kocası ve beraberlerindeki genç kiracı Donna Gardner birlikte yaşamaktadırlar. Carol Anne burada yaşamaya alışmaktadır. Hayatından memnundur. Ancak kötü ruhlar bu sefer genç kızı ele geçirmek adına teyzesi ve kocasına dadanacaktır.
Bu filmde kullanılan metaforlar oldukça önemlidir. Öyle ki korku sinemasının olmazsa olmazı nesnelerinden ‘ayna’nın bu filmde çok iyi kullanıldığını düşünüyorum. Gökdelen plaza evler, hem iş yeri hem evi aynı yerde bulundurma imkanı sağlıyordu. Ailenin tüm yaşamı neredeyse o plazadan çıkmaya bile gerek duymadan burada geçiyordu. İşte tam da 90’larda insanları hapsetmeye başlayan gökdelenler, ‘hepsi bir arada’ mantığı ile insanları doğal yaşamdan uzaklaştırmaya neden oluyordu. İnsanları hapseden bu kocaman binalar aslında en büyük kabusu da ortaya çıkarıyordu : Yalnızlık.
Tüm plaza koridorlarının aynalarla kaplı olması ise insanın kendine dönmesi, yalnızlaşmasını fevkalade şekilde yansıtıyordu. Aynadaki canavar yansımaları, kendi bedenine yerleşmiş korkunç yüzlerle karşılaşmak insanın robotlaşan evriminin farkına varması gerektiğinin altını çiziyordu. Olaya sadece ruhların dadandığı küçük kızı kurtarmak olarak bakarsak filmin ilk iki filmden pek ayrılmadığını görebiliriz. Ama işleniş, içerik ve göndermelerini topladığımızda olayın aslında sadece bu kadar basit olmadığını görürüz. Korku sinemasının temelinde yatan ‘zombileşme’ durumu insanların içe dönüklüğü, mekanikleşmesi ve hissizleşmesi ile eş değerdir. Robot kıvamındaki hissiz insanların kalıplar ve mevcut otoritenin dayattığı kurallar çevresinde yaşaması, tüketim toplumunun acınası bir şekilde kendisini göstermesi pek çok kez konu edinilmiştir. İşte Poltergeist 3’ün de içerisinde barındırdığı bu çoklu dinamik filmin aslında değerini gösteriyor.
Aynalar, kabuklardan sıyrılmayı temsil eden mukozadan çıkma sahneleri, ruhların pek çok farklı yüz ile temsil edilmesi, insanların plazalarda hapsoluşunu ve kendi bencil yaşamında ve belki de bilmeyerek yaşadığı bu hayatın -süslü ve eğlenceli gözükse de- nasıl bir hapishaneye dönüştüğünü görmek/göstermek bu filmin ana temalarından birisi ve bunu fevkalade yerine getirdiğini söyleyebilirim.
Devam filmlerinden –özellikle korku filmlerinde- daima ilk filmin kalitesinde bir iş beklemek ne kadar doğru bilinmez çünkü bildiğiniz gibi ilk filmlerin çıkış noktası dönemin siyasi ve sosyolojik olaylarına paralel bir yörünge izler. Bu bağlamda değişen algı, dönem filmlerin de evrilmesine neden olabiliyor. Poltergeist 3 her ne kadar ilk iki filmin altında kalmış gibi gözükse de yukarıda da bahsettiğim gibi dönemin sosyal olaylarını es geçmediği için bence takdire değer bir korku filmidir.
Her ne kadar Küçük Carol Anne’i canlandıran Heather O’Rourke’un bu filmlerden hemen sonra hayatını kaybetmesi, sette yaşanan talihsiz pek çok olay bu serinin lanetli olarak anılmasına sebep olsa da filmin korku sineması tarihinde kült mertebesinde bir pırlanta olduğunu belirtmek gerek. Filmin dönem içerisindeki yeri düşünüldüğünde, bu kült serinin değerinin daha da iyi anlaşılacağına eminim.
Egemen Tokatlıoğlu