70’li yıllar… Memleketin gördüğü en özgürlükçü anayasa olan 61 anayasası ile gelen ve maalesef bize bir numara bol gelen devrimci rüzgâr herkesi ve tüm sanat kollarını etkisi altına almış, ülke bir yandan birbiriyle anlaşamayan ideolojiler yüzünden anarşi ortamına sürüklenirken, bir yandan da tüm sanat dallarında en iyi örneklerini veriyor. Yeşilçam’ın söyleyecek çok sözü var ama seyircinin kargaşa yüzünden sokağa çıkamaması yüzünden işler kötüye gidiyor. Birkaç militan yönetmen yurt dışında da ses getiren filmler çekiyor fakat sektör 60’ların ucuz filmcilerinin çektiği uyduruk avantürler ya da erotik soslu seks komedileri ile bilet satarak bir çıkış arıyor. Bir yandan da yeni müthiş icat “televizyon” Yeşilçam’a darbe üzerine darbe vuruyor ve televizyon seyretme tembelliğinin (bedavacılığının) iyice oturması ve üstüne 1980 yılında sıkıyönetimin ilan edilmesi sebebiyle Yeşilçam sahipsiz bir ceset gibi son nefesini veriyor.
Yukarıda yazdığım kadarı, neredeyse tüm Yeşilçam eskileriyle yapılan sohbetlerde dile getirilen genel sebeptir ve kısmen doğrudur da… Ama Yeşilçam’ın ya da Türk sinemacılığının kıyametini asıl getiren asıl sebep “ucuzculuktur”… Bir şark kurnazlığıdır bu; ucuza hatta bedavaya çekilen bir filmi sektörde çalışan her emekçinin üstüne basa basa üreterek sunmak ve karşılığında büyük karlar beklemek… İşler uzun bir zaman yolunda gitse de yabancı filmlerin, dev setlerin, güçlü oyunculukların yavaş yavaş farkına varan seyircinin artık kendi insanının ona bir çadır tiyatrosu kıvamında bir şeyler sunmaya devam etmesini protesto edişi hep göz ardı edilir. Yeşilçam bitmiştir çünkü sinemadan gelen sinemaya dönmemiştir. Filmler çekerek kazanılan çuval dolusu parayla Adana’da ya da başka bir şehirde gazinolar satın alınmış oyuncu eskisi kadınlar şarkıcı diye burada sahneye çıkartılmıştır. 50’lerde ya da 60’larda bir nebze de olsa bulunan profesyonel duygu ki bunun büyük kısmı teknik işlere hâkim ermeni vatandaşlarımız sayesinde olmuştur; hepten terk edilmiş ve “hap yap para kap” tarzı bir üçkâğıtla yapılan işler bir süre sonra bünyeyi tamamen çürütmüştür.
Yerli sinemanın yok oluşunun üzerinden neredeyse bir otuz yıl geçti. Eşkıya ile başlayan yeni bir “halk için sinema” filmleri çekme denemeleri aşısı tuttu ve 80’lerin bar müdavimi entelektüel tayfa dışında kimsenin ilgisini çekmeyen kasvetli sanat filmleri dışında bir üretim alanı oluştu. (Gerçi hakkını yemeyelim tüm zamanların en iyi yerli örneklerinden biri olan Muhsin Bey de bir 80’ler ürünüdür.)
2008–2009 vizyonuna girerken görüyoruz ki bir zamanlar Sinemanın katili olarak gösterilen hatta Yeşilçam tayfası tarafından adı kanla cinayet mahaline yazılan “Televizyon” şu an yerli sinemanın kurtarıcısı olmuş durumda…, İçerik olarak giderek hafifleyen yeni üretim popüler sinema filmlerimiz genelde Şöhreti TV’de yakalamış komedyenlere dayanmakta… Bunlar arasında Recep İvedik ile fenomen bir karakter yaratan Şahan Gökbakan başı çekiyor. Magandalığın ve vandalizmin bir eleştirisi ya da karikatürü olarak başlayan ama son noktada bu duyguyu savunan ve yerleştirmeye çalışan Recep İvedik şu sıralar bir cep telefonu reklâmı serisi ve 2’ncisinin çekimiyle gündemde… Şahan kadar popüler olmayan yine de tanınan yüzler olan başka bir sürü komedyen de birbiri ardına yeni projelere imza atıyor ve dediğimiz gibi hepsi öyle ya da böyle TV üzerinden beslenen oyuncular… Saymak gerekirse: Peker Açıkalın, Alp Kırşan, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Şafak Sezer, Paşhan Yılmazel bu TV kökenli oyuncuların önde gelenlerinden…
Yapılan işlerin orijinal ve Yeşilçam geleneğine uygun yapımlar olduğunu söylemek ise pek mümkün değil ne yazık ki… Paşhan Yılmazel’in başrolünde oynadığı “Çılgın Dersane” serisi 80’lerde çoğu video piyasası için çekilmiş Amerikan gençlik komedilerinin, özellikle “Köftehorlar-Meat Balls” serisinin çok iyi analiz edilmemiş bir kopyası olurken, Şafak Sezer’de hangi akla hizmet olduğu tartışılır bir şekilde, “korku” denen janrı bir türlü oluşturamamış bir ülkede “Exorcist” parodisi yapmaya soyunuyor ve bol argolu bir “Kutsal Damacana” çekiyor. Yine son örneklerden birinde Melih Ekener yerli bir Austin Powers olma gayretine giriyor ve henüz vizyona girmemiş bir korku komedi olan “Destere”de de Peker Açıkalın doğaçlamadan güç alan sinema için tehlikeli olabilecek bir oyunculukla bilet satmaya hazırlanıyor.
Peki, bu üretim artışının sebebi nedir? Geçerli bahane, AVM gençliğinin ilgisini çekecek bir şeyler sunma telaşı olabilir. Fazla bütçe gerektirmeyen “meme ve kıçlar / tits’n ass” tarzı komediler giderek çoğalırken, bu tür filmlere cüzi bütçeler yatıran yapımcıların önünde, Tanınmamış oyuncular ve maliyeti iyice kısmak için bir Otel sponsorluğu ile çekilen gişe rekortmeni “Recep İvedik” duruyor. Görünen o ki 70’lerde gerçek sinemacıların artan sansür ile uzaklaştığı sırada geniş bir alan bulan Çetin İnanç, Yılmaz Atadeniz, Savaş eşici gibi bizim yerli “Grindhouse”cıların uyduruk filmlerle ama büyük kar beklentileriyle çektikleri filmlerle seyirciyi yerli sinemadan uzaklaştırmalarından ve sırf bu dönem yüzünden Türk Sinemasının tüm zamanlarının aşağılanmasından hiçbir ders alınmamış gibi görülüyor. Bu cahil cesareti bazen o kadar arsızlaşıyor ki; “18’ler Takımı” “Neşeli Gençlik” gibi video piyasasında dahi itibar görmeyecek çöpler, büyük filmlermiş gibi pazarlanıyor ve seyirci kredisi pervasızca harcanıyor.
Peki, hiç umut yok mu? Elbette var; Yılmaz Erdoğan gibi Tiyatro kökenli ya da Cem Yılmaz gibi sahne komedyenliğinden gelen bazı isimler tüm bu hengâmenin arasında Melies’in ruhuyla yerli popüler sinemaya sahip çıkmaya çalışıyor. Özellikle sinema alanında çok fazla üretken olmamasına rağmen (elbette bunu seçiciliğine de bağlamak mümkün) teknik ve yaratımcı anlamda yetkin işler üreten Cem Yılmaz’ın son filmi olan “A.R.O.G” çekim disiplini, iddialı setleri ve teknik yenilikleri ile yerli sinemanın her zamanki “ucuzculuk” endişesine kapılmadan sektörleşme yönünde ki umutları yeşertiyor. Cem Yılmaz filmlerinin sinema gösterimi biter bitmez çıkan itinalı DVD setleri de seyirciye ve dolayısı ile tüketiciye verilen önemin bir başka örneği… Bu anlamda Cem Yılmaz diğer popüler üretimcilerden ayrılıyor ve para kazanırken yapılan işin hakkını vermek gerektiğini hatırlatıyor. Seyircinin ilgisini çekecek yerli sinema örneklerinin şu an engin bir hoşgörüyle karşılandığı ve ama içinde özellikle “Mehmet Ali Erbil” barındıran filmlerden başlayarak direkt seyirciden gelen bir eleştiri ortamı oluştuğunu hatırlatalım. Açıkçası “Keloğlan Kara Prense Karşı” filmini görmüş, buna para harcayarak bilet satın almış bir seyircinin bu tür örneklerin çoğalması durumunda yeniden kendi sinemasına sırt döneceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Başka bir taraftan saldıran milliyetçi sinema akımı ise yine 70’lerde ki hataları tekrarlayarak içi boş, propagandist ve yanlı bir yaklaşımla üretilmiş işler yapıyor. Neyse ki korkulan “Vadi” filmleri furyası henüz başlamadı. Milliyetçi sinema şimdilik Cumhuriyet’in ilk yıllarına ya da Güneydoğu sorununa odaklanmaya karar vermiş gibi gözüküyor. Fakat bu filmlerin de seyircide gerçek bir tatmin sağladığını söylemek zor. Bu sorun elbette Yerli sinema üretim anlayışının sektörleşememek yüzünden farklı türleri denemeye çalıştığı an özellikle teknik anlamda çökmesi olarak tanımlanabilir ve bu ekiplerin cesaretlerinin kırılmasına ve tekrar az maliyetli, az riskli komedi ya da dramın sularına dönmelerine sebep oluyor.
Yazının sonuna geldiğimde anlatmak istediklerimi kısaca özetlemem gerekirse; Türk sinemacılığı ısrarla yanlış formülleri uygulamaya devam etmekte ve sağlıklı bir gelir gider yapısı sunamamaktadır. Şimdilik TV yıldızları ve teknik adamlarıyla yoluna devam eden bu oluşumun uzun vadede seyircide yeni bir küsme duygusu yaratacağı aşikârdır ve ne yazık ki bir süre daha bu konuda ciddi bir çalışma yapılacağını sanmıyorum. Fakat 80’lerde olduğu gibi “ucuzcu”lar tarafından yapılan bu hataların “Türk Sineması”nın tamamı için tehlike arz ettiğini görmekte ve ziyadesiyle üzülmekteyiz. Ufukta görünen, can simidi sayılabilecek bir “arabesk filmleri” ya da “seks furyası”nın da olmadığını, şu anki seyirci sabrının zorlanması halinde de salonların hepten “altyazılı” filmlere kalacağını öngörerek aranızdan ayrılıyorum sevgili ‘Öteki Sinema’ okuyucuları…
Murat Tolga Şen
Halkımız şu anda yerli filmlere inanılmaz bir talep gösteriyor. Sizin de söylediğiniz gibi yapımcılar bu durumu gözönüne almalı ve düzgün yapımlarla seyircinin karşısına çıkmalı.
Yukarıda saydığınız yerli filmlerden sadece Kutsal Damacanayı izledim. Onda da biraz gülmeye başlamışken dakikalarca süren döne döne gaz çıkarma sahnesi yüzünden sinirlerim bozuldu.
Çoğu filmdeki kalitesizliğe rağmen halk iyi niyetle her yerli filmde salonları doldurmaya devam ediyor. Umarım yapımcılar hep aynı genç tayfayı oynattıkları taklit komedileri ve ne idüğü belirsiz ucube filmleri yapmaktan vazgeçerler.
Geneli olarak yerinde saptamalarla dolu bir yazı. Bu nedenle teşekkür etmek gerekli. Yine de Cem Yılmaz filmlerinin yazıda eksikliğinden dem vurulan “sektörleşme” yönünde olumlu bir adım olarak görülmesi biraz zor. Evet para harcanmış bu filmlere ama gözünüzün içine sokulan sponsorlar, yüzeysel ve 20 yıllık espriler derken ortaya sadece UFO tasarımı ve iç mekanlara gösterilen özen yüzünden asla ve asla kalıcı olamayacak, herhangi bir “değerler sistemi” üzerinde durmayan filmler çıkıyor. Sonuçta savunulan karakterin Recep İvedik’ten farklı olmadığı (kazıkçı halıcı, turisti/yabancıyı yolunacak kaz ya da yatağa atılacak hatun gören ve bu konuda bir değişiklik sergilemeyen)ve yine sonuçta ülkeyi “Çarşı kültürü” egemenliğine sunan bir film ya da filmler dizisi sanırım önümüzdeki günlerde devam edecek.
Biz uzaya gidemeyiz. Gidersek komik oluruz. “Turist Ömer”‘den beri Türk sinemasında bir yenilik görülmüyor. Hala şarki karakterlerin olmayacak durumlara düşerek kızı elde etmesi (nedense?) üzerine kurulu bir formülü satmaya çalışan ve sadece bu işe yatıracak parası olduğu için ve emekçi çalıştırdığı için takdir görebilecek Cem Yılmaz filmleri var artık. Para için iki film arasında (iki reklam arasında demek lazımdı aslında çünkü onu da yaptı) sponsor değiştiren ve sadece “satmak” üzerine kurulu bir filmcilikten bir gelecek beklemek pek mantıklı değil. Ancak kopyaları takip eder bu anlayışı… Platonik deyimle “kopyanın kopyaları”…
Teşekkürler ve saygılarımla…
Bu arada G.O.R.A’nın kabaca da olsa Galaxy Quest (1999, Yön: Dean Parisot) üzerine kurulmuş olduğunu farkeden tek kişi ben olamam herhalde. Elbette zaten ciddi olmak gibi bir kaygısı olmayan ve başka filmlerden malzeme almakta (çalıp-çırpmakta ya da mizahi olarak açıkça kullanmakta vb vb)kaygı görmeyen bir filmin bu türden bir girişiminde de bir sorun olmayacaktır. Ama Galaxy Quest’i tekrar izleyerek aslında kendisi de hiç de ciddi olmayan bu filmin bile ne kadar ilginç okumalar yaratabildiğini farkedince insan bizimkilere bir kez daha kızıyor. Ciddi olmadan bile entellektüel yorumda bulunabilir ya da ilginç şeyler yapabilir, orijinal olabilir isterse insan. Onca milyon dolar ortaya koyup çıkan eserlerin bütün görsel görkem ve teknik potansiyale rağmen fındık fıstık statüsünde olması gerçekten kafa karıştırıcı. Kimse Cem Yılmaz’dan 2001’e ya da Solaris’e denk birşeyler yaratmasını beklemiyor. Ama uzay yolculuğunun evdeki bilgisayarla bile 3D modellenebileceği, dijital film yapımcılığının evlere ve sınıflara kadar girdiği bir dönemde yaptığımız en iyi şeyin hala Turist Ömer’den farklı olmaması bize bunları yazdırmaya itti şu garip Ankara bayram tatilinde…
Bence Türk sineması hollywoodlaşıyor. Ama kalite ya da sektör olmakla ilgisi yok bunun.Dünyada pek çok film festivalinde ödül alan filmleri üreten yönetmenler bile senaryo ve profesyonellik anlamında çok ciddi yapımlar üretmiyorlar. Yani sektör olamadığını biliyoruz.
Hollywoodlaşma ve kalite konusuna gelince. Son dönemde yapılan ve çok gişe yapan filmlere bakalım. Bunlar bir insan hikayesi mi anlatıyor hollywood un kurmaca politik ve popüler kültür dikte eden tarzını mı andırıyor. Buna göre son dönem filmleri üç kısma ayırabiliriz. Bir grup siyasi filmler, diğerleri popüler kültür filmleri ve üçüncü grup çakma sanat filmleri. İlk grupta ülkenin değerlerini küçülten, geleceğe dönük hayal kırıcı hollywood tarzı mesajları türkçe veren filmler var. İkinci grupta ise insanımızı kaba saba ilkel çizen ve bu anlamda geleceğe dönük genç nüfusu çok olan bir ülkede bozulmuş ahlak ve sosyal yapıyı öne süren sıradan yapımlar var. Gülmek adına.
Sinema bize aitse yapımlarda döneminin en ünlülerinin, siyasi bir konuyu sosyal ve insani boyutları ile veren senaryosu kuvvetli akılda kalıcı toplumsal etkisi olan yapımları bekliyoruz. İlk dönemde bu yönde gideceği düşünülen yeni Türk sineması artık bu çizgiden uzaklaşmış sıradan, politik ve bize ait olmayan yapımlar türemiştir. Türeyen bu yapımların içerdiği bazı mesajlar değme yabancı filmde verilemeyecek derecede saldırgan ve küçültücüdür. Birden türeyen senaryoları ile bunları tanımak mümkün.
Beni tek memnun eden bir sektörün daha güçlenmesi. Yani olayın ekonomik boyutu. İkinci olarak gittikçe bu köpük filmler tüketildikce talebin daha kaliteli filmler üretilmesi yönünde olmasıyla üretilecek yapımlardır…
Doğru düzgün sinema bilinci ve sinema sektörü olmayan bir ülkede olması muhtemel bir durum. Dalga dalga moda olan akımlar var, “ilk Türk korku filmi” furyamız bitti, anti-kahramanların başrolde oynadığı filmler modası başladı zannedersem. Recep İvedik, Muro ve kazandıkları üstün başarı (!) üzerine çıkacak olan benzerlerine bir süre daha tahammül etmeye çalışacağız.
Eklemeden de geçemeyeceğim, bu knou her açıldığında söylüyorum çünkü: Sağdan soldan araklayarak nereye kadar varacağımızı merak ediyorum. En basitinden Kairo’yu izle, kopyala, yapıştır, Dabbe çek. Kolay iş. Kolay film. Kolay para. Bir de neden ülkende olmayan bir janrın parodisini yaparsın? Scary Movie gibi bir Hollywood filmi bile yeterince komik değilken neden başkalarının ürettiği şeylerle dalga geçildiğine akıl sır erdiremiyorum.
Bana göre bir gerçek var ki o da bu kadar hakiki çöp filmin arasında ülkemizde çekilen orta karar filmler bile insanın gözüne Yurttaş Kane gibi gözüküyor bir süreden sonra. Kötünün iyisi aslında. Bakalım tamamen ne zaman kuruyacak Türk sineması?