37. İstanbul Film Festivali’nin “Dünya Festivallerinden” bölümünde yer alan Pororoca, Rumen Yeni Dalga sinemasının taze örneklerinden biri. Filme geçmeden önce isminin anlamına bir göz atalım. Pororoca, Portekizce bir kelime. Amazon nehrinin Atlas Okyanusu’na bağlandığı ağızda meydana gelen gelgitten dolayı boyu 4 metreye kadar ulaşabilen devasa dalgaların, nehrin 800 km içerisine kadar ilerleyip sebep olduğu sel, Pororoca olarak isimlendiriliyor. Yerel dillerden Tupi dilinden gelen kelimenin birebir karşılığı ise “büyük kükreme”. Aynı zamanda “poroc” (koparıp, parçalayıp ayırmak) ve “oca” (ev) kelimelerinin birleşiminden oluştuğu da söyleniyor. Her hâlükârda filme cuk oturan bir isim.
Cristina ve Tudor Ionescu, 5 yaşındaki kızları Maria ve 7 yaşındaki oğulları Ilie ile beraber mutlu bir aile tablosu çizmektedir. Gelir durumu iyi olduğu anlaşılan aile, bir Rumen şehrindeki şık bir apartmanda, sıradan gözüken, sıkıntısız bir hayat yaşamaktadır. Tudor, bir Pazar sabahı çocukları parka götürür. Maria kaybolur ve ailenin hayatı kökünden değişir.
Bugüne kadar her ebeveynin bilinçli ya da bilinçsiz olarak korktuğu benzer trajedilerin yer aldığı birçok filmle karşılaştık. Çocuğun kaybolmasının (ya da ölmesinin) birçok ailenin yıkımına neden olduğuna şahit olduk. Fakat kaybolmanın hemen ardından yaşanan süreci bu denli mikroskobik incelemeye tabi tutan bir filmle o denli sık karşılaşamazsınız. Yönetmen ve senarist Constantin Popescu, 152 dakika süren filminde aynı Amazon nehrinin girişinde meydana gelene benzer dev bir dalganın Tudor’u nasıl parçalara ayırıp felakete sürüklediğini aktarıyor.
Evet, Pororoca olan biteni babanın gözünden anlatıyor. Kamera, kaybolmadan önceki kısa bölümde de, sonrasında da hep onu takip ediyor. Hele kaybolmanın gerçekleştiği, yaklaşık 20 dakika süren park planını kesintisiz olarak çeken Popescu, -konusuna şöyle bir göz attığımız için küçük kızın kaybolacağını bildiğimizden- resmen tırnak yediren müthiş bir plan sekansa imza atmış. Kamera plan boyunca babayı takip ettiği için küçük kızın nasıl kaybolduğu görülmüyor, bu nedenle babanın o an yaşadığı çaresizlik bütünüyle hissediliyor.
*** Bundan sonraki kısım eser miktarda sürprizbozan içerir. ***
Kaybolmadan önce ailenin gayet sağlıklı işleyen bir ilişki içerisinde olduğu görülüyor. Maddi durumları yerinde, anne baba birbirleriyle konuşuyor, çocuklarıyla gayet ilgili, neredeyse kitaplarda tarif edilen dört dörtlük mükemmel bir aile yapısı gözleniyor. İlk tedirgin edici şüphenin su yüzüne çıkışı, Cristina’nın cep telefonuna gelen bir aramaya cevap vermemesi ile gerçekleşiyor. Kocasının “neden cevap vermiyorsun” sorusunu, “amaan eski bir müşteri boş ver” diye geçiştiriyor. Aynı aramalar ve aynı cevap vermemeler birkaç kez daha tekrarlanınca dayanamayan Tudor, karısının telefonunu alıp banyoya giriyor ve gizlice adamı arayıp sert bir şekilde tehdit ediyor. Böylece o ana kadar mükemmelmiş gibi görünen ilişkide ilk çatlaklar belirmeye başlıyor. Tudor, aniden içeri giren kızını görünce utanıyor ama sonuçta ortada bir güven sorunu olduğu aşikâr. Benzer şekilde parkta gerçekleşen cep telefonu konuşmasıyla Tudor’un da yasak ilişkisi olduğu anlaşılıyor. Film bunun üzerine hiç gitmiyor ve diğer kadını hiç göstermiyor ama ailenin hiç de göründüğü gibi mükemmel olmadığını ayan beyan ortaya koyuyor.
Akabinde kaybolma gerçekleşiyor. Kızı kaybolan babanın çaresizliğini gören parktaki diğer insanlar yardımcı olmaya çalışıyorlar ama durdukları yerden işlevsiz fikirler sıralamaktan öteye gidemiyorlar. Arkasından polis olaya müdahil oluyor ama ellerinde bir delil olmayınca bir yere varamıyorlar. Yakın arkadaşlardan oluşan bir grubun ziyarete geldiği gece konuşulanlar da arkadaş diye seçtikleri insanların aslında zor durumlarda ne kadar işe yaramaz olduklarının altını çiziyor. Gazeteci tanıdığı olduğunu söyleyen biri küçük kızın fotoğrafını gazetede yayımlamaktan bahsediyor, Amerika’da kaybolan çocukların fotoğraflarının süt kutuları üzerine konulmasını örnek göstererek. Bir diğeri yazılı basının bittiğinden, artık internet çağına girildiğinden, sosyal medyada paylaşılırsa daha çok kişiye ulaşabileceğinden dem vuruyor. Ancak unuttukları bir nokta var; öylesine yoğun bir veri bombardımanı altındayız ki artık hiç kimse böylesi paylaşımlara, gazete haberlerine ya da süt kutularına bakıp da gerçekten o kişiyi aklına kazıyamaz, sonrasında gördüğü anda da hatırlayamaz. Hatta hiç kimse sokakta hiç kimseye o denli dikkatli bakmıyor bile. Zaten öyle bir dikkat söz konusu olsaydı, o gün parkta küçük kızın nereye gittiğini (ya da götürüldüğünü) gören biri olurdu muhakkak.
Cristina ve Tudor, ilk günlerde kaybın doğurduğu boşluğu ve kederi hissettirmeden yok saymaya, küçük kızı bulma umudunu canlı tutarak güçlü davranmaya çalışıyorlar. Bastırdıkları duygular, sonraki günlerde umudun da azalmasıyla birlikte ani patlamalara dönüşüyor. Cristina, “kızımı sen kaybettin” diye Tudor’u suçlamaya başlayarak rahatlama yolunu seçiyor ve oğlunu alarak annesinin yanına gidiyor. Tek başına kalan Tudor, çaresizlik ve kederin yanına suçluluğu da ekleyerek iyice çıkmaza giriyor.
Pororoca, uygar insanın travma ile baş etme sürecini didik didik ediyor. Her gün parka gidip gelmeye başlayan Tudor, gün geçtikçe daha derin bir boşluğa düşüyor, işlevsizleşiyor, işe gitmiyor, hiçbir şeyle uğraşamıyor, beyhude de olsa kızını bulmak için aklına gelen her şeyi uyguladığı yapılacaklar listesi de tükenince boşluk büyüyor, parka gidip beklemek başlı başına bir iş oluyor. Bir süre sonra saçı sakalı birbirine karışıyor, iyice derbeder bir biçareye dönüşüyor, ruhsal yapısındaki dağınıklık, parçalanmışlık, fiziksel görüntüsüne de yansıyor. Polisin aradan haftalar geçmesine rağmen bir sonuç elde edememesi üzerine iyice öfkelenen Tudor, düzenli olarak parka gidip gelen bir adamdan şüphelenmeye başlıyor ve onu takıntı haline getiriyor. Tam da bu noktada cesaretle bir adım daha ileri giden Pororoca, uygar insanın barbarlaşmasını olası en şiddetli biçimde perdeye yansıtıyor.
Pororoca, konusundan öyle görünüyor olabilir ama kesinlikle sıradan bir gerilim filmi değil. Aynı büyük usta Michelangelo Antonioni’nin unutulmaz filmlerinden L’Avventura (1960) gibi filmin kalbine yerleştirilen gizemin (küçük kızın kaybolmasının) kendisi ile çok fazla ilgilenmiyor, travma ile baş etmeye çalışan üst orta sınıfa ait uygar bir bireyin barbarlığa giden acı dolu yolculuğunu gözler önüne seriyor. Filipinler yapımı Kinatay (2009) gibi oldukça vahşi ve çarpıcı, müthiş bir finale sahip film, bir trajedinin ardından yaşanabilecek bütün duygu durumlarını lime lime ederek en ince detayına kadar inceliyor. Merkezde yer alan taşıyıcı kartlardan biri alındığında paldır küldür yıkılan bir iskambil ev gibi parçalara ayrılan Tudor (ve ailesi) üzerinden bugünkü uygarlık düzeyine ulaşabilmek için yüzyıllar harcayan insanlığın ufacık bir kıvılcım sonucu o eski barbarlık günlerine geri dönebileceğine dair ufak bir uyarıda bulunuyor.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca