Altın Portakal’ın Karanlık Filmleri 2012 seçkimizle karşınızdayız. 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali 6-12 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti.
Bu sene, geçen seneye nazaran daha iyi hava koşullarına maruz kaldık denebilir. En azından yağmur, rüzgâr, fırtına gibi olumsuz hava şartları, bir gün hariç, hep akşam ya da gece saatlerine denk geldi. Böylece film aralarında açık havadan yararlanma fırsatı bulduk. Bu sene güzel olan tek şey havalar değildi elbette. Festivalin ulusal yarışma bölümü, geçen seneye oranla çok daha verimli geçti diyebilirim. Bu yargıya varmama, hepsini aynı gün içerisinde seyrettiğim, sinemamız adına umut veren üç film sebep oldu; Hile Yolu, Küf ve Zerre.
İlk olarak Ersin Kana’nın yönettiği Hile Yolu’ndan bahsetmek istiyorum. Her şeyden önce söylemeliyim ki Hile Yolu, tür sineması adına önemli bir adım. Büyük ölçüde gerçek olaylardan beslenen film, büyük bir suç şebekesinin en alt biriminde görev alan Korhan ve Murat isimli iki tetikçinin hikâyesini anlatıyor. Bir papazı öldürmekle görevlendirilen ikili, cinayeti işleyecek olan Kofik’i cinayet anı ve sonrası için hazırlamaktadır. Bu arada artan Ergenekon operasyonları sonrasında suikast askıya alınır. Daha da önemlisi ikiliye emirleri veren Paşa’ya ait, örgütle ilgili detaylı bilgiler içeren bir hard disk çalınır. Korhan ve Murat, Paşa’nın emriyle çalıntı hard diski geri almaya çalışır. Bir süre sonra olaylar iyice karışır ve iki tetikçi kendi canlarının derdine düşer.
Hile Yolu beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Bourne serisi gibi bir ajan hikâyesinin, kesinlikle abartılmadan, batılı aksiyonlara öykünmeden ve hepsinden önemlisi ülke gerçeklerinden sapmadan anlatılması filmin en büyük artısı. Evet, batılı aksiyonlarda olduğu gibi silahlar, bombalar devamlı patlamıyor, cayır cayır lastik kokutan araba kovalamaca sahneleri gerçekleşmiyor belki ama bu topraklara ait bir ajan hikâyesi anlatıyorsan, ancak bu kadar aksiyon olabiliyor, kimse kusura bakmasın. Teknik anlamdaki bazı eksikliklerine ve birkaç gereksiz sahne nedeniyle sarkan senaryosuna rağmen Hile Yolu’nu çok beğendim. Ancak yanlış anlamalara müsait olduğundan, niyetinin ötesinde yaftalamalara maruz kalabileceğinden endişeliyim. Murat rolündeki Serkan Yakan’ın dikkat çekici bir performans ortaya koyduğunu da not olarak ekleyelim.
İkinci filmimiz, Venedik Film Festivali’nden Genç Aslan ödülüyle dönen Ali Aydın’ın yönettiği Küf. Demiryollarında bekçi olarak çalışan Basri tek başına yaşamaktadır. 18 yıl önce üniversite olaylarında kaybolan oğlundan, o günden beri haber alamamıştır. Ne öldüğüne, ne de sağ olduğuna dair net bir bilgi yoktur. Kısa bir süre sonra eşi de ölünce hayatta bir başına kalan Basri, oğlunun izine ulaşabilmek için her ayın biri ile on beşinde yerel ve ulusal makamlara oğlunun kaybolmasıyla ilgili dilekçeler vermeye başlar. Bir de radyodan ajansları kaçırmamaya çalışır, belki oğluyla ilgili bir haber duyma ümidiyle. Elinden başka da bir şey gelmez. Hiçbir sonuç alamasa da, çevresinin alaylarına maruz kalsa da, yerel yönetim tarafından sık sık cezalandırılsa da, yapayalnız hayatında tutunabildiği tek dal olan bu arayıştan vazgeçmez.
Küf, Nuri Bilge Ceylan sinemasına çok yakın duran bir iş. Hatta Ali Aydın, filmin sonlarına doğru, Uzak’taki bir planın neredeyse aynısını çekerek, bu benzerliğin altını kalın bir kalemle çizmiş. Başrollerdeki Ercan Kesal, Tansu Biçer ve Muhammet Uzuner ayrı ayrı harika performanslar sergiliyorlar. Aşırı durağan ilerleyen Küf, belli noktalarda yaptığı patlamalar (Basri’nin sara krizi geçirdiği sahneler ya da Cemil ile muhabbet tellalının trendeki kavga sahnesi) ile izleyiciyi sarsmayı başarıyor. Bu patlama olarak tabir ettiğim sahneler, biraz daha uzun süreli olsa ve daha fazla şiddet içerse, ortaya çok daha bomba bir film çıkabilirmiş. Tabii ki aklıma hemen 2009 yılı Filipinler yapımı Kinatay geliyor. Cannes’da en iyi yönetmen ödülü kazanan Brillante Mendoza imzalı Kinatay ve Ali Aydın’ın Küf’ü belli noktalarda aynı çizgide ilerleyen yapımlar. Bunların yanına belki yönetmenliğini Djinn’in yaptığı Singapur yapımı Perth‘i (2004) de ekleyebiliriz. Umut, yalnızlık, arayış ve vicdan gibi ana başlıklarla ilgilenen Küf, karanlık atmosferi ve patlama olarak tabir ettiğim sahneleri ile etkili olmayı başarıyor. Ama sertlik dozajını belli bir seviyenin altında tutarak bir parça hayal kırıklığı yaratıyor.
Festivalin karanlık filmlerinin üçüncüsü ise Zerre. Erdem Tepegöz’ün yönettiği film, arka mahallelerden birinde küçük kızı ve annesi ile yaşayan, havada uçuşan toz zerrecikleri gibi oradan oraya savrulan Zeynep’in yaşam mücadelesine odaklanıyor.
Sorunsuz bir şekilde ilerleyen Zerre, derdini anlatmakta (ve aktarmakta) sıkıntı yaşamıyor. Ancak ortada bir hikâye yok. Filmin içine sıkışmış hikâyecikler, bir bütün meydana getirmekten ziyade, işsizlik, parasızlık, geçim derdi gibi meseleleri dert edinen epizotlar dizisi gibi peş peşe sıralanıyor. Zerre’nin bir hikâyesi olmadığı için bir finali de yok. Zeynep’in hayatından bir kesit sunmakla yetiniyor. Filmin sonlarına doğru Zeynep, evinden uzaktaki bir fabrikaya yatılı olarak çalışmaya gidiyor. Bu fabrikada geçen iç sahnelere, özellikle naylonlarla birbirinden ayrılmış yatak odalarına(!) bayıldım. Ama şunu söylemeden de edemeyeceğim, yönetmenin, filmin ilk kısmını aynen koruyarak, Zeynep’in fabrikadan sağ olarak çıkmasına izin vermeyen bir hikâyenin peşine takılmasını tercih ederdim. Harika bir yerli malı ‘dehşet’ filmimiz olabilirdi.
Sonuç itibarıyla festival, yazıda bahsi geçen üç film sayesinde gayet verimli geçti diyebilirim. Festivalin kısa film jürisinde görev alan sitemiz yazarlarından Can Evrenol ile de konuştuğumuz gibi, bu filmler aslında korku türüne odaklanan birçok festivalde dahi karşılaşamayacağınız denli karanlık filmler. Her üçünü de vizyona girdikleri zaman sinemada izlemenizi tavsiye ederim.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca