Matthew Holness’ın kendi öyküsünden uyarladığı Possum, benim bugüne kadar seyrettiğim “en iyi travma filmlerinden” biri, öyküsünün gizemini sinematografisiyle gizlemesi açısından en iyisi. Niye bu kadar iddialı bir cümleyle giriş yaptım, çünkü bu film baştan sona metaforik bir anlatımı yeğliyor. Possum (kukla), bavul, örümcek, kapı/oda, okul, yıkım (demolition), siyah-beyaz çizim defteri, o ürpertici şiir, örümceğe benzeyen ağaç, siyah balon, Maurice, tilki… 85 dakikalık film tıka basa metaforlarla dolu, üstelik hiçbir ânında herhangi bir tanesini izah etmeye gerek duymuyor, inanılır gibi değil. Possum bu bakımdan seyrettiğim en cesur filmlerden biri, hiç eyvallahı yok. Filmi eliniz böğrünüzde bitiriyorsunuz ama Holness size kolay lokma cevaplar sunmaktan kaçınıp kucağınıza büyükçe bir yapboz bırakıp sıvışıyor. Kült Filmler Zamanı serimize böyle kayıp/yitik/gizli bir hazineden daha çok yakışan bir film bulmak zor. Hadi başlayalım…

Possum’u yıllar önce hakkında hiçbir şey bilmeden, sırf Görevimiz Tehlike’de dikkatimi çeken Sean Harris oynuyor diye izlemiş ve âdeta şoka girmiştim. Sadece sinema tarihinin en iyi oyuncu performanslarından birine şahit olduğum için değil, sinemada gelmiş geçmiş en iyi çocukluk travmalarından birinin ete kemiğe bürünme şeklini gördüğüm için.

Geçen hafta Possum’u (2018) ikinci kez seyrettim, hem de bazı sahneleri geri ala ala, sindire sindire. Bu sefer ilk izleyişte gözümden kaçan üç şey dikkatimi çekti: Örümcek, jenerik çalışması ve finaldeki küçük bir detay…

İkinci kez filmin başına oturmadan önce filmin uyarlandığı öyküyü de okudum. Meraklısı için not düşeyim, Christopher Priest’in derlediği The New Uncanny adlı kitaptan öyküye ulaşabilirsiniz. Yazı boyunca öyküyle film arasındaki birkaç farka değineceğim. Bence film, görselleştirilmesi çok zor olan bir şeyin üstesinden gelmeyi başarıyor ve tarifi mümkün olmayan bir hissi cisimleştiriyor. Az buz bir başarı değil.

Yazının bundan sonrası sürprizbozan (spoiler) içermektedir.

blank

Possum (2018), sırlarını ancak çoklu izlemede seyircisine açan gizemli bir film, âdeta kapalı bir kutu. Son birkaç dakikası hariç, hiçbir ânında sırlarını ifşa etmiyor, o son birkaç dakikadaysa yeni sorulara gebe kalıyorsunuz. Ama çok dikkatli izlediğinizde karşınıza çıkan her sahnenin, her diyaloğun (bilhassa Maurice’in cümleleri) aslında bir yapbozun oraya buraya kuş yemi gibi serpiştirilmiş kayıp parçaları olduğu anlaşılıyor.

Hikâye basit. Philip Cornell adlı bir kukla oynatıcısının (“Kuklacılık iyi olduğun tek şey.”) küçük bir çocukken uğradığı tacizin yol açtığı derin ve yıkıcı izleri, o travmayla baş etme biçimini ve sonunda acı dolu o günlerle yüzleşmesinin hikâyesini izliyoruz. Matthew Holness’ın filmini başyapıt statüsüne taşıyan ise bunu anlatma/aktarma şeklinin özgünlüğü. Holness filmini Possum (kukla), bavul, barakalar/kışla, yıkım, Maurice, örümcek, kapı/oda, okul, siyah-beyaz çizim defteri, o ürpertici şiir, örümceğe benzeyen ağaç, siyah balon, tilki gibi çok sayıda metaforla iğne oyası gibi işliyor. Aslında hepsi tek ve aynı amaca hizmet eden sayısız metafor. Şimdi hepsini tek tek açalım.

Philip’in Possum adını verdiği, ayakları örümceğe benzeyen, kafası/yüzü kendisine benzeyen korkunç bir kuklası var. Bu kukla, onun acı dolu geçmişinden kaynaklanan korkularının ete kemiğe bürünmüş hâli. Film boyunca Philip’in bu kuklayı yok etmeye çalıştığını ama kuklanın her seferinde bir şekilde geri döndüğünü, ondan asla kurtulamadığını görüyoruz. Görsel açıdan eşi benzeri olmayan dehşet verici sahnelere zemin hazırlayan bu bitimsiz “kovalamaca”, filmin uyarlandığı öyküde yok.

Philip, Possum adlı o iğrenç kuklayı kahverengi bir deri çantada (kitapta deri çanta siyah) oradan oraya taşıyıp çeşitli şekillerde ondan kurtulmaya çalışıyor. Kanala/suya atıyor, bir yere bırakıp kaçıyor, yakıyor, tekmeleyip parçalara ayırıyor ama Possum her seferinde kan dondurucu bir karabasan gibi geri dönüyor. Philip’in rüyalarına ve gündüzdüşlerine giren, uyanır uyanmaz hemen yanı başında biten sonu gelmez bir kâbus bu.

Philip’in unutmakta güçlük çektiği hadiselere zemin teşkil eden askerî barakalar (kışla) şimdi yıkık dökük, terk edilmiş hâldeler. Bir yıkım faaliyetinin yürüdüğünü öğreniyoruz. Bu harap olmuş mekânlar, aslında Philip’in akıl sağlığını simgeliyorlar. Kışlanın orada kötü şeyler yaşanmış, Philip okula gidip sınıf öğretmeni Bay Grant’a anlatmış ama bir şey yapılmamış. (“O benim sınıf öğretmenim. Her şeyi biliyor. O ne olduğunu biliyor.”) Philip de her şeyi çaresizce içine atmış. Filmde bunun pişmanlığını yaşadığını, yani her şeye zamanında bir son verilebileceğini düşündüğünü öğrendiğimiz acıklı bir sahne var. Fakat Philip öyle bir travma yaşamış ki yaşanan felaketi dillendirmeye yine cesaret edemiyor.

Okuldaki arkadaşlarıyla birlikte bir olay yaşıyorlar, bataklıkta ölmek üzere olduğunu düşündükleri yaralı bir tilki görüyorlar. Tilki sanki bir şey yemiş de zehirlenmiş gibi titriyor. Hayvanı itip kakıyorlar, tekmeliyorlar. “İçine” bir şeyler dolduruyorlar. Hayvan sonra canlanıyor. Kalkıp gidiyor. Philip’in hayatındaki önemli bir kırılma ânı olduğunu anladığımız bu olayda film ve öykü ayrışıyor. Son bölümde bunu biraz açacağım.

Bu olaydan sonra, öğretmen olduğunu öğrendiğimiz Maurice okula gelip öğrencilere ders anlatıyor (muhtemelen onu davet eden öğretmen, arkadaşı Bay Grant). Öyküde adı Christie olan Maurice, Philip’in dayısı (“Sen babam değilsin” cümlesindeki vurgu bana onun amca değil, dayı olduğunu düşündürttü).

blank

Philip’in anne babası evde çıkan bir yangında can vermiş. Anladığımız kadarıyla Maurice, Philip’e vasi olarak atanmış ve ona bakmış. Philip’in anne babasının, girmekten korktuğu oturma odasında yanarak vefat ettiklerini öğreniyoruz. O sürekli baktığı kapı, girmeye korktuğu giriş katta yer alan bu odanın.

Filmde sekiz dalı köküne yakın bir yerde birleşen ağaç bir örümceği andırıyor, öyküde ağaç sekiz dallı değil. Philip o ağacın altında yüzleşmeye çalışıyor Possum’la. Film bunu net bir şekilde anlatmıyor ama öyküde Philip’in peşindeki “köpeğin” (takip eden ama Küçük Philip avazı çıktığı kadar bağırınca kaçan) onu bu ağacın altına kadar takip ettiğini öğreniyoruz. Öykünün finalinde Philip odaya girdiğinde bir köpek maskesi görür ve her şeyi anlar/hatırlar. Yıllarca kendisini taciz eden kişi aslında Christie’dir. Öyküde ilk kez o ağacın altında tacize uğradığı ima edilir, film ise çok daha farklı bir yön izler. O ağacın altında yakalanmış ama kışladaki barakaların oraya sürüklenmiştir. Filmde barakaların orada tacize uğradığını öğreniriz. Daha sonra bu taciz evde devam etmiştir. Philip bunu biliyor olmasına rağmen kimi kimsesi olmadığı için Maurice’i şikâyet etmemiştir, belki de korkmuştur. Filmde Philip’in Maurice’in onu taciz eden ellerini örümceğe benzettiğini anlarız ve taşlar yerine oturur (idamını bekleyen Nazım da Karıma Mektup adlı şiirinde müstakbel celladını tarif ederken “kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli” ifadesini kullanır, nedense aklıma o geldi).

Philip’in anne-babası muhtemelen Noel yaklaşırken ölmüştür (öyküde bu kısım net). O balonlar Noel için hazırlanan renkli balonlardır (şiirin iki mısrasından yola çıkarak “Acaba Maurice’in testislerini mi kastediyor?” diye düşünmedim değil ama çok düşük bir ihtimal). Oturma odasında yangın çıktığında renkli balonlar dumanın etkisiyle kararmıştır (siyaha dönmüştür), filmde Philip’in hayatının dönüm noktasını teşkil eden o güne göndermede bulunan böyle bir sahne var. Philip’in ebeveynlerinin beklenmedik ölümünün ardından eve Maurice yerleşir.

Tacizden sonra Philip, bastırmaya çalıştığı travmayı öncelikle o siyah-beyaz resim defterine yaptığı resimlerle ve yazdığı o ürpertici şiirle somutlaştırır. Kimsenin görmesini istemediği o defteri yatağının başucundaki döşemenin altına gizler. Muhtemelen orası sürekli örümcek tutan bir yerdir, bunu ima eden bir sahne var.

Tacizler çocukluğu boyunca devam eder, defterin sayfalarına giderek koyu bir karanlık hâkim olmaya başlar. Kara bulutları andıran balonlar, giderek büyüyen o siyah örümcek zamanla (aydınlığı karartan) Possum’u meydana getirir. Kuklacılığı Maurice’ten öğrendiğini tahmin ettiğimiz Philip, hareketlerini kontrol edebildiği bir kukla üzerinden travmalarını üç boyutlu bir şekilde somutlaştırmıştır/cisimleştirmiştir. Aslında şiirin bazı mısralarından çok net anlaşılmaktadır ki Possum bir bakıma Maurice ve onun temsil ettiği her şeydir!

Matthew Holness’ın asıl başarısı, bütün bunları üstü son derece örtük bir şekilde yapmış olması. Mesela, öyküde tilkiye eziyet edenler arasında Philip de var. Halbuki filmde Philip’in hayvana eziyet etmeyen tek çocuk olduğunu anlıyoruz, diğer üç arkadaşı yaralı hayvana acı çektiriyorlar. Bu basit gibi görünen farklılaşmanın filmin analizini nasıl değiştirdiğine bakalım. Şimdi bu tilki olayı bir tür kırılma. Philip bu tilki olayından sonra derslerine giren Maurice tarafından taciz ediliyor, o nedenle tilki Philip’in masumiyetini, saflığını, belki de bekaretini simgeliyor. Peki neden filmle öykü ayrışıyor? Acaba filmde tilki aslında Philip’in bizzat kendisini simgeliyor olmasın sakın? Arkadaşlarına bataklıkta yaptığı sığınağı/mağarayı (den) göstermeye giden Philip, ilk başta kendi arkadaşlarının tacizine uğramış olabilir mi? Kullanılan dil biraz da onu ima ediyor gibi.

Maurice’in bu “tilki” hadisesinden sonra deyim yerindeyse “sahneye çıktığı” belli. Ama Maurice’in kullandığı kelimelerden onun barakaların orada bu tip tacizlerde bulunmakla kalmadığını, yaşadığı başka yerlerde de bunu yaptığını düşünmeye başlıyoruz. Şaşırtıcı olmayan ama yine de dehşet verici bir olasılık. Hatta Maurice’in tilkiye eziyet eden çocukları kastederek söylediğini tahmin ettiğim şu cümleler var: “Yüzlerini hatırla. Onlara gösterdik değil mi? Kanları donmuştu. Onları bir çantaya tıkmıştı değil mi? Onu tanıyamasınlar diye maske takmıştı.” Maurice’in o çocuklara da bir fenalık yaptığını anlıyoruz. Ama daha dehşet verici olan şey, Philip’in bu korkunç kötülüklerden haberdar olduğu gerçeği olsa gerek. Philip’i için için yiyip bitiren de bu. Zamanında her şeyi bu raddeye gelmeden durdurabilme fırsatından yararlan(a)mamış olması. Bunu “sınıf öğretmenini” beklediği okul sahnesindeki ruh hâlinden anlıyoruz, sanki daha önce yaşadığı olay tekrar ediyor. Philip son anda çark ediyor.

Gelelim filmin sürprizine…

blank

Philip filmin sonunda cesaretini toplayıp oturma odasına girdiğinde saldırıya uğruyor, Maurice onun kafasına Possum’u taşıdığı çantayı geçiriyor, onu yere yatırıyor ve şiddet uyguluyor. Hemen hemen her şeyin netleştiği bu konuşmadan hemen önce Philip’in Possum’la barıştığını, bir nevi kucaklaştığını, yani acılarıyla/travmalarıyla barıştığını anlıyoruz. Philip Possum’dan kaçmayı, kurtulmayı bırakınca girmekten korktuğu odaya girebiliyor. Philip Maurice’le boğuşması bittikten sonra sandıktaki çocuğu salıveriyor. Peki, günlerdir tutsak edilen çocuk neden kendisini kurtaran kişiye teşekkür etmiyor ya da en azından gülümsemiyor da hemen kaçıp kurtulmaya bakıyor? Maurice’in hemen üstte yatan cesedine de baktığı yok. Çünkü orada Maurice diye biri yok. Maurice’in şimdiki zamandaki hâli tıpkı Possum gibi tümüyle bir halüsinasyon (zaten Possum’la Maurice aşağı yukarı aynı şeydir), Philip’in zihninin çarpık bir yansıması. Zaten film, bilinçaltını simgeleyen deniz yüzeyi imgesiyle açılmıştı, şiirden hemen sonra onu görmüştük. Bu elbette tesadüf değil. Ardından jenerikte ekrana gelen imajlar da neyle karşı karşıya olacağımızı müjdeliyordu. Peki, Philip’in öyküsünün başından beri halüsinatif (varsanısal) imajlarla dolu olması bize neyi anlatır, hangi korkunç olasılığa ışık yakar?

Maurice gerçekte (gerçek hayatta) yoksa, ki durum öyle görünüyor, Philip’in sorunu sandığımızdan daha derin olmalı. Bu basit bir travma sonrası davranış bozukluğu değil. Karşımızda sadece yıllarca uğradığı taciz nedeniyle aklını yitirmiş bir ruh hastası yok, aynı zamanda bir tacizciye, çocuk kaçıran/alıkoyan birine dönüşmüş bir psikopat var.

Eğer Maurice’in cümleleri geçmişin tozlu raflarından çekip çıkarılmış (bizzat Maurice’e ait) sözler değilse, Philip’in başka başka şehirlerde bu tip işlere girmiş olabileceğini tahmin etmek güç değil, kimi replikler bunu ima ediyor. Philip işinden olmuş olması böyle bir skandaldan kaynaklanıyor olmalı. Bir sahnede Philip Possum’dan kurtulabilirse işine (kuklacılığa) geri döneceğini söylüyor, buna inanıyor, tabii burada “Possum’dan kurtulmak” ile kastedilen şey, “iyileşmek”, bir bakıma kötülükten/kirden/günahtan arınmak.

Philip büyük bir ihtimalle oğlan çocuklarını taciz eden, fırsat bulursa kaçıran, hatta belki de öldüren biri. Mesela haberlerde polis kuvvetlerinin Norfolk’taki Fullmarsh’ın yakınlarında kaybolan 14 yaşındaki oğlan çocuğunu soruşturduğunu, Michael adındaki çocuğun en son Marshwood ortaokulundan eve dönerken görüldüğünü öğreniyoruz. Ve işittiğimiz haberlerden birinin en çarpıcı kısmı şu: “Bej bir yağmurluk giyen şüpheli (elbette Philip), Michael’ın tarifine uyan bir çocukla birlikte birçok kez görülmüş”. Evet, “birçok” kez. Bu bilgi Philip’in trenden indikten sonra zavallı Michael’ı sinsice takip edip, ona aniden saldırdığı teorisini çürütüyor. Onu bayıltıp kaçırmamış, önce tatlı dille arkadaşlık kurmuş, beraber yürümüşler, sohbet etmişler. Ne kadar sinsice.

Philip masum biri değil. Philip’i gören gençler de ondan şüphelendiklerini söylüyorlar. Öğretmen, okuldaki kadın, onu gören herkes onda bir sorun olduğunu anlıyor. Maurice’in Philip’e yaptıkları, onu elinde olmadan Maurice gibi bir yırtıcıya dönüştürmüş. Philip’in jest ve mimiklerine kadar sirayet eden korkunç bir bozulma, bir çürüme var, bu açık. Filmin başından sonuna kadar bir çocuk tacizcisinin hayatını izlediğimizi anlıyoruz. Yandığı için harabe hâline gelmiş oturma odasının (“taciz odası”) hemen dışında, elinde Possum’un kafasıyla oturan Philip’i gösteriyor kamera en son. Philip’in içinde aydınlıkla karanlığın, masumiyetle canavarlığın, iyilikle kötülüğün savaştığı hissediyoruz, maalesef bu savaşın asla son bulmayacağını da…

blank

Notlar

Not 1: Öykünün filme kıyasla üstün olduğu bir yer var mı diye soracak olursanız, öykünün filmde yer almayan iki bölümünü çok sevdim. İlki, kahramanımızın kuklayı parçalarken kendi parmaklarını, kolunu keserek kanlar içinde kaldığı kısım. Okurken kanım çekildi. Ama asıl sevdiğim detay, köpek, Possum adlı kuklanın tasarımı ile Christie arasında kurulan ve öykünün sondan üçüncü paragrafında her şeyin ifşa olduğu bölümde ortaya çıkan sürpriz bağlantı oldu. İşte buna bayıldım.

Not 2: Öyküde tilki cesedinin farklı bir kullanımı var. Filmde yapılan yemeğin “tilki kızartması” olduğunu Maurice söylüyor, öyküde etin tilki eti olduğunu Philip tahmin ediyor. Bu önemsiz gibi görünen iki fark (ve filmde Philip’in tilkiye eziyet eden çocukların arasında olmaması), filmde tilkinin Philip’i simgeliyor olabileceğini bana düşündürttü.

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Underworld (2003)

Underworld (2003), elinde birkaç güzel fikir bulunduran ama bu fikirleri
blank

La donna del lago (1965)

The Lady of the Lake ve The Possessed isimleriyle tanınan