Son yıllarda, şiddeti, erotizmi ya da yozlaşma kavramını sayfalarına konduran onlarca çizgi seri okuduk ama hiç biri Preacher’ın “tartışmalı” popülaritesinin yanına yanaşamadı. Öyle ya! Seriden nefret ettiklerini ileri sürenler de, seriyi kronik bir şekilde takip etmekten geri durmadılar! Sözüm ona “örnek Amerikan ahlakı” düsturundan taviz vermeyenler için bile Preacher, suçlu bir zevk olarak kabul edildi!
Kaba bir yorum yapmak gerekirse, günümüzde, çizgi romanlarda karşımıza çıkan grafik şiddet, salt “rahatsız edici” bir etken olmanın ötesinde, kolektif algıya yerleşen görsel tanım biçimlerinin de değiştirilmesini sağladı Şiddet, sadece grafik anlamda da karşımıza çıkmayıp, toplumun ezberine bir saldırı olarak da kabul edildi. İşte Preacher, çoğunluğun “değişmez” kabul ettiği her türlü sosyal konuya kafa göz girişen bir çizgi roman örneği olarak karşımıza böyle çıktı!
Garth Ennis ve Steve Dillon ikilisinin yaratmış olduğu Preacher serisi, bu zamana kadar yapılmış en rahatsız edici çizgi roman serilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Preacher’ın içeriğindeki rahatsız edicilik ise, görsel şiddetten ziyade, satır aralarında yer alan göndermelerdir. Temelde Tanrı’yı aramakta olan bir vaizin hikayesini anlatmakta olan çizgi roman, hem sosyo-kültürel değerleri hem de insanlara “sunulan” din kavramını odak noktasına alır. Elbette hikayenin rotası ve zaman içerisinde eklenen yan öykücükler ile birlikte, çizgi romanın içeriği de hafiften bulamaca dönüşmüştür. Hedef, ilk elde “Amerikan Ahlak Anlayışı” olsa da, eleştiri oklarının keskin kısmı, bu ahlak anlayışının domine ettiği her türlü kültürü ve sosyal sınıfı dürter.
Hikayeye gelecek olursak eğer; Jesse Custer, Texas’da gönülsüzce vaizlik yapmakta olan bir adamdır. Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer bölgelerine göre daha bağnaz ve milliyetçi açıdan daha tutucu olan Texas / Annville’de vaizlik görevini yapmakta olan Custer, aynı zamanda bu küçük yerleşim yerindeki halkın da bütün günahlarını bilen kişidir. Hayatının hiçbir döneminde kelimenin tam anlamıyla kendini “Tanrı’nın Adamı” olarak tanımlamayan Custer’ın rutini; İblis ve Melek’in tohumu olan Genesis adındaki kozmik bir varlığın kendisine musallat olması ile birlikte sonsuza dek bozulur. Vaiz Custer, Genesis’in kendi bedenine girmesi ile birlikte algısal bir değişim yaşar. Kaza(!) sonucu kendisine musallat olan bu varlık, hikaye içerisinde evirilen mitolojik alt yapıya göre tanrıdan bile güçlü bir konumdadır. Genesis’in ölümlülerin dünyasına girişi ile birlikte, “Cennetten ayrılmış olan tanrıyı bulma” hikayesi de başlamış olur.
Preacher, dini değerler ve kültürel yaşamın dışında, çeşitli etnik grup ve sınıflar üzerine mevcut ön yargıları ve bakış açılarına dair de sözler söylemektedir. Ennis ve Dillon ikilisi, hiçbir şekilde didaktizm kasıntılığına bulaşmadan, farklı etnik sınıflara mensup insanlar ile “yabancı korkusu” ve ötekileştirme kavramlarına kendilerine has bir üslupla nüktedan bir biçimde yaklaşırlar. Örneği uzaylılar ile zenciler, aynı derecede “yabancıdırlar” ve toplumun yozlaşmasının ardındaki temel sebep, bir ok bağnaz kafaya göre tamamen bu yabancıların eseridir.
Preacher’da, neredeyse futuristik bir cennet–cehennem tasviri bulunmaktadır. Çizgi romandaki bu atmosfer, cennet ve cehennem kavramlarının, insanların hayatına “gelecekte” gireceğinden yola çıkılarak oluşturulmuştur. Bu sebeple cennet ve cehennem, sanki bu dünyanın gelecekte alacağı fiziki şekle benzemektedir. Ölümlü hayatın devamı olarak değerlendirilmektedir. Fakat aynı zamanda hikayede paralel bir zamansal düzlem bulunmaktadır. Başlangıçta Vaiz Custer’ın “makamını terk eden tanrıyı arama misyonu” olarak hareket kazanan hikaye ilerledikçe, hibrid bir modern çağ mitolojisine dönüşür. Her karakter ve kavram, sembolik bir anlam kazanmaya başlar. Temelde iyilik ve kötülük kavramları ve bu kavramlar arasında bocalayan Custer’ın seçenekleri; hikayenin kritik noktasını oluştursa da, vaizin yaşamış olduğu bu içsel ve fiziksel yolculuk, bencillik, global politikalar, ahlaki yozlaşma, inanç kavramı, dini sömürü, cinsel istismar gibi günümüzde “trajik” olarak nitelendirilen kavramlara da sert bir bakış açısı sunmaktadır. Yine de Preacher’ın bu eleştirel ağırlığına rağmen, okuyucuyu yönlendirdiğinden söz edebilmek pek de mümkün değil. Öykünün yaratıcıları olan Ennis ve Dillon ikilisi, hikayelerini olabildiği kadar çiğ bir biçimde takipçilere sunarak, çizgi romanın içeriksel yapısını “sevimsizlikten” arındırmayı başarmışlar.
Preacher’ın görsel yapısı, pek çok açıdan Sam Peckinpah’ın sinemasal tercihlerine benzetilebilir. Özellikle, çizgi öyküdeki gerilimi yönlendirme başarısının, Peckinpah’tan çok şey ödünç aldığını söylemek yerinde olur. Zaman zaman okuyucuyu irite eden bu yönelim, Kevin Smith’in tabirine göre, pek çok sinemasal ürüne göre daha samimi(!) bir görsellik sunmaktadır. Preacher, geçtiğimiz yıllarda, yapımcıların masalarına dizi projesi olarak kondurulmuş olsa da, şimdilik rulo yapılıp rafa kaldırılan bir başka proje olarak, zamanının gelmesini beklemektedir.
Son tahlilde Preacher, kimi okuyucular için, eleştirdiği sistemin değerlerini, yer yer yüceltmekten de geri durmayan bir çizgi seri; kimilerine göre ise yerleşik bütün yaklaşımlara tekme yumruk savuran, hatta hızını alamayıp, suratının tam ortasına kurşun sıkan bir öykü olarak kabul ediliyor. Her iki yaklaşımdan bağımsız bir gerçek varsa, o da Preacher’ın kesinlikle hakkındaki abartıların hepsini hak edecek bir seri olduğudur…
arkadaşlar mehmet tez “Çizgi roman, mizah dergisi, kişisel gelişim şeyleri falan, bunları artık boşverin. İyi roman okuyun. Yetişkin olun biraz. İçinizdeki çocuk baymadı mı daha?” diye yazmış blogunda. bence hiç kasmayın böyle. çocuk gibisiniz cidden. ne çizgi romanı. büyüyün artık yahu.
Hiç işte boş işler :)