“Yaşadığımızı kanıtlamanın tek yolu ölmek… Belki de ölüm, bizim gibi göçmen işçiler için yaşadığımızı belgelemenin tek yolu.” (Çinli bir işçinin blogundan)
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından yayımlanan Dünya Göç Raporu’na göre, günümüzde, doğduğu ülke dışında yaşayan insan sayısı 270 milyonu geçmiştir. 1970’li yıllarda 90 milyon olan bu sayının çok kısa bir sürede üç kat artmış olması hatta 2050 yılında 400 milyona ulaşacağının tahmin edilmesi yaşanan felaketi gözler önüne sermektedir. Bu insanların yalnızca yüzde 10-15’inin zengin ülkelere ulaşabildiği bilinmesine karşın Batı’nın koparmaya çalıştığı fırtına, “seçemediği” insanları ülkelerinde istememesinden kaynaklanmaktadır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yayımladığı rapora göre, milyonlarca insanın ağır yükünü yoksul ülkeler çekmekte, zengin ülkeler kişi başına 2,7 mülteci barındırırken, yoksul ülkelerde ise bu oran 5,8 olmaktadır. Uluslararası Af Örgütü bu eşitsizliği yaratan zengin ülkeleri “bencilce” davranmakla suçlamakta, dünyada en fazla mülteci barındıran ilk on ülkenin Uganda, Kongo, Pakistan, İran, Lübnan, Etiyopya, Ürdün, Kenya, Türkiye ve Almanya olması, bu bencilliğin ve ikiyüzlülüğün kanıtı olmaktadır.
Literatürde “süresi, yapısı ve nedeni ne olursa olsun insanların yer değiştirdiği nüfus hareketleri” olarak tanımlanan göç, düzenli ve düzensiz olmak üzere ikiye ayrılır. Çalışma, sağlık, eğitim veya tatil gibi, kanun ve yönetmeliklere uygun olarak yapılan göç, “düzenli göç” olarak tanımlanır. Ne var ki ihtiyaçlarını karşılayacak “uygun” insanları seçmek isteyen zengin ülkeler, işlerine yaramayacak insanları ülkelerinde istemediklerinden, düzenli göçü çok katı kurallara bağlamışlar, bu da “düzensiz” göç hareketlerinin artmasına neden olmuştur.
“Ülkelerin düzenleyici normlarının dışında gerçekleşen hareketlilikler” olarak görülen ve “yasadışı göç” olarak da ifade edilen “düzensiz göç” mağdur olan göçmenleri suç ile ilişkilendirmekte ve olguyu tanımlamada yetersiz kalmaktadır. Bangkok, Tayland’da (1999) düzenlenen “Göç Sempozyumunda”, yasadışı ibaresinden kaynaklanan yanlış anlamaları ortadan kaldırabilmek için “düzensiz göç” teriminin kullanılması tavsiye edilmiş, Avrupa Parlamentosu da 2009 yılında “yasadışı göçmen” yerine “düzensiz/belgesiz göçmen” teriminin kullanılması yönünde çağrıda bulunmuştur. 2013 yılında çıkarılan 6458 Sayılı Kanunun “düzensiz göç” ifadesini kullanmasıyla Türkiye’de de “düzensiz göç” teriminin benimsendiğini ve bu kullanım şeklinin yaygınlık kazandığını söyleyebiliriz.
1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, “Herkesin zulüm karşısında sığınma arama ve bundan yararlanma hakkı vardır” ilkesini benimseyen ilk uluslararası belge olsa da, tüm taraf devletlerin sığınma hukukuna dayanak oluşturan asıl belge 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme ve 1967 Protokolü’dür. Sözleşme, imzalandığı dönemde “mülteci” tanımına iki sınırlama getirmiştir. Bunlardan ilki, zamana ilişkin olup 01 Ocak 1951’den önce meydana gelmiş olaylar sonucunda sığınma arayan kişiler mülteci olarak görülmüşse de bu husus 1967 Protokolü ile yürürlükten kaldırılmıştır. İkinci sınırlama ise coğrafi sınırlama olup taraf devletlere “Avrupa’da meydana gelen olaylar” ile “Avrupa dışında meydana gelen olaylar” şeklinde bir bildirimde bulunma hakkı tanınmıştır. 1967 Protokolü coğrafi kısıtlamayı da kaldırmış olmasına karşın Türkiye, Kongo, Monako ve Madagaskar bildirim hakkından vazgeçmemiştir. Türkiye, Sözleşme’ye coğrafi sınırlama şartı koyarak taraf olduğundan Avrupa dışında meydana gelen olaylar neticesinde sığınma talebinde bulunan kişilere mülteci statüsü verme konusunda uluslararası bir yükümlülük taşımamakta, Türkiye’de bulunan yaklaşık 4 milyon Suriyeliye verilen statü, mültecilik değil geçici koruma olmaktadır. Geçici koruma ise kitlesel göç akını hallerinde sığınma sisteminin etkin işleyişini bozmamak adına, bu kişilere sağlanan acil koruma statüsüdür. 2014 yılında yayımlanan “Geçici Koruma Yönetmeliği” ile 28 Nisan 2011 tarihinden itibaren Suriye’de meydana gelen olaylar nedeniyle “kitlesel veya bireysel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşları ile vatansızlar ve mülteciler” geçici koruma altına alınmışlardır.
Tarih boyunca uygarlıkları, toplumları ve kültürleri değiştirdiği gibi dinin, felsefenin ve bilimin de yayılmasına yol açan göç hareketleri “zamanın ruhuna” uygun olarak koşullardan etkilenmekte ve dönüşüm geçirmektedir. Siyasal, ekonomik ve sosyal nedenler, savaş, baskı ve terör, gıda, hava, çevre ve su kirliliği, yağma, talan ve sömürgecilik, kıtlık, yoksulluk, salgın ve iklim gibi etkenler, göç etmenin sebepleri olarak sayılabilirse de, sevdiklerini korumak isteyenlerin daha güvenli bölgelere gitmek istemelerinin göç olgusunun ardındaki en büyük etken olduğunu unutmamak gerekir. Göç hareketlerinin yalnızca “hedef” ve “kaynak” ülkeleri değil hemen her ülkeyi ilgilendirir hale gelmesi üzerine çalışma, beyin göçü, gönüllü yer değiştirme gibi “sevimli” kavramların arkasına gizlenen niyetlerin su yüzüne çıkmaya başladığını söyleyebiliriz.
Zulüm korkusu, ekonomik gerekçeler veya iyi bir yaşam ümidiyle doğdukları yerlerden ayrılmak zorunda kalan insanlar, gerek yolculuk esnasında, gerekse ulaşmayı başardıkları ülkelerde birilerinin tahakkümüne boyun eğmeye, aşağılanmaya ve dışlanmaya başladıklarında insanın ölümsüz duygusu “umut” yok olmasa da, yerini büyük hayal kırıklığına bırakıyor. Göçmenlerin ve mültecilerin insan olarak değil de para getirecek veya hareketleri engellenecek birer “kelle” olarak görülmeleri, küçümsenmeleri, baskıya, şiddete hatta tecavüze uğramaları neticesinde kendilerini daha büyük bir zulmün içinde bulmaları kapitalizm kaynaklıdır. Ne kadar iyi şey varsa kendi hesabına, ne kadar kötü şey varsa başkalarının hesabına yazmakta pek mahir olan kapitalizm 270 milyondan fazla insanın kalkıştığı “göç hareketlerini” birbirinden bağımsız münferit olaylara indirgemekte ve kendi suçunu gizlemeyi başarmaktadır.
“Göç, kendine özgü hizmetleri ve aracılarını oluşturduktan sonra çekici bir hal alır. Hizmet ve aracılar göçü özendirir. Simsarlar göçten gelir elde ettikleri için, göçü kolaylaştırıcı organizasyonlar kurmaya devam ederler. Göç endüstrisinin rahatsız edici ve dikkat çekici yönlerinden birisi de göçmen kaçakçılığına ve ticaretine yönelik organizasyonların giderek artmasıdır.” (Stephen Castles-Mark J. Miller, Göçler Çağı)
Yukarıdaki alıntıya bakıldığında göçün bir endüstriye dönüştüğü kabullenilmiş olsa da göçün aracılar ve simsarlar tarafından yönlendirildiği iddia edilerek kapitalizmin rolünün yadsınmaya çalışıldığı görülmektedir. Oysa Dicle Bayır, Uluslararası Krizler ve İnsan Hareketliliğinin Araçsallaştırılması isimli kitabında son otuz yılda savaş ve çatışma kaynaklı yirmi altı uluslararası kriz saptamış ve bunların hepsinde de kitlesel insan hareketlerinin araçsallaştırıldığını ortaya koymuştur. “Kitlesel insan hareketliliğinin yarattığı sorunları gerektiği gibi çözmek yerine onu kendi hedef ve beklentileri doğrultusunda kullanan” devletlerin, uluslararası örgütlerin, yasadışı organizasyonların hatta tek tek insanların bu araçsallaştırmada etkin olduğunu iddia eden Bayır, ucuz işgücü, zorla çalıştırma, nitelikli olanı seçme, insan ticareti, organ ticareti, cinsel istismar, kobay olarak kullanma gibi konuların araçsallaştırma olduğunu iddia etmiştir. Ülkemizdeki göçmenlerin durumuna yer veren Onur Saylak’ın Daha (2017) filminin de “İnsanın ilk kullandığı alet başka bir insandır” cümlesiyle başlaması bu araçsallaştırmaya yerinde bir örnektir. Ben de bu yazıda daha iyi bir yaşam ümidiyle ölüm yolculuğuna çıkan ancak ucuz işgücü altında köleliğe maruz bırakılan göçmenlerin dramına değinmeye çalışacağım. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından yayımlanan verilere göre, 2014-2020 yılları arasında Avrupa’ya geçmeye çalışırken Akdeniz’de ve Ege’de 20 binden fazla insan ölmüş veya kaybolmuştur. Bu, sevdiklerini kötü yaşam koşullarından, zulümden veya savaştan kurtarmak için yola çıkan her yüz kişiden birinin yolda öldüğünü gösteren korkunç bir durum olmasına karşın kapitalizme değil de aracılara ve simsarlara odaklanılması utanç vericidir.
“Ölenlerin sayısı büyük olasılıkla çok daha yüksek… Cesetleri bulunamayanlar var. Avrupa sınırlarını geçilmez kıldıkça, kaçakçılar durmadan daha tehlikeli yollar seçmek zorunda kalıyor. Avrupa sınırları dört yüz bin polisten oluşan bir ordu tarafından korunuyor. Altı metre yüksekliğinde tel örgülerle çevrili her yer, İspanya eksklavları Melilla ve Ceuta’da olduğu gibi. Bulgaristan ve Yunanistan sığınmacı geçişlerine karşı yeni önlemler inşa etti. Cebelitarık Boğazı çok pahalı radar ve kamera sistemleri ile donatıldı. Sistem, Atlantik Okyanusu’nun Kanarya Adaları ile Batı Afrika arasında kalan bölümünü de kontrol altında tutuyor. Savunma savaşına birçok ulustan polis kuvveti katılıyor, aralarında askeri güçler ve özel birlikler de var. Helikopterler kaldırılıyor operasyonlara, insansız hava araçları ve savaş gemilerinden oluşan donanmalar sürekli devriyede. Mevcut güce bakıldığında, sanki askeri bir istilaya karşı savaş veriliyor demekten kendini alamıyor insan.” (Wolfgang Bauer, Denize Gömülenler)
Bazı Yunan Adaları’nın yüzerek geçebilecek kadar yakın olması nedeniyle güzergâh olarak Ege’yi kullanan göçmen kaçakçıları genellikle lastik botları tercih ederler çünkü lastik botlar hem ucuzdur hem de kullanımı çok basittir. En önemlisi bot içerisinde kaçakçılardan kimseler bulunmadığından göçmenler dışında hiç kimsenin yakalanma veya ölme tehlikesi yoktur. 2015 yılının Eylül ayında Bodrum’dan İstanköy’e geçmek isteyen göçmenleri taşıyan bir lastik botun batması üzerine 8’i çocuk 12 kişi hayatını kaybeder. Ölenler arasında dünyanın “Aylan Bebek” olarak bildiği iki yaşında bir çocuk da vardır.
Ölen çocuğun gerçek isminin “Alan” olduğunu söyleyen halası Tima, kendisiyle röportaj yapan gazetecilerden, yeğeninin ismini doğru yazmalarını rica etiği bir olayı anlatır. “Herkes Aylan diye tanıyor, öyle devam etmemiz gerekir” diyen gazetecilerin duyarsızlığı karşısında şaşkınlığa kapıldığını söyleyen Tima, “Bari ismine sahip çıkabilelim” dese de bu kimseler için bir anlam ifade etmez. Bunun, eğer hakkınızı arayacak durumda değilseniz herkesin sizi istediği gibi çağırabileceğini ve kapitalizmde hak aramanın ilk koşulunun ise para ve güçle doğru orantılı olduğunu gösteren acı bir durum olduğunu düşündüğümü söylemeliyim.
“Günümüzde gerçek kaybolmuştur. Her şey televizyondaki gibi görüntüden ibaret ve cansızdır” diyen Jean Baudrillard, gerçeği yok eden kapitalizmin kendi gerçeğini oluşturmaya başladığını ve gerçek olanla olmayan arasındaki ayrımın ortadan kalktığını iddia eder. “Kişi televizyonda Sudan iç savaşını herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır” diyen Baudrillard’dan hareketle “Alan bebeğin” ölümünün de milyonlarca insan tarafından izlendiğini, onun sahildeki cansız bedenini gören milyonlarca insanın birbirlerine üzüntülerini gösterdiğini, gözyaşı döktüğünü ancak denizlerde ölen veya kaybolan 20 bin kişinin kimselerin aklına gelmediğini söyleyebiliriz.
“Prenses Diana’nın ölümünün ardından gösterilen tepkiler örneğinde de görüldüğü gibi, milyonlarca kişi trajik bir yaşam sürmüş olan bu kadının kaderi karşısında büyük bir dehşet ve keder hissetti. Ancak Ruanda’da milyonlarca insan öldürülürken, Bosna’da kadınlara sistematik olarak tecavüz edilirken, çocuklar ve yaşlılar acımasızca katledilirken bu duyarlılık neredeydi? Prenses Diana örneğinde, acı yaşanıyormuş gibi algılanan durum, aslında sadece görüntüden ibarettir. Kendimizinki gibi yücelttiğimiz acı, hep başkasına ait olan, varsayılan acıdır.” (Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı)
Psikanalist Arno Gruen, acının açıkça sahnelenmesinin “acı-içinde-olma” durumuna dair bir kendilik imajının onaylanması olduğunu söyler ve “İnsan kendisini “gerçek” bir acı sergilediği için onaylanmış hisseder.” diyerek insanların bu tutumunun içyüzünü ifşa eder. Buraya kadar göç, mülteci, sığınma hakkı vb. gibi kavramlara kısaca değindikten sonra Nadine Labaki’nin Kefernahum (2018) ve Burhan Qurbani’nin Berlin Alexanderplatz (2020) filmlerinden hareketle göçmenlerin nasıl sömürüldüğüne ve insanlar TV ekranlarında üzülerek izleseler de, “gerçek” hayatta karşılarına çıktığı anlarda onları hiç de umursamadığına değinmek istiyorum. Bu filmlerdeki ülkelerden biri zengin diğeri yoksul, biri çoğunlukla Müslüman diğeri Hıristiyan, biri Batı’da diğeri Doğu’da olsa da göçmenlere bakışın nerdeyse aynı olduğunu görmenin şaşırtıcı olduğunu söylemeliyim.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Göçmen İşçiler Küresel Tahminleri Raporu’na göre göçmen işçi sayısı 160 milyonu geçmiştir. Bu işçilerin 5 milyonunun düşük gelirli, 50 milyonunun orta gelirli, 100 milyondan fazlasının ise yüksek gelirli ülkelerde çalışıyor olması bu durumdan en çok zengin ülkelerin kazançlı çıktıklarının göstergesidir. Bunun böyle olması asla tesadüf değil Marx’ın deyişiyle “her gözeneğinden kan ve irin fışkırarak gelen tefeci sermayesi” ile kurulan kapitalizmden kaynaklanan “doğal” bir sonuçtur çünkü zengin ülkeler karlarını güvence altında tutmak için her geçen gün esnekliği ve güvencesizliği hâkim değerler haline getirmeye çalışmaktadırlar. İş ve sosyal güvenceden her an mahrum kalma riski ile karşı karşıya kalan işçinin, patronun keyfi tutum ve davranışlarına açık hale geldiğini iddia eden Guy Standing, bunun sonucunda üretimin örgütsüz alanlara kaydırıldığını veya örgütsüz iş gücü koşulları yaratıldığını iddia eder. “Yüzsüz neoliberal iktisatçıların savunduğu bu esnekliğin” çalışanları sistematik olarak daha güvencesiz hale getirmekten başka bir şey olmadığını ve eşitsizliğin katlanarak arttığını söyleyen Standing, sınıf olmayan bu yeni sınıfı “prekarya” olarak tanımlamaktadır.
“Sınırları net olmayan esnek emek piyasalarında ücretler, sadece göçmenlerin kabul edeceği, yüksek hayat standartlarına alışmış vatandaşların tanışık olduğu düzeyin altına çekilmiş durumda. Ucuz göçmen emeğine dayalı daha da eşitsiz hale gelen bir toplumda böylece halihazırda zaten varlıklı olan kesim, düşük maliyetli “işçi” çalıştırma fırsatına erişti.” (Guy Standing, Prekarya)
Standing “Hiçbir yere gitmeyen ve geleceği olmayan bir işe gösterişli bir ad verilir ve o işin güvencesiz tarafları gizlenmeye çalışılır” diyerek eşitsizliğin, güvencesizliğin ve sömürünün nasıl maskelendiğini ortaya koyar. “Gazete dağıtana “medya dağıtım görevlisi”, çöpleri dökene “geri dönüşüm görevlisi”, tuvaletleri temizleyene “hijyen danışmanı” denildiğini söyleyen Standing, sıradan, vasıfsız ve düşük ücretli işlerin, bu unvan enflasyonuyla gizlendiğini, temizlik görevlisine “hijyen danışmanı” denilmesinin sömürüyü önlemek için değil örtbas etmek için tercih edildiğini söyler, tıpkı sınırdışı etmenin “gönüllü geri dönüş” olarak isimlendirilmesi gibi…
Lester Thurow’un deyişiyle “Kapitalizm işçi sınıfına savaş açmış ve kazanmıştır.” Savaşı kaybeden işçi sınıfı ise hızla prekaryaya dönüşmekte, prekaryanın asli unsurunu ise yoksullar, güvencesizler ve göçmenler oluşturmaktadır. Kathrin Hartmann, Küresel Çarkın Dışında Kalanlar isimli kitabında, Avrupa’nın göbeğinde, Güney İspanya’da on binlerce Afrikalı mültecinin Avrupa piyasaları için sebze yetiştirdiğini yazar ve Avrupa’da daha iyi bir yaşam bulmak umuduyla kırık dökük teknelere binerek hayatlarını tehlikeye atan bu insanların Alman ucuzluk pazarı için hasat kölesi olarak çalıştıklarını gözler önüne serer.
“Güney İspanya’daki koşullar istem dışı katlanılan görüntüler değil tam tersine bugün dünya çapında hâkim konumdaki agro-endüstriyel modelin değişmez bir unsurudur. Yalnızca hiçbir hakkı olmayan ve her zaman emre amade sezon işçileri düşük imalat fiyatlarını mümkün kılabilir. Bu üretim biçimini ayakta tutabilmek için farklı tarım işçisi gruplarının birbirlerine karşı kullanılması ve belirli bir işgücü fazlalığının, yani bir yedek işçi ordusunun oluşturulması gerekiyor.” (Albert Widmer, İnsan Hakları Savunucusu, aktaran: Kathrin Hartmann)
Başta Afrika olmak üzere yeryüzünün her noktasındaki insan gücünün ve zenginliğin yağmalanarak Avrupa’ya taşınması sonucu kavuştukları konfor ve refahtan vazgeçmek istemeyen zengin ülkelerin düzensiz göçü teşvik etmeleri, geçmişteki sömürgesi zihniyetin devamı olarak görülmelidir. Günümüzde ülkeler silah yoluyla işgal edilmemekte, uluslararası krizler çıkarılarak muhtaç insanlar yaratılarak dünya nüfusunun yarısından fazlası günlük birkaç dolarla geçinmeye çalışırken, binlerce dolara telefon, ayakkabı, kıyafet “satmak” ve bunları da güvencesiz göçmenlere yaptırmak yeni zihniyetin eseridir. Göçmenleri bu tehlikeli yolculuğa çıkaran asıl etken, her ne pahasına olursa olsun karlarını artırmak isteyen sermaye sahiplerinin -Joseph E. Stiglitz’in deyişiyle yüzde 1’lik kesim- piyasaları verimsizleştirmelerinden kaynaklanmaktadır. Berlin Alexanderplatz filminde, uyuşturucu satmak için göçmenleri kullanan bir adam “Uyuşturucu satmak kötü ama bu ülke de diktatörlere silah satıyor” der ve “Bu ülkedeki her şey hep başkalarının sömürülmesi pahasına inşa edildi. Eğer böyle olmasaydı sen evinde otururdun” diye ekler. Bu sözleri bir suçludan duymak şaşırtıcı olsa da doğruluğu inkâr edilemez ve muhtaçlığın nasıl yaratıldığı Kathrin Hartmann’ın kaleminden şöyle okunabilir.
“Oysa Senegal’in dünyanın en yoksul ülkelerinden birisinin olmasından özellikle ticaret zincirleri sorumlu. Avrupa’nın sebze ve süttozu üretim fazlalığı AB tarafından güçlü bir şekilde sübvanse edilmiş olarak Afrika pazarlarına aktarılıyor; daha sonra Senegal ve diğer az gelişmiş ülkelerde, o ülkelerin köylülerinin üretebileceği fiyattan daha düşük fiyatlarla satılıyor. Senegal gibi ülkelerin ekonomilerinin yerlerde sürünmesi bir yanıyla da bu yüzdendir. Bu nedenle yetişkin Senegallilerin, ne kadar iyi bir eğitim alırlarsa alsınlar günün birinde “ekonomik mülteci” olarak denizde boğulmak veya küresel tüketim kapitalizminin yedek askeri olarak gününü geçirmek dışında bir çaresi olmayacak.” (Kathrin Hartmann, Küresel Çarkın Dışında Kalanlar)
Belirli hakları olan düzenli göçmenlerin aksine düzensiz göçmenler hiçbir yerde vatandaşlığa kabul edilmezler, haklarını arayamazlar ve her an sınırdışı edilme tehdidi altında yaşarlar. Kolayca gözden çıkarılabilir olduklarından yasal ücret alabilecekleri yasal işlere giremezler ve kayıt dışı işlerde çalışmak zorunda kalırlar. Bu güvencesizlik hali ise büyük bir sömürüye yol açar. Ekonomi kötüye gittiğinde ilk kovulanlar göçmen işçiler olur çünkü tazminat isteyecek durumda olamazlar. Muhtaçlığa sürüklendiklerinden işini kaybetme korkusu onları iyice uysal hale getirir çünkü göz açıp kapayıncaya kadar yerlerine başkaları bulunur. Hayatta kalabilmeleri için seslerinin çıkmaması ve başları önde yaşamaları istenen bu göçmenler, iş için birbirleriyle mücadele ettiklerinden aynı zamanda prekaryanın büyümesine katkıda bulunmaktadırlar.
Nadine Labaki’nin yönettiği Kefernahum (2018) filminde Lübnan’da yaşayan Zain isimli on iki yaşındaki bir çocuğun hikâyesi üzerinden hiçbir güvenceleri olmayan insanların dramı anlatılır. Kendisinden bir yaş büyük ablasını evlendirmek isteyen anne-babasıyla tartıştığı için evi terk eden ve sokaklarda yaşamaya başlayan Zain, bir gün Rahil isimli Etiyopyalı göçmen bir kadınla karşılaşır. Rahil, daha iyi bir yaşam umuduyla ülkesini terk etmesine karşın hayallerine kavuşamamış ve âşık olduğu erkeğin de kendisini terk etmesiyle birkaç aylık bebeğiyle ortada kalakalmıştır. Bu, büyük güçlükler karşısında ilk kaçanın erkek olduğunu, kadınların dramının daha fazla olduğunu gösterir. Rahil hiçbir güvencesi olmadan çalışmakta, bir döküntüde oturmakta, aynı zamanda çaresizliğini bilen “komşularının” tacizleriyle uğraşmaktadır. Bir tür kader ortaklığı yaparlar ve birlikte yaşamaya başlarlar. Rahil çalışıp para kazanırken, Zain de bebeğe bakmaktadır. Bir polis baskınında yakalanan ancak sınır dışı edileceği korkusuyla bebeği olduğunu söyleyemeyen Rahil, Zain’in bebeğe bakacağı ihtimaline güvenir. Ne var ki kendisi de bir çocuk olan Zain, bir süre bebeğe baksa da tek başına bu işin altından kalkamayınca şebekenin adamlarına “satar.” Bir süre sonra tesadüflerin de yardımıyla, kendisini dünyaya getirdikleri için ailesini mahkemeye verir.
“Eğer bir artık işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temel üzerinde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünüyse aynı zamanda kapitalist üretim tarzının bir varlık koşulu haline gelir. Bu artık nüfus mutlak olarak sermayeye ait olan bir kullanılmaya hazır yedek sanayi ordusu oluşturur. Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır. Aşırı nüfus bu kitleyi sağlar. Modern sanayinin karakteristik yaşam çizgisi, yüksek baskı altında üretim, bunalım ve duraklama dönemlerinden oluşan on yıllık çevrim, yedek sanayi ordusunun ya da artık nüfusun durmadan oluşturulmasına, bunun şu ya da bu ölçüde soğurulmasına ve yeniden oluşturulmasına dayanır.” (Karl Marx, Kapital)
Kefernahum, bir duvarın önüne dizilmiş ve sorguya çekilen göçmen kadınların görüntüsüyle başlar. Kadınların belgelerine ve paralarına patronlar tarafından el konulduğundan gidecek bir yerleri yoktur. Film boyunca ev demenin imkânsız olduğu derme çatma, kirli, ıslak, ya aşırı sıcak ya aşırı soğuk, zifiri karanlık yerlerde yaşamaya daha doğrusu sadece nefes almaya çalışan, geçmişle bağları kopmuş ve yaşamayı unutmuş, sadece nefes alan ve yürüyen bu insanların gelecek hayalleri kaybolmuştur. Bütün bunlara karşın kadınların ve çocukların samimi gülümsemeleri insanın içini ısıtsa da erkekler hiçbir zaman gülerken gösterilmezler. Bu sahneler gülmeyi ilk unutanın daha doğrusu gülmekten vazgeçenlerin her zaman erkekler olduğunu ortaya koyar. İnsanların bütün yoksulluğuna karşın çatılardaki TV antenlerinin çokluğu gözlerden kaçmaz. TV en büyük kültür endüstrisi aygıtı ve milyonlarca insana aynı anda seslenme gücüyle hala eşsiz olduğundan kitlelere sahte umut aşılaması için kullanılması hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü Marx’ın deyişiyle günümüz kapitalizminin “yedek işçi” ordusunu oluşturması beklenen bu insanların “sahte” hayallere ve “eğlenmeye” ihtiyacı vardır.
“Konumu sağlamlaştıkça, kültür endüstrisi, tüketici gereksinimleriyle istediğini yapabilir hale gelebilir; bu gereksinimleri üretebilir, yönlendirebilir hatta denetim altına alabilir. Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir. İstatistik çağında kitleler beyazperdedeki milyonerlerle özdeşleşmeyecek kadar uyanık, ama büyük sayılar yasasından bir an olsun ayrılmayacak kadar da kalın kafalıdırlar. İdeoloji kendisini olasılık hesabında gizler. Şans herkese gülmez, ancak piyango kime vurursa, daha doğrusu üstün bir güç -bu, çoğu kez durup bıkmaksızın arayış içindeymiş gibi sunulan eğlence endüstrisidir- kimi seçerse ona güler. İzleyiciler, olduklarından başka kimseler olmak zorunda olmadıklarına ve yapamayacaklarını bildikleri şeyleri yapmadan da başarılı olabileceklerine inandırılırlar. Ama aynı zamanda izleyicilere, çabalamanın herhangi bir yararı olmayacağı ima edilir çünkü burjuva şansı ile harcanan emeğin hesaplanabilir etkisi arasında herhangi bir bağlantı kalmamıştır.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği)
Film boyunca öksürüklerin kesilmediği, hastalıkların bitmediği ve bir göçmen kadının deyişiyle “domuz ahırı” tek odalı evlerde, yarı aç yarı tok yaşayan, okula gidemeyen, oyun oynayamayan dilendirilen veya çalışmak zorunda bırakılan çocuklar, sesleri çıkmayan, her şeyden korkan, şikâyetçi olamayan anne-babalar, çöplerden toplanan yiyecekler, kimselerin arayıp sormadığı, ölenlerin isimsiz mezarlıklara gömüldüğü, çocukların organ mafyası veya çocuk pornosu sektörünün eline düştüğü bilinmesine karşın kimselerin kılının kıpırdamadığı görülür. Rahil’i, bebeğini zengin bir aileye vermesi için zorlayan bir kaçakçının “Zaten devlette kaydın yok, kimse seni merak etmez, aramaz sormaz. Bir ketçap şişesinin bile ismi var, üretim tarihi var ama senin oğlunun hiçbir şeyi yok” sözleri, durumun acı bir özetidir. Dünya genelinde yaşanan bu trajediye karşın tepkisiz kalınırken Papa’nın bile “Alan Bebek” heykeli açmasının başka bir izahı yoktur çünkü Marx’a atıfla “Kapitalizm, eğer bir ağacı kesmiyorsa, gölgesini satabilmek içindir.”
Berlin Alexanderplatz filminde de Francis adlı bir mültecinin hayatta kalma çabası üzerinden Almanya’daki kimselerin umursamadığı mültecilerin hikâyesi anlatılır. Çalışma veya oturma izni olmayan ve söylenen her şeyi yapmak zorunda kalan göçmenler patron ve adamları tarafından “aptal maymun” denilerek aşağılansalar da hiçbiri ses çıkaramaz. Bir işçi kaza geçirir ancak hem sınırdışı edilme korkusu hem de fabrikanın kaçak işçi çalıştırdığının ortaya çıkmaması için hastaneye gidemezler veya doktor çağıramazlar. Kimlikleri, oturma veya çalışma izinleri olmayan ve “bir dilim ekmek için” her şeyi yapacak duruma düşürülen bu göçmenlerin gerek patronlar gerekse olan bitene göz yuman hükümetler tarafından sömürüldüğü ekrana getirilir.
“Yoksullar yalnızca görünüşte faydasız; çünkü ekonomi bunlardan bambaşka bir noktada, ücret masraflarını düşük tutmaya yarayan endüstriyel yedek işgücü ordusu olarak yarar sağlıyor. Uzun süreli işsizler böylece sadece berbat ücretli taşeron işçiliği ve başka “önlemler” vasıtasıyla neredeyse masrafsız bir şekilde çalıştırılmakla kalmıyor, ekonominin patronları tarafından ücretleri daha da düşürmek, iş piyasasına yönelik kısıtlayıcı kararlar almak ve bu arada kendi servetlerini artırmak için de kullanılıyorlar.” (Kathrin Hartmann, Küresel Çarkın Dışında Kalanlar)
Deniz yoluyla Afrika’dan Avrupa’ya geçmek isteyen Francis ve göçmenlerin bindikleri deniz aracının batmasıyla sevgilisi ölür. Francis yeni bir hayatın kıyısına vurur ancak yarı ölüdür. Ölmek ister ancak bunu yapacak cesareti olmayınca “iyi bir insan olmak için” yemin eder. Almanya’ya ulaşmayı başarır ancak bir yatak ve bir dilim ekmekten başka bir şeyi olmayan göçmen işçiye yani prekaryaya dönüşmüştür. Küresel göçmen emeğinin kapitalizmin amaçları doğrultusunda acımasızca sömürüldüğünü gözler önüne seren Ercüment Akdeniz, Sekizinci Kıta isimli kitabında prekaryaya dönüştürülen göçmenlerin hikâyelerine yer vermiştir. Canını tehlikeye atarak çalışmasına karşın parası verilmeyen, parasını istediği zaman ise “Polisi arıyorum, ne parası” yanıtı alan ve sınırdışı edilmekten korktuğu için hakkından vazgeçen bir göçmen, çalışırken kaza geçiren ancak işten atılmamak için iş kazası bile diyemeyen bir diğeri bu insanlardan birkaçıdır. “Daha önce işçiler şımarık davranıyor, iş beğenmiyor, verimli çalışmıyorlardı ancak yabancı işçiler çalışmaya başlayınca bizimkilerin de ayağı yere basmaya başladı” diyen bir patronun sözleri ise olan bitenin özetidir. Bu ve benzeri olaylarla her iki filmde de sıklıkla karşılaşılması sömürünün her yerde aynı olduğunun göstergesidir.
“Bana mülteci demeyin” diyen Francis, Almanya’ya iyi bir şeyler yapmak için geldiğini söylese de uyuşturucu satıcısı olup çıkmıştır. Almanya’ya geldiğinde hiçbir şeyi olmayan ancak paranın her şeyi yönettiğini anlayan ve “Ben bir Alman rüyasıyım” diyen Francis’in bu sözleri, nasıl Avrupa’nın refahı Afrika’nın sömürülmesiyle gerçekleştirilmişse bu refahın sömürü devam etmeden muhafaza edilmesinin olanaksız olduğunun kanıtıdır.
“Şirketler iş sözleşmesinde işçilerden asla grev yapmama ve şirket sendikasından başka bir sendikaya üye olmama taahhüdünde bulunmalarını talep ediyorlar ve bu taahhüde uymamanın cezası ise işten atılma oluyor. Söz konusu şirketler aslında yalnızca sınıf kimliklerinden, küresel toplumdaki konumlarından ve aidiyetlerinden koparılmış işçileri istihdam ediyor. (Andre Gorz, Yaşadığımız Sefalet)
Kefernahum filmi hakkında söylemeden geçemeyeceğim bir eleştiriyi eklemek istiyorum. Film, Zain’in davasından hareketle yoksulluk, şiddet, güvencesizlik ve göçmenlik konularına değinmeye çalışsa da bir süre sonra tam tersi bir yöne savruluyor ve kapitalizmi aklamaya başlıyor. Film, iyi bir noktadan hareket etse de göçmenlerin içinde bulunduğu durumdan Batı’nın sorumlu olduğunu görmezden gelerek yoksullar ve göçmenler çocuk yapmasın, üremesin tezine bağlanıyor ki şaşırmamak elde değil. “İsviçre’de Suriyeli Mahallesi varmış ve çocuklar orada eceliyle ölüyormuş” diyen Zain’in içtenlikle gülümsediği tek sahnenin Avrupa’ya gitmek için fotoğraf çektirirken olmasının kapitalizme hizmet etmekten başka bir şey olmadığını düşündüğümü söylemeliyim.
Göçmenler, kendilerini sömürenler tarafından her zaman dile getirilen “senin iyiliğin için, sana yardım etmeye çalışıyorum” sözlerinin büyük bir aldatmaca olduğunu bilmelerine karşın boyun eğmeleri inandıklarından değil çaresizliktendir. Wolfgang Bauer, Denize Gömülenler isimli kitabında şebekenin adamlarının “her şey sadece sizin iyiliğiniz için” dediklerini yazar. Gerek Kefernahum gerekse Berlin Alexanderplatz filmlerinde de benzer sözleri duymanın hiç de şaşırtıcı olmadığını söylemeliyim. Zain, “biz de sevilen ve iyi işler yapan insanlar olmak istiyorduk ancak ötekiler için paspas edildik” derken Francis de iyi bir insan olmak için yemin eder ancak başarılı olamaz. Kapitalizmin bu insanlar için biçtiği rol, iyi insan olmaları değil itaatkar kullar olmalarıdır çünkü zengin ülkelerde “aşırı nüfus” bulunmadığından yedek işçi ordusu göçmenlerle sağlamak zorundadır.
John Berger ve Jean Mohr, Avrupa’daki her yedi işçiden birinin göçmen olmasından hareketle 1970’li yıllarda yazdıkları kitaba “Yedinci Adam” ismini vermiştir. ILO verilerine göre küresel işgücünün yüzde 5’ini oluşturan “Yedinci Adam” her geçen gün aşağılanmakta ve alınteri küçümsenmektedir. Üretim, dayanışma, eşitlik ve adalet temeline dayalı toplumun parçalanması, bütün insani duyguların gericilik olarak gösterilmesi, sınırsız tüketim ve vahşi rekabetin teşvik edilerek halkların birbirlerine düşman edilmesi kapitalizmin yarattığı dünya düzeninin esasıdır. Temelinde sömürü ve kölelik, yağma ve talan, kan ve gözyaşı bulunan kapitalizm, kitlelerin, kendilerine dayatılan ahlakın hükmedenlerden geldiğini anlamaması için toplumu yıkmak ve kendi “değerleriyle” yeniden inşa etmek zorundadır. Bunu yapmayı başardığında tüketim kültürünü içselleştirmiş modern birey icat edilmiş ve Adam Smith’in deyimiyle “insan türünün efendilerinin” zenginlikleri koruma altına alınmış olacaktır. Luis Bunuel’in Las Hurdes (1933) isimli filmindeki sefil köylerde karnı aç çocuklara “mülkiyete saygı” ilkesi öğretilirken, Berlin Alexanderplatz filminde de fabrikadaki evsiz göçmenlere dil eğitimi esnasında “house” kelimesi öğretilir. Hiçbir “mülkiyeti” olmayan yoksul çocuklara ahlak bilgisi adı altında “başkalarının mülkiyetine saygı göstermeleri” gerektiği öğretilirken evlerinden koparılan göçmenlere “ev” kelimesinin öğretilmesi büyük bir ironidir.
“Yüce Rama, Ayodhya’ya dönerken onu karşılamak için köylerde tüm ışıklar yakılmış. Ama bir köy karanlıkmış. Annemin anlattığına göre, Yüce Rama bunu fark etmiş. Arabasından inmiş ve köylülere sormuş: “Neden ışıklar yanmıyor? Neden karanlık?” Köylüler cevap vermiş: “Biz de ışıklarımızı yakmıştık. Ani bir fırtına çıktı ve tüm lambalar söndü. Burası karanlık olunca sarayınızın daha da parladığını gördük. O yüzden köyü karanlıkta bıraktık.” (Anubhav Sinha-Article 15 (2019) filminden)
Sarayın ışıklarının daha iyi görülmesi için koca bir köyün karanlıkta kalmaya razı olması insanın içini nasıl acıtıyorsa, küresel emeğin yüzde 5’ini meydana getirmelerine karşın insan yerine konmayan göçmenlerin durumu da aynı derecede acı vericidir. Dünya Bankası’na göre günde 1,25 doların altında gelire sahip olan kişiler mutlak yoksul sayılmakta ve 1 milyardan fazla insan mutlak yoksulluk içinde yaşamaktadır. Oxfam tarafından yayımlanan rapora göre dünyanın en zengin 26 milyarderi, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahiptir. Böyle bir zenginlik yoktur ve olmamalıdır. Bu sömürünün isim değiştirmiş halidir ve 3,8 milyar insan yoksul ve 160 milyon göçmen işçi olmalı ki, 26 kişi milyarder olabilsin demenin bir yoludur.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay
Nerden başlamalıyım yazmaya bilmiyorum. Dram türünde film izlemek istemiyorum diyecek kadar üzgünüm.
Aile bir toplumun temelini oluşturuyorsa, kurulabilmesi için de aklı başında, bunun bilincede bireylerin aile kavramını iyi idrak etmeleri ve buna göre hareket etmeleri şart koşulmalı. Niçin böyle düşünüyorum veya düşünmeye itildim? Bu ve buna benzer pek çok soru var elbet zihnimi kurcalayan.
Bu trajik, duygu dolu film toplum, aile ve birey üzerindeki psikolojik etkilerin tranvası sonucunda, çocukların aile içi ve toplumsal ilişkilerinde nasıl şekildiklerini gözler önüne seriyor. Zain sadece 12 yaşında koca bir adam bilincinde, ailesinin cahilliklerinin karşısında çaresiz. Küfür en tatlı söz olarak öğretilmiş, çalmak helal sayılmış, çünkü değerler aile içinde karın doyurmuyor. Ve sonunda canından çok sevdiği kız kardeşi 11 yaşında zorla evlendirildiği için, yoğun kanama sonucu ölür. Zain‘nin bana kalırsa gerçek dramı o zaman başlar. İzlerken Nasıl yaralandığımı yanaklarımdan süzülen sıcak dokunuşlara sorabilirsiniz. Kendi sevgisizliklerimizin kurbanı olan çocuklarımızı bir daha İnanan, güvenen, paylaşabilen bireyler olarak yetiştiremeyeceğimiz için, ne kadar yazık öyle değil mi?
Bu filmin beni düşündürdüğü gerçek konusu “anne olmak aile olmaktır. ““ Klişe bir kelime söylemek istemezdim ama bütün hayvanlarda potansiyel birer “Anne.”
Salim beyin kaleminden çıkma bir yazı ustalıktır. Bu insanların ve bizlerin örgütlenememesi, beyin yıkama sistemine karşı duramayışımız ise büyük ayıbımızdır.