Korku filmleri ile insanların zorla kapatıldığı alanlar arasındaki ilişki hep canlı ve çekici. Tımarhaneler ve terk edilmiş yetimhaneler kimi ürkütmez ki? Terk edilmesine bile gerek yok, Japonya’da okul tuvaletlerini mesken edinmiş hayaletlerle ilgili şehir efsaneleri artık popüler kültürün temeltaşlarından biri halini almış durumda. Formül basit: Kapalı tutulmayı sevmiyoruz, irademiz dışında tutulduğumuz yer bizi ister istemez korkutuyor.
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Buna rağmen hapishane meskenli korku filmleri sorulduğunda refleksler pek kendini göstermiyor, değil mi? Korkuya gerek yok, hapishane ve doğaüstü güçleri yan yana getirin dediklerinde bile Green Mile’dan öteye gidemiyoruz. Belki de içinde o kadar çok gerçek korkuyu barındırıyor ki, hapishanelere bir de iblisleri, hayaletleri sokmak çok da gerekli gelmiyor çoğu yönetmen için. Tuvalette yan koğuştan biri tarafından şişlenmek ya da sizden sorumlu gardiyanlar tarafından düzenli tacize uğramak gibi dehşetler her daim mevcutken kimin korkmak için cehennemin derinliklerinden gelen şeytani ruhların istilasına ihtiyacı vardır ki? Gene de denemeler yapılmamış değil. Yönetmen Renny Harlin’in 1988 yapımı hayalet filmi Prison, bugün sadece Viggo Mortensen’i kadrosunda barındırdığı için bir miktar hatırlanıyor. Oysa ki gerek atmosfer gerekse işleniş olarak denediği şeylerden ötürü Prison, Amerikan korku sinemasında önemsiz diyemeyeceğimiz bir noktada durmakta, üstüne konuşulmuyor olması üzücü.
1956 yılında Charlie Forsythe isimli mahkum işlemediği bir suçtan ötürü idama mahkum edilir. Mahkumun infazı elektrikli sandalye ile gerçekleştirilir. İnfazın gerçekleştiği hapishane bir süre sonra kapatılır. Aradan otuz sene geçer ve hapishane yeniden hizmete açılır. 1956 yılında gardiyanlık yapan Eaton Sharpe, yenilenmesi planlanan hapishanenin müdürü olarak atanmıştır. Mahkumların naklinin ardından Creedmore Hapishanesi’nde tuhaf olaylar kendini göstermeye başlar, tuhaf olayları mahkum ve gardiyanların birer birer vahşice katledilmeleri izleyecektir. Müdür Sharpe, katliamların ardında başka mahkumları olduğundan şüphelemektedir. Bilmediği şey ise Forsythe’nin ruhunun hala Creedmore tünellerinde gezinmekte olduğudur.
Prison, yönetmen Renny Harlin’in ikinci uzun metraj filmi. Harlin’i Hollywood’un “şansı yaver gitmemiş” aksiyon yönetmenlerinden sayabiliriz. Doksanlar sinemasına Die Hard 2 ve Cliffhanger gibi iki sağlam macerayı bizlere armağan eden yönetmen, 1995 yılında çektiği Cutthroat Island isimli korsan filmiyle muazzam bir gişe başarısızlığına uğramıştı. Guinness Rekorlar Kitabı’na tüm zamanların en büyük gişe patlaması olarak giren Cutthroat Island sayesinde neredeyse on yıl korsan filmi çekmeye kimse cesaret gösteremedi diyebiliriz. Gene de Harlin’i bundan ötürü suçlamak çok da anlamlı değil, kendisi mükemmel bir yönetmen olmadığı gibi bir Uwe Boll da değil. Hatta belki korku sinemasında kalsa kendine çok daha iyi bir kariyer çizebilirmiş, zira kendisi 1988’de Prison’a ek olarak A Nightmare on Elm Street 4: The Dream Master’ı da yönetmiş ve gayet başarılı bir iş çıkarmıştı.
Prison, bir B filmi için fazla yavaş ilerleyen bir senaryoya sahip diyebiliriz. Filmin tempo yavaşlığı muhtemelen bilinçli bir tercih. Sonuçta daha ilk dakikadan kimin hapishaneyi dehşete boğacağını zaten biliyoruz, film bize herhangi bir akıl oyunu yapacağı iddiasında da bulunmuyor. Bu sebeple vaktimizin çoğunu hapishanedeki işleyişe, atmosferi özümsemeye ve minör karakterleri tanımaya verebiliyoruz. Sonuçta bugün Prison’ı seyredecek kitle bir Oz dizisi ya da Shawkshank Redemption tecrübe etmiş olacağından Prison’ın sunduğu tasvir büyük ihtimal çiğ gelecektir, ancak korku janrı perspektifinde baktığımızda ortada bir çaba olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Seksenler korku sineması her ne kadar seterotiplerle çalışan bir sinema da olsa konu “hapishane”ye geldiğinde önceden çizilmiş çok fazla tipleme yoktu.
Senaryodaki zayıflıklara rağmen konu görselliğe geldiğinde Prison iyi bir iş çıkarmış bu kesin. Karanlığı bol bir film olmasına rağmen filmdeki pek çok ışık oyununun çok hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Charlie’nin ruhunun vodo büyüsü yapan bir mahkumun hücresine saldırdığı ve hücrenin bir fener gibi parladığı sahne özellikle ilgimi çekti. Ardından tüm hücrelerin kapılarının patladığı sahne de kesinlikle yapmacıklıktan uzaktı. Işık oyunlarının yanında filmin nadir ölüm sahnelerinin de fazlasıyla stil sahibi olduğunu söylemek gerek. Tünellerde borular tarafından sıkıştırılan mahkum ve dikenli tellerin saldırısına uğrayan gardiyan pek çok Prison hayranının favori sahnelerinden. Bu sahnelerin gerçekten filmin kalitesini arttırdığını söylemek gerek.
Gene de eğer iflah olmaz bir seksenler hastası değilseniz Prison size çok bir şey ifade etmeyecektir. Film büyük mantık hataları içermese de bir sürü soruyu cevapsız bırakıyor. Charlie’nin ruhunun intikamla dolmasını anlayabiliyoruz ama neden mahkumları cezalandırdığına dair hiçbir ipucu yok. Hayaletin hapishane müdürü ile tam olarak ne sorunu olduğu da belirsizliğini koruyor. Bunların ötesinde tüm karizmasına rağmen Viggo Mortensen kesinlikle işlevsiz bir kahraman. Onun üzerinden de bir miktar sorular yaratılmaya çalışıyor ama film bir noktadan bunlardan vazgeçip Mortensen’i içi boş bir yakışıklı şövalye yapmakla yetiniyor . İnternetteki filmle ilgili az miktardaki eleştirilerin hepsi senaryodaki bu boşluklara takılmış vaziyette. Belli ki Prison bazı noktalarda bu eleştirmenlere de farklı bir şeyler seyrettikleri hissini vermiş ama sonrasında olayların hiçbir yere varmaması şevklerini kırmış.
Gene de Prison’ı genel olarak tür için bir kazanım sayabiliriz. Kendisi bir “hapishane korkusu” alttürünü yaratamasa da hiçbir şeyi geriye çekmiş değil. Hatta birkaç yıl öncenin büyük ilgi gören ve bir hapishanede geçen korku oyunu serisi The Suffering’in Prison’dan bir miktar da olsa etkilenmiş olduğu muhakkak (Zaten filmi yıllar önce bana seyrettiren temel etmen de film ile oyun arasındaki atmosferik uyumdu). Bunların ötesinde eminim genç Viggo Mortensen için bu film kesinlikle bir kayıp olmamıştır. İnsan bazı noktalarda sebepsizce “işte bu adam ileride Aragorn olacak” diye gururlanmıyor değil.
bundan birkaç ay önce video zamanı izlediğim bu harika filmi hatırlayıp wherearethevelvets dostuma tavsiye etmiştim.Yazılan tüm iyi eleştirileri gerçekten hakeden bir hapishane filmi prison.Hapishanede geçen ölen mahkumun intikam için geri döndüğü ertesi yılın filmi house 3 gibi filmlere böylesi bir film esin kaynağı olması bence kaçınılmaz gibi birşeydir.Evet viggo mortensen in öyle ünlü olmadan çektiği daha genç halini izleyebiliyoruz filmde ayrıca.