Bazı filmler vardır isimleri çoktan dilimize geçmiş. Frankenstein, King Kong, Yurttaş Kane gibi. Bunlar yıllar içerisinde defalarca tekrar işlenmiş, her bir sırrı klişeleşmiş, hatta ilk manasını kaybetmiş, bambaşka imajlara bürünmüş, pop kültüre mal olmuş isimlerdir artık. Benim için mesela Frankenstein, Fred Çakmaktaş’ın komşusuydu. Sevimli birşeydi. King Kong dediniz mi 1980’lerdeki bir patlamış mısır filmindeki kocaman bir eldi. Yurttaş Kane ise ders kitaplarında yer alan, muhtemelen çoktan klişeleşmiş olduğunu düşündüğüm eski bir filmden başka birşey değildi. Ancak bir gün edebiyatın tozlu raflarını karıştırıp bunların orjinallerini keşfettiğim zaman anladım her birinin ayrı ayrı değerini.
Psycho / Sapık (1960) da tıpkı böyle. Bugün bırakın genel bir sinemaseveri, etrafta ben korku sineması hastasıyım diye gezen birçok gencin bile Sapık’ı izlememiş olması kuvvetle muhtemeldir. Küçükken anne babalarından veya televizyondan duydukları için birçok insan için sadece kulaktan dolma bir şeydir Sapık. Biliyor musunuz diye sorarsanız “tabi ki” cevabını alırsınız. Ama biz Öteki Sinemacılar arasında bile Sapık’ı son 15-20 senedir izlememiş olan varsa, tekrar izleyince bir kere daha anlayacaktır bu şaheserin asıl değerini. O yüzden b-film dehlizlerinden kafamı çıkarıp Öteki Sinema arşivlerine çoktan katılmış olması gereken Sapık’ı, daha doğrusu Sapık hakkındaki tecrübemi sizlerle paylaşmak istedim.
Kendimi bildim bileli annemin en korktuğu film olarak bilirim Sapık’ı. Annem genç kızlık döneminde bu filmi izledikten sonra yıllarca perde kapalı duş alamamış. Küçükken her korku filmi izlemek istediğimde de annem bana bunu anısını anlatır ve beni korumak için daha yaşımın erken olduğunu söylerdi. Ben ise ilk defa İngiltere’de üniverstedeyken, klasikleri keşfetme dönemimde izledim Sapık’ı. 50 yıllık bir film olduğu için muhtemelen izlerken sıkılacağımı düşünüyordum. Ama yine de izlemeden olmaz diyerek başladım izlemeye. Üniverste hayatım boyunca izlediğim filmlerin yüzde 90’ı esnasında olduğu gibi, o gün de Canterbury’de karanlık ve kasvetli bir gündü…
Öncelikle, bildiğiniz gibi 1960 yılında, Sapık’ın, gişe sinema seyircisine o zamana kadar hiç görmediği kadar vahşi bir ‘gore’ sahnesi sunduğunu hatırlamak lazım. Duştaki bıçaklama sahnesinde bıçağın ete girerken çıkardığı o ses, akan kanlar, ve sonrasında Norman’ın etrafı temizlemesi o zamana kadar perdede ilk defa bu kadar saygıdeğer bir sinematografi içerisinde izlenen vahşet görüntüleriydi. Dönem için şok ediciden de öteydi! Sapık’ın sinema dünyasında ve popüler kültürde yarattığı sansasyon ve tki, korku filmlerinin giderek dozu arttırmasına, slasher’ların doğuşuna, bugünkü Testere filmlerine ve bilgisayar oyunlarındaki aşırı vahşete kadar uzanan bir dışa vurum sürecinin mihenk taşı oldu diyebiliriz. Ortaokul yıllarımızda Sub-Zero ile Scorpion’un omuriliğini çıkardıysak eğer, unutmayın ki bunu borçlu olduklarımız arasında Sapık’taki duş sahnesinin yadsınamaz bir yeri vardır.
Ancak Sapık’ı sadece bu sahneye bağlamak filme haksızlık olur tabi. Sapık demek, Bernard Herrmann’ın harikulade bestesi, Anthony Perkins’in sade ve mükemmel oyunculuğu, Robert Bloch’un insanın beynini döndüren romanı ve tabi ki Hitchcock’un eşsiz sinematografisi demek… benim için en önemli detay ise o merdivenlerdeki kuşbakışı açı olmuştu. İlk izlediğimde beynimden vurulmuşa dönmüştüm. O sahneye kadar gayet standart bir havada normal kadrajlarla ilerleyen filmde, dedektif Arbogast (ismin hastasıyım) merdivenleri çıkarken birden gariplik, bir tedirginlik kaplıyor insanın zihnini. Ardından da birden tepe açıya geçince kesinlikle çok ters birşey olacağını biliyorsunuz. Aniden kapıdan Norman’ın Annesi çıkınca insanın içinde nadiren hissettiği bir korku salgılanıyor. Tıpkı Deep Red‘deki kukla gibi, veya Dead of Night‘ın sonundaki gibi, böyle, birinin garip bir hızla yürüyerek tehtidkar bir şekilde kadraja girmesi her zaman tüylerimi diken diken etmiştir zaten. Daha sonra Norman’ın annesini bodrum katına indirirken yine kameranın yavaşça süzülerek bu açıya geçmesi, bu kuşbakışı tepe açısını vurgulayarak tedirginsizlik hissiyatını pekiştiriyor ve garip subliminal bir korku yaratıyo insanın içinde.
Filmin başlangıcındaki PSYCHO yazısınının fontları ve hem başta hem sonda ekranın çubuk çubuk olarak dağılmasını da grafik olarak leziz detaylar olarak bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.
The Pervet’s Guide To Cinema adlı belgeselde Slovaj Zizek’in Norman’ın annesinin evinin 3 katını id, ego ve superego olarak anlatması ise başlıbaşına incelenmesi gerek harika bir edebiyat/psikanaliz konusudur.
Son olarak da anneme yıllar sonra Sitges Fantastik Film Festivali’nden Norman Bates’in annesinin silüeti şeklinde bir duş süngeri hediye aldığımı itiraf ederek yazımı sonlandırıyorum.
John Lennon şöyle demişti: ‘Elvis’ten önce hiç bir şey yoktu. Elvis gelene kadar beni hiçbir şey etkilemedi.’
Klasiklere saygım sonsuz fakat bu filmin korku sineması açısından buna benzer bir etkisi var bence. Türün yönünü tamamen değiştirerek adeta bir devrim yaratmştır.
diğer filmleri pek sevilmesede ben ikinci filmi de gayet akıcı ve güzel buluyorum. ilk filme yakışır bir ikinci film diyebilirim kendi adıma.
10 ve 25 yaşlarımda seyrettiğim sapık filmi ile ilgili düşüncem hiç değişmedi. bu film insanları gerçekten korkuttu mu? vizyona girdiğinde banyo sahnesi (böylesi kanlı? bir sahneyle ilk defa milli olmanın etkisiyle) korkutmuş olabilir. frenkeistein’ın bile en korkutucu sahnesi yaratığın, çocuğu göle attığı sahne olduğunu düşünürsek bence sapık, korku filmi olarak belki yetmişlere yetişir ama 80’ler itibariyle korkutucu etkisini kaybetmiştir. ama banyo sahnesinin insanları banyoya girmeye korkutucu etkisini (gerçekten böyle midir orası da şüpheli) apt*lca bulduğumu söyleyebilirim.
10 ve 25 yaşında filmle ilgili değişmeyen başka bir şey de filmin finali: bir hamamböceğini bile incitemeyeceğimi görsünler. bence dahiyane bir finaldi.
filmde beni rahatsız eden en önemli nokta, bizim sinemamızda (amerikan sinemasında ise normal olarak birkaç filmiyle de palma) suyu çıkacak kadar çokça kullanılan kadın düşmanı tavrı.
hatta şöyle bir şey de söylenir: annesi tarafından hadım edilmiş ödipal norman aslında hiçkokun ta kendisidir.