Uyarı: Bu iflah olmaz bir Punisher hayranının yazısıdır.
Castle’s Way
Şüphe götürmez bir gerçek vardır ki, Marvel evreninin biricik “öteki”si Punisher’dır (Eski tüfekler kendisini “Mavi Kaplan” olarak tanımaktadırlar). İlk olarak Spiderman’in Şubat 1974 tarihli 129. sayısında (çok da gelecek vaat etmeyen bir minör kötü olarak) kendini gösteren Frank Castle, ailesinin ölümünden sonra kendini mafyaya karşı sonsuz bir savaşa adamış, Vietnam gazisi bir sokak savaşçıdır. Suça yaklaşımı ve suçlularla savaşma yöntemlerindeki aşırılık yüzünden anaakım bir karakter olma şansı asla bulamayacak Punisher, enteresan bir şekilde dönemin çizgiroman okurları tarafından büyük ilgiyle takip edilir. Zira çizgiromanda “antikahraman”, özellikle seksenlerin sonunda temel bir ihtiyaca dönüşeceğinin sinyallerini vermiştir artık. DC Comics, Frank Miller’ın Dark Knight Returns’ü ve Alan Moore’un unutulmaz Watchmen miniserileri ile eski steril dünyaya restini çekmiş, idealize edilmiş “kahraman” ikonunun devrini kapamıştır. Modern kahraman görüntüsü artık değişmek zorundadır. Egoizm kahraman için hala bir günahtır, ancak onun sonsuz yolculuğundaki akılalmaz şevki ve coşkusu sorguya muhtaçtır. Okur, güzel bir dünyanın yanılsamasına kapılmış tayt tutkunları değil, daha trajik ve daha gerçek yüzler, gerektiğinde tek motivasyonu kırılan gururu ya da kalbine kazıdığı intikam olan karakterler görmek ister. Bugünün anaakım çizgiromanının hakim ismi Marvel, kahramanlarındaki tüm çeşitliliğe rağmen bu konuda başarılı bir sınav veremez. Aklının yarısını Vietnam’ın ormanlarında bırakmış gibi gözüken ve New York’un süper kahramanının da süper kötüsü kadar bulaşmak istemediği Punisher, Marvel’in ihtiyacı olan karanlık ve “yetişkin” içeriğe dönemi koşullarında yakınsamayı başarmış, bu sebeple kendi ünlenemese bile Marvel çizgiromanlarının olgunlaşmasında yadsınamaz bir etkisi olmuştur.
Marvel evreninin 80’ler ve 90’larda kendi şiddet kodlarını kırmasında gizli bir katalizör olarak görev yapan Punisher, kendi gelişimini ise ancak 2000’lerde yaşama şansı bulur. Usta çizgiroman yazarı Garth Ennis’in elinde yeniden hayat bulan yeni Punisher, gözünü kan bürümüş, B filmlerin aranan ölüm makinesi değil, zekası ile okuyucuyu rahatlıkla etkileyen bir taktik uzmanıdır artık. Ennis’in kafasında Punisher’ı bir antikahramandan çok Byronik kahramana çevirmek vardır. Ailesinin katlinin onu suç savaşçısı yaptığını bilsek bile özellikle Vietnam yılları bizim için büyük gizemdir, eski serilerde iddia edildiği gibi sosyal becerileri zayıf değildir ama etkileşimden özellikle kaçınmaktadır, kendince karanlık bir mizaha sahiptir. Kadınlarla flörtleşmesi yok denecek kadar azıdr ancak tüm kadınlar için tartışmasız bir arzu odağıdır.
Punisher’ın 2004 yılında çekilen ve Thomas Jane’ın Frank Castle’ı oynadığı ikinci sinema filmi (İlk uyarlama 1989 yılında yapılır) Ennis’in 2000’lerde yarattığı ilk Punisher prototipinin ürünüdür. Genel olarak beklentilerden uzak bir film olan Punisher’ın (2004) muhtemelen başarılı sayılabilecek tek kısmı, Frank Castle’ı (ironik bir şekilde, performansı aslında hiç beğenilmeyen) Thomas Jane’in canlandırması olmasıdır. Zira filme kaynaklık yapan Ennis yapımı Punisher, zeki ve soğukkanlı ancak pek çok noktada “şamar oğlanına” döndürülen, dayak attığı kadar dayak da yiyen, biraz daha eski usül aksiyon kahramanlarına yakın bir karakterdir (Çizgiromanında at kuyruklu uyuşturucu bağımlısının kafasına silah dayayıp “git o saçları kestir, iş bul kendine bir de” diyen bir Frank Castle’dan bahsediyoruz).
2004 yılında Ennis yapmakta olduğu seriyi bırakıp Punisher: Max isimli seriye başlar. Marvel’in yetişkin içeriğini fazlasıyla arttırdığı Max serileri arasında en uzun süre tutunan (75 sayı) Punisher: Max olur. Artık süperkahramanların ya da idealize/karikatürize edilmiş kötülerin olmadığı Max serisinde Castle, yeri geldiğinde İrlanda mafyasıyla yeri geldiğinde Meksika’da uyuşturucu kartellerle çatışmaktadır. Bu seride yaratılan Castle, (Halen Ennis tarafından kontrol ediliyor olsa da) Thomas Jane’e ilham kaynağı olan Punisher’dan fersahlarca uzak, fazlasıyla karanlık, çok daha az konuşan ve artık gençlik günlerini geride bırakmış (altmış yaşında) bir karakterdir. Bu alabildiğine karanlık karakter ile Marvel’in Max serisi adeta şaha kalkar. Marvel’in Max serilerine grafik şiddette herhangi bir sınırlandırma getirmemesi, Ennis için bir “release the Kraken” emridir. Kan ve şiddet resmen çizgiromanın sayfalarından dışarı sıçramakta, Frank Castle ise gittikçe daha karanlık ve kapalı bir savaşçıya dönüşmektedir.
War Zone
Punisher: War Zone, işte tam da bu karanlık yükselişin en yoğun olduğu dönemde vizyon yüzü gören bir film olur. Proje 2004’ten beri zihinlerdedir, hatta filmde tekrardan Thomas Jane’in oynaması istenmekte, Jane film için antremanlara gitmektedir. Ancak 2008’e gelindiğinde okuyucuya 2004 model Frank Castle sunulamayacağı anlaşılır ve görsel olarak çizgiroman tasvirine daha yakın hatlara sahip Ray Steveson bu role getirilir.
Hikayeye gelince… Vigilantizm bayrağını beş yıldır taşıyan Castle, şehrin suçlularının korkulu rüyası haline gelmiştir. Suçlular ondan kaçmakta, polis ona yaklaşmaya çekinmektedir. Castle’ın şehrin köklü mafya ailelerinden birine yaptığı baskın sırasında, ailenin üyelerinden Billy Russoti katliamdan kaçmayı başarır. Russoti’nin peşine düşen Castle onu sığınağında yakalar ve çatışma sonunda Russoti dev bir cam öğütücüsünün içinde sıkışır. Öğütücüden kurtulmayı başaran Russoti’nin yüzü tanınmaz haldedir ve estetik cerrah ne kadar uğraşsa da durumu düzeltemeyecektir. Çılgına dönen Russoti artık Punisher’ın amansız düşmanı “Jigsaw” olmuştur. Bu sırada Castle, Russoti’nin sığınağındaki çatışmada öldürdüğü mafya üyelerinden birinin aslında polis olduğunu ve operasyon için kimliğini gizlediğini öğrenir. Kötülere karşı sönmez bir nefreti olmasına rağmen kodları arasında masum öldürmek olmayan Castle için kendiyle bir kez daha çatışma zamanı gelmiştir.
Punisher: War Zone, bir çizgiroman uyarlamasında yapımcıların kafasının nasıl karıştığını incelemek için mükemmel bir örnek. Gerek atmosfer gerekse barındırdığı şiddet olarak Ennis’in Max serisinin çocuğu olduğunu fazlasıyla hissettiren War Zone, iş hikayeye geldiğinde kendini resmen uçurumdan aşağı atıyor. Karaktere odaklanmak gibi bir kaygı kesinlikle War Zone’da kendini göstermiyor. Bilakis, Punisher gibi limitli ana karaktere sahip bir hikayeler dizininde ne kadar önemli figür varsa hepsi (muhtemelen farklı dönemlerde Punisher okumuş herkese ulaşalım kaygısıyla) filme eklenmeye çalışılmış. Filmde bir yandan Max’in karanlık atmosferini ciğerimize çekmeye çalışıyoruz, ancak öte yandan Ennis’in 2000’lerin başında yarattığı deneysel bir “sidekick” ve gereksiz bir komedi unsuru denemesi olan polis memuru Martin Soup ile karşılaşıyoruz. Bu da yetmiyor, eski serilere özgü bir karakter olan (ve Max’in ilk sayılarında tasvir edilen olgunluğundan ve rolünden tamamıyla uzak) Microchip’i buluyoruz karşımızda. Ortada hem atmosfere uymayan, hem de farklı dönem okurları için yaratılmış birbirinden tamamen alakasız karakterlerin hikayeye gereksizce eklemlendirilme çabası var.
Punisher: War Zone, en hafif ifadeyle Marvel’in vasat bir aksiyon filmini “eşeği boyayıp zebra diye satma” prensibiyle önümüze getirmesi. Filmdeki iyi bazı replikler ve başlangıçtaki mafya baskını sahnesi dışında Garth Ennis’in Max serisinde yaratmaya çalıştığı ile uzaktan yakından alakası olmayan bir senaryo söz konusu. Bir Punisher hayranı olarak Max hikayelerinden birinin uyarlanmaya çalışılmaması beni fazlasıyla üzdü. “Mother Russia” ile çok başarılı bir politik aksiyon ya da “Six Hours to Kill” ile Scorsese’nin After Hours’u (1984) kıvamında bir gece serüveni kotarılabilirdi. Max serisinde gerek görsel gerekse metin anlamında sinemaya uyarlanmaya hazır pek çok hazine varken böylesi bir işle karşılaşmak gerçekten üzücü.
Filmin hayranlarına tek getirisi Rob Zombie, Slipknot ve Slayer gibi isimleri içinde barındıran güçlü soundtrack’i olmuş. Filmi olmasa bile Punisher: War Zone’ın soundtrack’i Punisher hayranlarını büyük ölçüde tatmin edecektir.
Özetle, Punisher’ı uğruna külliyatına defalarca gömülecek kadar sevmiyorsanız War Zone sizi tatmin etmeyecektir. Punisher’ı o kadar seviyorsanız, o zaman da verdiğiniz paraya üzüleceksinizdir. War Zone’u sadece Batman Üçlemesi’nin ya da Watchmen’in (2009) yapıldığı yıllarda insanların hala nasıl cesaret edip gerçekten kötü çizgiroman uyarlamaları yaptığını anlamaya çalışmak için seyredin.
Frank’in beyazperdedeki bir sonraki macerasının daha aklı başında olması dileğiyle.
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
War Zone’u sadece Batman Üçlemesi’nin ya da Watchmen’in (2009) yapıldığı yıllarda insanların hala nasıl cesaret edip gerçekten kötü çizgi-roman uyarlamaları yaptığını anlamaya çalışmak için seyredin. (Ama bunun için bile izleyip kendinize yazık etmeyin)
AMİN…