Rabiacılar bir de film mi yapmış demeyin… Film Kolombiya, Meksika ve İspanya ortak yapımı ve İspanyolcada rabia, öfke demek. En sevdiğim Latin Amerikalı yönetmenlerden olan Sebastián Cordero imzalı Rabia, alegorik anlatısında göçmen ve mültecilerin uğradığı ayrımcılığı mercek altına alıyor.
Öteki Sinema için yazan: Ezgi Aksoy
José Maria ve kız arkadaşı Rosa, İspanya’da ikamet eden Kolombiyalı göçmenlerdir. Rosa zengin bir aileye ait olan bir malikanede hizmetçilik yaparken, José Maria ise bir inşaatta çalışmaktadır. José Maria öfkeli bir gençtir, zira hayatın her alanında her an ayrımcılıkla mücadele etmekten bıkmıştır. Koruyup kollayıp büyük bir özenle büyüttüğü öfke, bir gün ipleri ele geçirir ve José düşünmeden, öfkesine yenik hareket ettiği için işvereni ile kavga ettiği bir anda işverenini kazara öldürmesine neden olur. Bundan sonra José Maria, Rosa’nın çalıştığı devasa malikanede saklanmaya başlar.
Ev sahiplerinin ve Rosa’nın haberi olmadan çatı arasında, dev ve sinirli bir fare gibi yaşamaktadır. Gerçek bir mahkum olmasa da, yine de tutsaktır bu evde Maria. Gizlice onları gözetledikçe kendini sıkışmış hissetmeye, sıkışmış hissettikçe de maskülen ve maço öfkesi artmaya başlar. Zira öfkesinden başka kimsesi yoktur yalnız dünyasında. Ama bir yanıyla da hayli sakindir. José Maria, memleket kadar büyük bu malikanede görünmez olmaya başlamıştır zira. Gölgelerin arasında, varla yok arası bir hayat sürmektedir. Ancak José’nin asıl istediği bu değildir elbette. José de herkes gibi sadece yaşamak istemektedir. Üstelik aynı ev içinde telefonla konuştuğu kız arkadaşının hamile olduğunu öğrenmesi de yine bu dönemde gerçekleşir…
Yapımcılığını Guillermo del Toro‘nun üstlendiği ve Sergio Bizzio‘nun romanından uyarlanan Rabia, biraz karanlık bir film. Çok özel ya da çok güzel olduğunu iddia edemem. Yani ayrımcılık ve göçmen meselelerine değinen bir film olarak, bir Biutiful değil Rabia. Zaten pekçok sinema yazarından orta karar notlar almış. IMDb puanı da öyle pek parlak ve yüksek sayılmaz. Ama Rabia dört – beş festivalde gösterilmiş ve ödül de almış tam bir festival filmi ve aslında sevdiğim bir yanı var; filmin koca bir metafordan oluşuyor olması. Ayrıca atmosferik bir film oluşu da hoşuma gidiyor.
Rabia, Cordero’nun en iyi filmi değil. Yakında yazmayı planladığım Crónicas (2004), Rabia’dan çok daha iyi. Ama asıl Ratas, Ratones, Rateros (1999) Cordero’nun gerçek başyapıtıdır. Son zamanda Europa Report (2013) ile dikkat çeken Cordero’nun asıl uzmanlık alanı suç dramaları çekmek. Siz de Rabia ile işe başlayabilirsiniz.
Mülteci ve göçmenlerin yaşadıkları ülkelerde nasıl da görünmez olduklarını ya da olmak zorunda olduklarını, birer fare gibi saklanmakla mükellef olduklarını ve de ülkenin “asıl sahipleri” tarafından nasıl da korkuluyor ve de tiksiniliyor olduklarını başarılı bir şekilde ortaya koyuyor Rabia.
İspanya, Latin Amerikalı göçmenler için Avrupa’ya giriş kapısı anlamına gelir. İspanya’da Kolombiya‘dan Porto Riko‘ya, Bolivya‘dan El Salvador‘a kadar çok çeşitli Latin Amerika ülkelerinden gelen göçmenler yaşıyor. Bu göçmenlerin bir kısmı hizmetçilik ya da fahişelik yapıyorlar. Erkeklerse genellikle güç gerektiren işlerde çalışıyor ya da çeşitli çetelere dahil olarak uyuşturucu ticaretinin çeşitli bölümlerinde görev alıyorlar. Toplum tarafından yok sayılıyor ve filmde de geçtiği gibi “bok kadar değer” görmüyorlar. Amerika kıtasının keşfine ve milyonlarca yerlinin katline sebep olanın büyük İspanya İmparatorluğu olduğu düşünülürse, durumun aslı bile yeterince alegorik zaten. Ama Rabia da meseleyi daha da alegorik bir biçimde ele almayı başarmış.
Yönetmenin kurduğu metaforda ev, filmin merkezine oturuyor. Evin kendisinin zaman içinde resmen bir kapana dönüştüğünü izliyoruz. Gölgelerle baskılanan klostrofobik bir alana dönüşüyor zamanla bu koca malikane. İzbe, izbe olduğu kadar da yaşlı bir malikane bu. Sanki İspanyol engizisyonu kelle saydırırken de varmış gibi geliyor insana. Hatta sanki Kolomb bu malikaneden çıkıp da gitmiş Amerika kıtasını bulmaya. Sanki bu malikanede yaşamakta olan iki Kolombiyalı, zaferle dönülen bir seferde İspanya’ya getirilen Amerikan yerlisi esirler gibi sıkışmış ve kapana kısılmışlar. Sanki ev onları almış, saklamış ve dondurmuş…
Malikanenin sahibi Torres ailesi de en az ev kadar izbe ve de ürkütücü. Aslında bir klişe olarak sunulmasına rağmen, Torreslerin “iyi görünen gizli ayrımcılar” oluşu yeterince sinir bozucu. Yüzlerinden eksik olmayan tuhaf gülümseme bile, herhangi bir mülteciyi öfke krizlerine sokmaya yetebilir. Zira bazen sadece bir gülücük, bıçak darbesinden daha can acıtıcı olabilir.
Rabia’da İspanya’ya daha iyi yaşam şartları ve para kazanmak için gelen José Maria’nın zaman içinde bir hayalete dönüşmesini izliyoruz. Durumu daha iyi gibi görünen Rosa ise en az Maria kadar zor durumda aslında. Öyle ki Rosa’nın kendi bebeğine istediği adı vermeye bile yetkisi yok gibi. Onun adına herşeyi düşünen ve karar veren, “iyi kalpli” asil aristokrat bir ailede yaşamaya mecbur Rosa. Hizmet etmek hayattaki tek işi ve uğraşı. Böylece yok olup gidiyorlar evin içinde. Spoiler vermeden şöyle diyebilirim ki; “José Maria, bu malikanede yaşadı, bu malikanede öldü, duvarlardan başka gören olmadı” dercesine bitiriyor filmi Cordero. Kamera gölgelerin ve duvarların arasında öylece dolaşıyor adeta. O sırada Chavela Vargas giriyor söze ve “sen artık burada olmadığında, ben gölgelere boğulurum. Acımı da alıp artık buradan gittiğinde, hayalimde aşkı yeniden yaşarım”… Ne diyebilirim… Rabia, sadece zaman zaman çalan Chavela Vargas şarkılarını dinlemek için bile izlenebilir.