Nev’i şahsına münhasır Recep İvedik serisinin üçüncü filmini de izlemiş olmakla eriştiğim bahtiyarlığı naçizane aktarabilmek ve bu muhteşem filmi herkesin, hatta bütün bir beşeriyetin izlemesine bir nebze olsun katkı sağlayabilmek adına kâğıt-kaleme sarıldığımı ifade etmek isterim. Son yılların belki de en yaratıcı filmi olan ve cemiyetin karşı karşıya kaldığı girift meselelerin üzerine gitmekten çekinmeyen bu denli mühim bir eseri seyrederek tarihe tanıklık etmiş olduğum hissiyatından henüz kurtulabilmiş değilim. Seriyi izlemeden geçirmiş olduğum mazimi hatırladıkça “bir mücrim gibi titremekten” kendimi alamıyorum. Bu dile getirme ameliyesini bir nevi vazife telakki ettiğimi, zira yaratıcı beyinlere mahsus ürünleri mümkün mertebe çok kişiye ulaştırmak gibi naçiz bir gayret içerisinde olduğumu söylemeliyim. Hepinizin malumu, bu nev’i filmler gerek dağarcığımızın genişlemesi, gerek umumi idrakimizin inkişafı cihetinde, tarifi imkânsız tesirlerde bulunuyor. Yazımda hatalarım olmuşsa, filmin üzerimdeki tarif edilemez etkisine verilmesini ister, “sürç-i lisan etmişsem affola” demeyi şimdiden bir borç bilirim.
Recep İvedik 3 filminde de görkemli oyunculuklarından birini daha sergilemesi dışında feylesof yönünü de ortaya koyan Sayın Şahan Gökbakar’ın “Sokakta birbirinin kafasını kıracak insanlar yan yana oturup, bir şey izleyip güldüler. Bu kadar toplumsal gerginliğin olduğu bir ülkede aynı anda gülme seansı gibi oldu film. Herkes aynı anda güldü. Sağcısı-solcusu, dertlisi-tasalısı, Türkü-Kürdü-Çerkezi-Lazı herkes aynı salona gidip, yan yana oturup gülebildi aynı şeye. Bunun için bana teşekkür edilmeli” şeklindeki beyanı, eleştirinin ve içtimai sorunlara parmak basmanın “kişilerin medeniyet ve zekâ seviyelerine dair ciddi işaretler taşıdığı” şeklindeki kanaatimi perçinlemiştir.
İçtimai tenkidin bu denli kaliteli örneklerine tesadüf etmenin her zaman mümkün olamayacağından hareketle böyle muazzam bir karakterin ortaya çıkarılmasında emeği geçen, başta Sayın Şahan Gökbakar olmak üzere, tüm ekibe şükran ve teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. Ana karakter olan Recep İvedik dâhil, hepsi birer meddah kalitesindeki sanatkârlar tarafından canlandırılan filmin bünyesinde yer alan her bir karakter o kadar incelikli bezenmiş ve kanaviçe işler gibi işlenmiş ki böyle bir seviye çok nadiren tutturulabilir. Ecdadımız bugünleri görecek olsaydı ziyadesiyle gurur duyardı, eminim.
Koltuğuma yerleştiğimde izleyeceğim ürünün kalitesinden bir nebze olsun şüphe duymuyordum. Geniş bir hayat görgüsüne sahip güzide senaristlerin kaleminden çıkacak her şeyi kabullenmeye dünden hazırdım. Hatta yabancılık çekmemek maksadıyla ve fanatikliğimin sorgulanmasından endişe duyarak -çok affedersiniz- “böörrğğörrkkk, öööörrrğğk, ööğğkk” seslerini layıkıyla çıkarabilmek için ayna karşısında idman bile yaptım. Türk sinema tarihinde eşi benzeri görülmemiş ve uzun yıllar boyunca da görülmeyecek bir fenomen haline dönüşen bu eser için ne yazarsam yazayım bir şeylerin eksik kalacağı duygusunu içimden atamamanın sıkıntısını halen yaşıyorum. Ya bu denli özgün filmin namütenahi müspet yönlerinden bazılarını unutursam, ya beni ziyadesiyle etkisi altında bırakan bir bölümü anlayamazsam, ya hepsi birer maestro ayarındaki ekibe haksızlık edersem diye üzüntüden hala mideme kramplar girdiğini söylemeliyim.
Son yıllarda Desdere, McDandik, Oğlum Bak Git, G.D.O. Karakedi, Romantik Komedi, Sabit Kanca, Bana Bir Soygun Yaz, Kolpaçino gibi isimleri bile birer yaratıcılık örneği sayılabilecek filmlerle Türk sinemasında kayda değer bir kalite yükselmesinin müşahede edildiği dile getirilmektedir. Misal Tarkovski hayranı olduğu söylenen Nuri Bilge Ceylan nam yönetmen, yapsın böyle bir film, yapamaz. Ercan Kesal tesmiye edilen aktör, can versin böyle bir karaktere, veremez. Çünkü kaliteli eserlerin en mühim hususiyeti, yazılması kolay gibi görünmesine rağmen işin aslının bunun tam zıttı olmasıdır. Tecrübe ederseniz, bu tarz filmleri kolay kolay çekemeyeceğinizi, böylesine ustalıklı senaryoyu kaleme alamayacağınızı ve bir karaktere benliğinizden parçaymış gibi can veremeyeceğinizi siz de fark edeceksiniz. Bu eserlerin yaratım sürecinde emeği geçen insanlarımızın derin muhtevalı mesajları aracılığıyla güzide birer numune teşkil ettiklerine dair inancım, kıvancımın büyümesine sebebiyet veriyor.
Sinema meselesine hâkimiyetimiz bu kadar aşikârken, neden dünya üzerinde iyi işler yapmaya ve evrensel çalışmalara iştirak etmeye muvaffak olamadığımızı sormanın pişmiş aşa su katmak anlamına geleceği ve bu incelemenin muhtevası dışında kalması gerektiği düşüncesindeyim. Yine de henüz dibe vasıl olunmadığını, bir defa vurduk mu süratle yükseleceğimize inancımın tam olduğunu belirtmek isterim. Yoksa bu kadar yazar, oyuncu, yönetmen, seyirci ve yapımcı topyekûn gaflet içinde olamazlar.
Temiz kalpli, kimseyle derdi olmayan, asabi tabiata sahip olduğundan arada bir argo kelimeler kullanan, hayatla ziyadesiyle barışık, son dönem Türk temaşa hayatına damgasını vuran Recep İvedik karakteri, hayattan kopup sırça köşklerinde yaşayan entelektüeller tarafından körü körüne tenkit edilse de karakteri canlandıran Sayın Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’in çok güzel bir film olduğunu, senaryonun kaç kez sil baştan yazıldığını hatırlamadığını hatta üniversiteden destek aldıklarını söylemesi sevincimin katlanarak artmasına sebebiyet vermiştir. Daha sonra başka bir gazetede okuduğum mülakatında ise filmdeki esprilerin senaryoda bulunmadığını, insanların, affedersiniz, “yarılarak güldüğü” esprilerin doğaçlama olduğunu söylemesi ise “işte gerçek sanatçı” diye düşünmeme neden olmuştur.
Temaşa sanatına gönül vermiş güzide aydınlarımızdan birisinin “Bence Recep İvedik toplumumuzun %70’ni oluşturuyor. %1 entelektüel kesim var onlar filmi beğenmiyor” sözleri karşısında aynı hisleri beslediğimizi öğrenince gözyaşlarıma hâkim olamadığımı itiraf ediyorum. Her ne kadar, ne idüğü belirsiz %29’luk bir kesim arada kaynamış olsa da, bu nasıl bir yetenektir, bu nasıl bir belagattir ki bir cümlede koca bir hayat felsefesini özetleyebiliyor. Meşakkatli merhalelerden geçerek ecdadın göğsünü kabartacak böylesine mükemmel eserler ortaya koyan gıpta edilmesi gereken insanların münasebetsizce eleştirilmesine karşısında el-insaf demekten başka söz bulamıyorum. Bu anlarda “ben neden yapamıyorum, ben neden başarısızım, o başarılı” düşüncesiyle kalemimi kırıp atmak, bu işlerden elimi eteğimi çekmek ve dağ başında ahşap bir kulübede, pirinç bir soba başında kestane pişirmek istiyorum.
Son olarak, filme değgin bu seviyeli münakaşaların, bir hayat kültürünün teşekkülüne namütenahi katkılarının bulunduğu düşüncesinde olduğumu belirterek, bu seviyeli, aydınlatıcı yazılardan hiçbir zaman mahrum kalmamamız dileğiyle yazıma son veriyorum. Hatta filmi cansiperane tavırlarla savunan bir arkadaşımın “ne kadar çırpınırsanız çırpının, herkes bu filmi izleyecek” şeklinde yazması karşısında duyduğum heyecan içimin ürpermesine neden olmuştur. Vakit geçirmek gibi hususi bir telaşlarının olmadığı aşikâr arkadaşların, bizlerin can sıkıntısı illetinden mustarip olmamıza gönülleri elvermeyerek tenvir edici yazılarını hizmetimize sunmuşlardır, müteşekkirim.
Bedbin geçen ve hafakanların bastığı şu günlerde serinin devam edeceğini öğrenmek bir parça olsun mutlu olmama vesile olmuştur. Tevazu göstermeden söylemek gerekirse mutlaka izleyin ve izlettirin.
Salim Olcay
Hahahaaa çok eğlendim yazınızı okurken:) Benim için de serinin 3.filminin girişi ,yaşlı, kolları sarkık ama altın bileziklerle dolu, bacakları selülitli, saçları dökülmüş , yer yer kelleşmiş, şişman ,gözlüklü ,naylon çoraplarnın lastikleri dizlerine düşmüş teyzelerin mezdeke ile oynayıp birbirlerinin ağızlarına yaprak sarması ve sigara böreği gibi fallik çağrışımlı yiyecekleri tıkarken kendilerinden geçmeleri ama sadece bu sahne bir “başyapıt” değerinde diye ortamlarda konulştuğumda bana gülüyorlar,ciddiyim sanıyorlar ama çok gülüyorum … sinemasal bir değeri elbette ki yok ancak sürekli ağır,yüksek sanat filmleri izleyen bünyelere de bazen nefes almak için gerekli sanki böylesi yapımlar da?