Roman Polanski, ilk tanınan filmi “Knife in The Water”ı çektiğinde yıl 1962 idi. Bu filmdeki senaryo üzerinde de kendisi çalışmıştı. Daha sonraki filmini çekmek için İngiltere’ye giden yönetmenin burada çekeceği film, Repulsion / Tiksinti olacaktı.

blankYönetmenin apartman üçlemesinin ilk ayağını oluşturan ve 1965 yılında siyah beyaz olarak çekilen Repulsion, türünün en başarılı filmleri arasında görülmesinin yanı sıra, Catherine Deneuve’un o eşsiz oyunculuğu ile de hafızalara kazınmıştır. Repulsion’ın üçlemede yer alan diğer iki filmden farkı ise, senaryosunun uyarlama olmamasıdır. Afişinde “Bir bakirenin rüyalarının korkunç dünyası, beyaz perdenin korkunç gerçeğine dönüşüyor.” yazar. Oysa ki filme ismini veren tiksinme, izledikçe tanık olacağımız Carole’un erkeklerle cinsel ilişkiye karşı hissettiği tiksinme duygusunu baz alır. Öyle ki Carole, kendisinde cinsel dürtüler uyandıran bu iki erkeği cezasız bırakmayacak, filmin isminin de hakkını verecektir.

Polanski’nin kadın odaklı filmlerinin başında gelen Repulsion, daha sonra çekeceği Rosemary’s Baby’deki gibi, ana kadın karaktere odaklanıyor ve bu karakterin günden güne nasıl delirdiğini gözler önüne seriyor. Ama bunu bir anda değil de, yavaş yavaş, seyirciyi her bir sahnede tedirgin ede ede başarıyor. Filmin başından sonuna kadar kullanılan omuz kamerası Catherine Deneuve’u sadece gerçek hayatında değil, aynı zamanda kâbuslarında da bir gölge gibi takip ediyor ve bir kadının gerçeklikle düş arasında gidip gelen sırlarını irdeleyerek, belki de en çok çekindiğimiz mahremiyet alanını çok başarılı bir şekilde bizlere sunuyor. Aslında daha filmin ilk karesindeki göz sahnesi bile, filmin tamamına yayılacak olan gariplikler silsilesinin bir kanıtı niteliğinde. Carole’ın gözleriyle başlayan film, yine Carole’un gözlerine odaklanarak ama çok daha çarpıcı ve insanı rahatsız edici bir şekilde noktalanıyor; çünkü son sahnede, tüm film boyunca “Neden böyle?” diye sorduğumuz soruyu can alıcı bir şekilde bize açıklıyor. Sırf son sahne bile insanın tüylerini ürpertmeye yetiyor aslında…

blank

Kabaca düşünecek olursak, filmin konusu aslında oldukça basit. Carole, yani Catherine Deneuve, Londra’daki bir dairede ablası Helen ile (Yvonne Furneaux) birlikte yaşamaktadır. Ablası evli bir erkekle ilişki yaşayan tabiri caizse hafif meşrep ve bir o kadar da rahat bir kadındır. Carole ise ablasının tam aksine, suskun, içine kapanık ve erkeklerden sürekli kaçan, bir kuaförde manikürcü olarak çalışan biridir. Öyle ki, ona abayı fena halde yakmış olan adam onu öptüğünde, tiksintiyle dudaklarını silecek, ablasının sevgilisinin banyoda bıraktığı diş fırçasını tuvalete atacak kadar takıntılı bir hâldedir. Ablasının 10 günlük bir tatile gitmesiyle gerçek dünyadan yavaş yavaş kopacak, gün geçtikçe aklını yitirmeye başlayacaktır. Bir süre sonra öyle bir noktaya gelecektir ki, artık kendine bile yabancılaşacak, bu durumu insanlara zarar vermesine bile neden olacaktır.

Görüldüğü üzere oldukça basit bir konuya sahip olan Repulsion’ı sadece konusu üzerinden irdelemek kesinlikle bir hatadır. Bu filmde dikkatimizi konudan çok, bu konunun nasıl işlendiğine çekmemiz daha doğru olur. Çünkü her bir sahneye aslında günlük hayatta hep karşılaştığımız şeyler, birer simge olarak serpiştirilmiştir. Carole’un hayatını onunla birlikte yaşamaya başladıkça, bu simgelerin de bize bir şeyler anlattığını fark etmeye başlarız. Gün geçtikçe filizlenen patatesler, bozulan yemekler, çürümeye başlayan tavşan eti üzerinde uçuşan sinekler gibi tiksindirici görüntüler, Carole’un gördüğü halisünasyonlar çoğaldıkça, seyircinin daha da bir gözüne sokulmaya başlar. Polanski Filmin en can alıcı sahnelerinin sessiz olması da gerilimi kat be kat arttırır.

blank

Polanski’nin başarısı elbette yadsınamaz, ancak bir Catherine Deneuve faktörü vardır ki, kitaplarda okutulacak düzeyde bir oyunculuk başarısına imza atmıştır. Aşırıya kaçmaksızın, sadece gözleriyle, dudaklarını kemirmesiyle bile “delilik” denen şeyi beyaz perdeye öylesine güzel ve etkili biçimde aktarır ki, yaşadıklarını gördükçe, aynı sıkıntıyı biz de çeker ve rahatsız oluruz. Hatta öyle bir an gelir ki, gördüğü halisünayonları, bunun akabinde ona ilgi gösteren iki adama yaptıklarını sorgulamaksızın kabul ederiz. Oyunculuğu bizi öylesine etkisi altına alır ve öylesine geriliriz ki, acaba bir yerlerde bir şeyler mi kaçırıyorum kuşkusuna kapılmaya başlarız. İşte bir oyuncunun yaptıkları, seyirciyi bu denli etkileyebiliyor ve filmin içine çekebiliyorsa bu katıksız bir başarıdır.

Bergman’ın Persona’sını izleyenler, Repulsion’da o filmden izler olduğunu çok kolay fark edeceklerdir. Bunun yanında yakın zamanda çekilen Black Swan’da da Repulsion’dan izler görmemiz konusunda pek çok kişi hemfikir olacaktır.

blank

Her şey deliliğe konu olabilir evet belki ama, filmde önemli olan, bu deliliğin nedeninin Roman Polanski’nin önderliğinde ve Catherine Deneuve’un oyunculuğunda vücut bulması sanırım. Psikanaliz üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olan Repulsion, insanın deliliğe olan tahammülünü de ölçen zor ama mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri…

blank

Begüm Özdemir

1982 doğumlu yazar ilk sinema deneyimini L’ours (The Bear) filmiyle yaşamış olup Öteki Sinema'da yazmaya 2011 yılında başlamıştır. Sinema yazıları yazmasının yanı sıra dizi ve film çevirileri de yapmaktadır. Ayrıca büyük bir Stephen King ve Queen hayranıdır.

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Long Weekend (1978)

Long Weekend, Avustralya korku sinemasının sıkça başvurduğu şehirlilerin kırsalda yaşayanlarla
blank

Koca Arayan Uzaylılar: Uçan Daireler İstanbul’da (1955)

Uçan Daireler İstanbul'da o zamanlar bıktırıcı düzeyde kullanılan şarkılara ve