The Revenant kritiğimiz fena halde sürprizbozan (spoiler) içerir, eğer bu konuda hassassanız yazıyı filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim.
Anlaştığımıza göre şimdi gelelim 2000’li yılların en önemli yönetmenlerinden biri saydığım Alejandro González Iñárritu’nun çektiği The Revenant (Diriliş) hakkında iki satır laf etmeye… Iñárritu, kendisi gibi Meksikalı bir sinemacı olan Alfonso Cuaron’un çektiği Gravity için edilen “tamamı stüdyoda çekilen bir gözbağcılık, gerçek sinema bu değil” eleştirilerine içerlemiş olacak ki “hadi, buna da laf edin” dercesine bir meydan okumaya girişmiş (mübalağa ediyorum).
Özetimi baştan geçeyim; hakkında yazılan bazı olumsuz eleştirilere ve Leonardo DiCaprio’nun Oscar laneti ile ilişkilendirilmesine rağmen The Revenant taş gibi bir film! Şunun net bir şekilde altını çizelim; The Revenant, Oscar avcısı Leo’nun ya da muhteşem Lubezki’nin filmi değil, halis bir yönetmen sineması örneği olarak son karesine kadar “bir Iñárritu filmi” olmayı hak ediyor. Yönetmen bu mücadeleden tıpkı filmin başkarakteri Hugh Glass gibi sağ salim kurtulmayı da başarıyor.
The Revenant, film ekibinin ve oyuncuların büyük bir fedakârlığa katlanarak gerçek mekânlarda ve zorlu iklim koşullarında çektikleri, Leonardo DiCaprio’nun metod oyunculuğunun üst seviye örneklerinden birini sergileyerek adeta Glass’ın yaşadıklarını yeniden deneyimlediği ve sinema salonundaki rahat koltuğuna kurulmuş seyirciye, “iyi ki bu filmde oynamıyorum” dedirtecek kadar meşakkatli bir proje. Yönetmen, bir kez daha hem eleştirmen hem de seyirci için kıymetli bir yapım ortaya koymayı başarmış ki bence bu kez ortada Birdman’i katlarca aşan bir çaba var. Tamam, itiraf ediyorum, Birdman’i çok sevmemiştim.
The Revenant, yaşama içgüdüsünün ne kadar güçlü ve terk edilemez olduğu fikriyle donanmış, soluk soluğa izlenen bir film. Güçlü bir hikayesi var bunu peliküle aktarırken biçimle hava atmaktan çekinmiyor. Iñárritu, Alfonso Cuaron’un Gravity de yapmayı başardığı şeyi tekrar deniyor ve seyirciyi aksiyona dâhil edebilmek için elinden geleni yapıyor. Açıkça anlaşılıyor ki, “sinema” artık izlediğimiz bir şey olmaktan çıkıp bir tür deneyime dönüşüyor. Cloverfield gibi kimi örnekler bunu bir lunapark eğlencesine çevirirken, Diriliş sinemanın sanat olma halini ihmal etmeyen bir film olmayı başarıyor. “Ayı saldırısı”, “Arikaraların baskını” ve “Fransız kampından at çalma” sekanslarında bu deneyimleme hali o kadar güçlü ki, biz de Glass’la birlikte kaçmaya, kovalamaya, üşümeye ve hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Hugh Glass, Amerikan tarihinin ikonik karakterlerinden biri… Haliyle, onun macerası beyazperdede daha önce de karşımıza pek çok kez çıktı ve bir sürü filme ilham verdi. The Revenant’ı izledikten sonra yaşadıkları tanıdık gelince hafızamı biraz yokladım ve çocukluğumda VHS’den izlediğim Vahşi Adam (Man in the Wilderness – 1971) filmini hatırladım.Richard Harris’in oynadığı bu tribal western macerası da hikayenin tabanına Hugh Glass’ın yaşadıklarını koyuyordu. Iñárritu, “ayı saldırısı” sekansında bu filmdekine benzer planlar kullanarak bir tür saygı duruşunda bulunmuş.
Filmdeki intikam hikayesinin “oğlu öldürülen ve ölüme terk edilen baba” gibi biraz klişe bir fikre sahip olmasını geçersek ki aslında buna gerek bile yoktu çünkü filmin en değerli kısmı Glass’ın intikam alma değil hayatta kalma mücadelesinin aktarılması bana göre, The Revenant çok güçlü ve yıllar sonra bile değerinden pek bir şey kaybetmeyecek önemli bir sinema eseri. Yönetmeni, oyuncusu ya da görüntü yönetmeni Oscar’la ya da başka bir ödülle takdir edilmese bile bu gerçek değişmeyecek. O kadar iyi bir film ki seyircinin gözlerinden başka hiçbir ilgiye, ödüle ihtiyacı yok.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
The Revenant – Mitosun ardında yatan…
Hollywood yalan söyler, gerçekleri anlatırken bile… Bu kez de farklı bir şey yok, Hugh Glass’ın orijinal hikâyesine, dramatizasyonu arttırmak adına birkaç ufak ekleme yapılmış. Bu efsanevi “dağ adamı” geçimini kürk avcılığı ve tuzakçılık yaparak sürdürürken, yavruları için avlanan bir boz ayının saldırısına uğruyor (meraklısına not: insanlara saldıran boz ayıların %70’i yavrusu olan dişi ayılar) ve ağır yaralanıyor ama bir şekilde hayatta kalıyor. Öncelikle, bir Pawnee kadını ile evlenip epey süre de Kızılderili rezervasyonlarında yaşamış olan Glass’ın bir oğlu yok, varsa bile bu yolculukta yanında değil… Öldüğünde gömmek için Glass’ın başını bekleyen iki kişiden biri olan John Fitzgerald, Bridger’dan sadece 4 yaş büyük. Olay yaşandığı sırada Bridger 19, Fitzgerald ise 23 yaşında…
Tarihsel gerçeklikte, Fitzgerald kötücül bir karakter değil. Ayı saldırısından önce gerçekleşen Kızılderili baskınında bacağından yaralanan Glass’ın yaşayacağına kimse ihtimal vermiyor. John Fitzgerald, Glass’ın olmayan oğlunu falan öldürmüyor, sadece kendi canının derdinde çünkü yerlilerin av alanlarına dalan ve onların yaşam kaynaklarını sömüren bu beyazlar başlarına ne büyük bir bela aldıklarının farkında… Filmin tabanında da bu “avlanma rekabeti” yoğun olarak işleniyor. Vahşi bir doğada birbirinin yiyeceğine ve toprağına göz dikmiş insanlar… Ayrıca Fitzgerald, Glass’ı öldürmeye kalkmıyor; yanından ayrılırken filmdeki gibi üstüne toprak atıp onu diri diri gömmeye çalışmıyorlar, üzerine bir post örterek kaçıyorlar, kim bilir belki Glass da aynı şeyi yapardı.
Gelelim en can alıcı noktaya… Gerçek hayat filmlerdeki gibi işlemiyor. Hugh Glass intikam almaktan vazgeçiyor, zaten gerçek hayatta yaşadığı şey filmdeki kadar trajik değil, mühim olan hayatta kalmak deyip Bridger’i affediyor,Fitzgerald ise çoktan orduya katılarak izini kaybettirmiş. Glass işine gücüne dönüyor, kürk hayvanları için tuzak kurmaya ve yerlilerin yaşam alanını ve av sahalarını yok eden beyazlardan biri olmaya devam ediyor. Hugh Glass, büyük yaşam mücadelesinden sağ çıktıktan on yıl sonra bir Kızılderili saldırısında öldürülüyor. Dönemin efsanevi dağ adamlarının çoğunun başına gelen de bu…[/box]
Merhaba;
Film hakkında yazarla hemen hemen aynı şeyleri düşünüyorum, ama bir kaç noktayı ayrıca belirtmek gerekir sanırım. Film belki bir “yönetmen sineması” eseri ama, star wars’a yakın büyüklükte bir bütçe ile çekilmiş. Bir diğer konu da şu; belki orjinal hikayeye ekleme yapıldı ama, filmde aile bağları, baba-oğul bağlılığı etkili bir şekilde hikayeye dahil edilmiş. Son olarak; sanırım bir takım sosyal medya çevrelerinde paylaşıldığı gibi filmde bir tarkovski etkisi var. Netice itibarıyla sağlam bir film olmuş.