blankHenüz uygarlığın ulaşamadığı ıssız geniş arazilere sahip Avustralya ya da ABD gibi ülkelerin korku sinemasında, bu tip yerlere keyfi ya da mecburi nedenlerle gelen şehirlilerin, çeşitli tehlikelere karşı giriştiği hayatta kalma mücadelesini anlatan korku filmi örneklerine sıklıkla rastlanıyor. Peter Carter’ın yönettiği Rituals, benzer coğrafyaya sahip Kanada’nın bu tip bir hikâye anlatan ilk korku filmlerinden biri.

Her yılın belli döneminde dünyanın az bilinen çeşitli yerlerinde balık avlamaya giden beş doktor arkadaş, bu seferki tatilleri için Ontario’nun “Cauldron of the Moon” olarak da bilinen, karadan ulaşması pek mümkün olmayan, ıssız ormanlık bölgesini seçerler. Bölgeye deniz uçağıyla giderler ve pilota tam altı gün sonra öğle vakti geri gelip kendilerini almasını söylerler. Zorlu koşullarda ilerledikleri ormanın içindeki nehir kenarına kamp atan doktorlar, geride kalan yılın stresini atıp iyi vakit geçirme niyetindedirler ama hiçbir şey umdukları gibi gitmeyecektir.

İlk gece sorunsuz geçer ama ertesi gün beşinin birden botları kaybolur. Yanında ekstra ayakkabı getiren tek kişi olan DJ, haritada görülen en yakın uygarlık izi olan baraja gidip orada olduğunu tahmin ettiği görevlilerden yardım istemek için kamptan ayrılır. Aynı günün gecesinde kampın hemen önündeki ağacın üstüne dikili bir sopanın üzerine asılmış kesik geyik başı bulurlar. Ayrıca sopanın üzerinde bir yılan kıvrılarak hareket etmektedir. (Bilindiği gibi bir asa üzerine dolanmış iki yılan figürü tıbbın sembolü olarak kabul edilir.) Botları çalındığı için (sanki sakat kalmış gibi) kampta çakılı kalan dört doktor, sabahın ilk ışıklarıyla beraber ne bulurlarsa ayaklarına sarıp DJ’in gittiği yoldan ilerlemeye başlarlar. Fakat peşlerindeki kişi ya da kişilerin durmaya niyeti yoktur.

blank

Bu tarz filmlerin ağababası John Boorman’ın yönettiği Deliverance’tır (1972). Rituals da doğal olarak Deliverance’tan esinlenen, onu takip eden filmler arasında gösterilir. Hiç de haksız bir tespit sayılmaz. Fakat Rituals’ın da kendine özgü albenileri olduğunu kabul etmek lazım. Ana yapı Deliverance esas alınarak oluşturulmuş olsa da filmde ‘slasher’ alt türüne ait erken sayılabilecek izlerin de yer aldığından bahsedilebilir. Ormanlık alana gelen beş kişi, kim olduğunu bilmedikleri biri (ya da birileri) tarafından tehdit edilir. Vahşi doğaya alışkın (ya da ait) olmayan şehirli karakterler, bir yandan doğaya, bir yandan da peşlerindeki kimliği belirsiz katile karşı hayatta kalma mücadelesine girişir. Peşlerindeki katil de onları tek tek avlamaya çalışır.

Rituals, her yönüyle dehşet verici bir film. Öyle çok fazla özel efekte bulanmış ‘gore’ seviyesi yüksek şiddet sahnesine ya da açıklanamaz doğaüstü güçlere sırtını dayamıyor. Neredeyse belgesele yaklaşan gerçekçiliğiyle etkili olmaya çalışıyor. Katil, final bölümüne kadar ortaya çıkmıyor. Evet, katilin bakış açısından çekilmiş bir iki sahne ya da uzaktan siluetinin göründüğü birkaç sahne var ama bilfiil katilin yer aldığı sahneler sadece final bölümünde yer alıyor. Öncesindeki kısmın tamamında sanki katilin hazırladığı tuzaklar ile vahşi doğa el ele veriyor ve şehirden gelenleri yok etmeye çalışıyor. (Bu minvalde ilk olarak uygarlığın önemli gereklerinden, belki simgelerinden biri olan botların kaybolması oldukça manidar.) Hatta vahşi doğa, kimi zaman çok daha tehlikeli bir düşman gibi görünüyor. Uygarlığın, gelişimine devam etmek için vahşi doğayı gözünü kırpmadan yok ettiği düşünülürse, bu düşmanlığın çok da sebepsiz olduğu söylenemez sanırım.

blank

Düşük bütçenin de filmin çiğ gerçekçiliğine fazlasıyla katkı yaptığı söylenebilir. İnatçı kişiliğiyle tanınan yönetmen Peter Carter, filmi kronolojik sırayla çekmiş. Oyuncuları alıp vahşi doğanın tam ortasına bıraktıktan sonra doğal ortamda yapılan çekimlerdeki zorlu koşulların yansımalarını yakalamak istemiş olabilir. Kimi sahnelerde bu durumun yarattığı gerçek problemleri gözlemlemek mümkün. Örneğin daha henüz filmin başlarında kamp atılacak yere doğru ilerleyen doktorlardan birinin yürüyerek geçtikleri nehirde takılıp düşmesinin doğallığı her halinden belli oluyor. Normalde çekim hatası olarak kabul edilip tekrarlanması gereken sahnenin olduğu gibi filme konması da filmin en önemli kozu olan çiğ gerçekçiliğin, en baştan beri tercih edilmiş bir seçenek olduğunu gösteriyor.

Elbette ki filmin eleştirilebilecek negatif yönleri de var. Bir defa film (bilinçli bir şekilde yapılmış olsa da) çok durağan akıyor. Gerçekçiliği yakalamak (ve bir yandan da ekonomik sebeplerle film süresini bir an önce doldurmak) adına birçok sahne gereğinden uzun tutulmuş. Nehirdeki mücadeleler, uzun yürüyüşler, sonu belirsiz bekleyişler gibi izlemesi sabır gerektiren sahnelerin çokluğu, günümüzün simgelerinden biri olan “hız” faktörüne alışmış izleyiciler için zorlayıcı olabilir. Ancak filmin gerçekçiliğine katkı sağladığı da yadsınamaz bir gerçek. Katılabileceğim bir başka negatif unsur ise katilin motivasyonuna getirilen (ya da bir türlü getirilmeyen) açıklama. En başından beri yaptıklarının sebebi anlaşılamayan kimliği belirsiz katilin motivasyonu, filmin en büyük gizemi olarak sunuluyor. Fakat kulübede geçen sahne sonrasında oluşan birkaç fikir dışında herhangi bir açıklama yapılmıyor. Açıkçası bu denli cılız kalan bir açıklama da tatmin edici olmaktan çok uzağa düşüyor. Tabii ki “önemli olan vardığın yer değil, gittiğin yoldur” mottosunu benimseyenler için fazla rahatsız edici bir detay değil belki ama bulmaca çözer gibi film izleyenlerin “her gizem açıklanmalı” isyanına bir cevap sunmadığı da aşikâr.

blank

Bu arada yapımcılardan biri de olan Lawrence Dane, henüz proje aşamasındayken başrolü (Harry) kendi oynamak istiyormuş. Fakat diğer yapımcıların “başrolde tanıdık oyuncu olsun” ısrarı nedeniyle Hal Holbrook ile anlaşmışlar. Dane de ikinci önemli rolü (Mitzi) almış. İyi ki de öyle olmuş. Holbrook, sonrasında Dane’in verdiği röportajlarda da beyan ettiği gibi, müthiş bir performans sergiliyor. Oyuncuların ne denli zorlu koşullarda çalıştıklarını anlayabilmek adına önemli olabilecek şu anekdotu da buraya ekleyelim. Sanat yönetmeni Karen Bromley’nin aktardığına göre; ormanlık alandaki çekimler bittiğinde kulübe sahnesini çekmek için Ontario’daki stüdyoya dönmüşler. Vahşi doğada geçen haftalardan sonra iyice canı çıkmış olan Holbrook, sete gelir gelmez etrafa bir göz atmak istemiş. Setteki kulübeye girmiş, içindeki yatağa (belki de denemek için) uzanmış ve hemen uyuyakalmış. Bromley, hazırladığı set için bugüne kadar bir oyuncudan gelen en büyük iltifatın bu olduğunu söylüyor.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Deliverance filminin hastası olan eski ve uzun filmleri problem etmeyen sinefillerden sayılırım ama bu filmi bitirene kadar akla karayı seçtim. Gerçekten cok yavan temposuz bir filmdi. Bunlar da olabilir aslında hatta film böyle zayıf bi final yapar yine de manzaralar filmi kurtarabilir.. Ama oyunculuklar da kötü hic biriyle bir bağ kuramiyorsunuz kim neci hangisi öldü ne ara olaylar gelişti aralarındaki muhabbetler bile tırt..en önemlisi de bu, bi grup geliyor ve sirasiyla ölüyor filmi resmen.. Ucuz bir taklit sadece kült diye izledim ama Kurtuluş filmi yapacağız diye netflix filmi çekmiş adamlar

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kendi Oyunlarına Tutsak İki Aşık: Love Me If You Dare (2003)

Hiçbir oyun rastgele oluşmaz, tıpkı Love Me If You Dare
blank

Tommy Wiseau’nun Çöp Şaheseri: The Room (2003)

The Room: Eğer kötü film hayranıysanız ne kaçırdığınızın farkında değilsiniz.